Foruminci.net

Teşekkür Teşekkür:  0
Beğeni Beğeni:  0
Beğenmedim Beğenmedim:  0
Gösterilen sonuçlar: 1 ile 4 ve 4

Konu: Büyüme ve sanayileşme politikaları

  1. #1
    BaŞKa ZaMaN.... YaGMuR_YüReKLiM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.09.2009
    Bulunduğu yer
    Hayat 0'ın 6'da
    Mesajlar
    4.368
    Post Thanks / Like
    Blog Girişleri
    4

    Sosyal Aglarim

    Add YaGMuR_YüReKLiM on Facebook
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    210

    Standart Büyüme ve sanayileşme politikaları

    BÜYÜME VE SANAYİLEŞME POLİTİKALARI


    Giriş


    Cumhuriyet döneminde Türkiye**’nin büyüme ve sanayileşme politikalarına
    baktığımızda değişik dönemlerde değişik büyüme ve sanayileşme politikalarının
    uygulandığını görüyoruz. Bu açıdan değişik dönemlerde uygulanan büyüme ve
    sanayileşme politikalarının ayrı ayrı ele alınarak incelenmesi gereklidir. Türki*ye Cumhuriyeti’nde uygulanan büyüme ve sanayileşme politikalarının niteliğine
    baktığımızda beş farklı dönemin olduğunu görüyoruz. Bu dönemleri aşağıdaki
    şekilde belirtebiliriz.


    a.1923-1929 Dönemi
    b.1930-1949 Dönemi
    c.1950-1960 Dönemi
    d.1961-1980 Dönemi
    e.1980-2000 Dönemi

    Bu dönemlerde uygulanan politikaları incelerken dünya ekonomisindeki
    gelişmelere ve bu gelişmelerin Türk ekonomisi üzerine etkilerine de kısaca değinmek Türkiye’de bu dönemlerde uygulanan büyüme ve sanayileşme politikalarını daha iyi bir biçimde anlamamız açısından önemlidir.


    1923-1929 Dönemi

    29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen Cumhuriyet’den hemen sonra uygulamaya konan büyüme ve sanayileşme polikaları 17 Şubat 1923 yılında İzmir’de toplanan 1.Türkiye İktisat Kongresi’nde belirlenmiştir. Bu kongrede Türkiye Cumhuriyetinde iktisadi kalkınmanın esas olarak piyasa ekonomisi içinde ve Türk müteşebbisler eliyle sağlanması kararlaştırılmıştır.1. Türkiye İktisadi Kongresi’nde alınan kararlar çerçevesinde 1923-1929 tarihleri arasında Türkiye’nin hızla sanayileşmesi esas alınmış ve bu amacın gerçekleşmesi için liberal iktisat politikaları uygulanmıştır. Bu dönemde Sovyetler Birliğinde sosyalist ekonomi sistemi uygulanmasına karşın Dünya’da hakim iktisat sistemi liberal piyasa ekonomisidir. Türkiye Cumhuriyeti ve onun kurucusu Mustafa Kemal Atatürk sosyalist ekonomik sisteme itibar etmemiş ve liberal piyasa sistemini esas almıştır.

    1.Türkiye İktisat Kongresi’nde alınan kararlar çerçevesinde milli sermeye ye dayanan bir banka kurulması için o dönemde İktisat Bakanı olan Celal Bayar Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından görevlendirilmiştir. Celal Bayar İktisat Bakanlığından ayrılmış ve gerekli çalışmaları yapmıştır.

    Böylece özel sanayi girişimlerine yatırım ve işletme sermayesi sağlamak için 1924 yılında İş Bankası kurulmuştur. İhracat yapan firmaların ithal ettiği yatırım malı ve hammaddeler gümrük vergisinden istisna edilmiştir. Tarım üretimini teşvik etmek ve o dönemde nüfusun % 90’ı teşkil eden köylülerin refah düzeyini arttırmak için 1925 yılında aşar vergisi kaldırılmıştır.

    1927 yılında Sanayi Teşvik Kanunu çıkartılarak özel sektöre çok kapsamlı teşvikler getirilmiştir. Bu çerçevede Sanayi sektöründe faaliyet gösteren firmalar emlak ve kazanç vergilerinden istisna edilmiş ve bu firmalara devlet tarafından bedava arsa tahsis edilmiştir. Taşımacılıkta devlet sanayi kuruluşlarına düşük fiyat uygulamış ve belli şartlarda sübvansiyon vermiştir. Bu politikalar 1930 yılına kadar kararlı ve kapsamlı bir biçimde uygulanmıştır. 1923-1929 döneminde uygulanan büyüme politikalarının başarılı olduğunu görüyoruz. Yapılan istatistik hesaplarına göre bu dönemde yıllık ortalama büyüme hızı %103 olarak gerçekleşmiştir. Ancak 1929 yılında dünya ekonomisinde ortaya çıkan büyük kriz Türkiye’de liberal iktisat politikalarının uygulanmasını sona erdiren en ö nemli faktör olmuştur. 1929 bunalımı finansman piyasalarında başlamış ve kısa sürede reel ekonomiye yayılmış ve dünya ekonomisi büyük bir krize girmiştir.



    1930-1949 Dönemi

    1929 büyük ekonomik bunalımı Türk ekonomisini çok olumsuz bir biçimde etkilemiştir. Özerlikle Türkiye’nin ihraç ürünlerini teşkil eden tarım ürünleri ve hammaddelerin fiyatlarında çok önemli düşüşler yaşanmıştır. Dış ticaret bilançosunda önemli açıklar ortaya çıkmıştır. Türk ekonomisinin durgunluğa girmesiyle özel sektör yatırım yapamaz hale gelmiştir. Bunun sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nde uygulanan büyüme ve sanayileşme politikalarında çok önemli değişiklik yapılmıştır. Liberal iktisat politikası yerine devletçilik politikası uygulanmaya başlamıştır. Devletçilik politikasının esasını devletin kurduğu kamu iktisadi kuruluşları ile sanayi madencilik ve hizmet sektöründe yatırım yaparak büyüme ve sanayileşmenin sağlanmasında aktif olarak rol alması teşkil etmektedir. Özellikle devletçilik politikasının temel unsurlarını aşağıdaki şekilde belirtebiliriz.

    a. Yüksek gümrük vergileri ve kotalarla desteklenen koruyucu dış ticaret politikası uygulanmaya konulmuştur.

    b. Türk Parasının Değerini Koruma Kanunu çıkartılarak sert bir kambiyo kontrol rejimi uygulanmaya başlamıştır.

    c. Yabancı sermayeye ait tesisler devletleştirilmiş ve yabancı özel sermeye yatırımları yasaklanmıştır.

    d. İktisadi büyümenin sağlanmasında sürükleyici sektör olarak sanayi sektörü esas alınmış ve kurulan iktisadi devlet teşekkülleri ile kamu yatırımları sanayi sektörüne kanalize edilmiş ve devlet doğrudan üretici durumuna girmiştir.

    e. Sanayileşmenin finansman yükü geniş ölçüde tarım kesimine yüklenmiş ve bu kesimden vergi ve fiyat politikaları yoluyla sanayi kesimine kaynak aktarılmıştır.

    f. Beş yıllık sanayi programları hazırlanmış ve böylece dar kapsamlı bir planlı ekonomi uygulamasına geçilmiştir.


    1933-1937 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Sanayi Programı bütünü ile uygulanmıştır. 1938-1943 yıllarını kapsayan İkinci Beş Yıllık Sanayi Programı uygulamaya konmuş ancak II. Dünya savaşının başlaması nedeniyle tam olarak hayata geçirilememiştir. Devletin sanayi yatırımlarını finanse etmek ve sanayi tesisleri kurmak için 1933 yılında Sümerbank kurulmuştur. Devletin madencilik yatırımlarını finanse etmek ve madencilik işlemlerini kurmak için 1935 yılında Etibank kurulmuştur. Devletçilik politikalarının uygulandığı dönemde demir-çelik çimento kağıt kimya şeker ve tekstil fabrikaları kurulmuştur. Ayrıca yabancı firmaların sahip olduğu demir yolları devletleştirilmiştir. Demiryollarına büyük ölçüde yatırım yapılmıştır. Ulaştırma sektörünün geliştirilmesine katkı yapılmıştır. Madencilik sektöründe başta kömür olmak üzere 1930’lu yıllarda yıllık ortalama büyüme hızı % 56 olmuştur. Rostow’a göre Türk ekonomisinde take off bu dönemde gerçekleştirilmiş ve sürükleyici sektör sanayi sektörü olmuştur. Nitekim 1931-1939 yılları arasında sanayi üretimi % 74 artmıştır. Bu dönemde sanayi ve madencilik sektörüne yapılan büyük miktardaki yatırım esas olarak milli kaynaklardan finanse edilmiştir. Türkiye bu dönemde tekstil fabrikaları kurmak için Sovyetler Birliğinden 8 milyon dolar ve Karabük demir-çelik fabrikasını kurmak için Büyük Britanya’dan 13 milyon sterlin kredi almıştır. Bunun dışında dış kaynak kullanılmamış ve yatırımlar büyük ölçüde iç finansman kaynakları kullanarak yapılmıştır.
    1940-1949 yıllarında II. Dünya Harbi nedeniyle Türk ekonomisinde büyük
    bir büyüme gerçekleştirilememiştir.


    1950-1960 Dönemi

    IV. 1950 yıllarında yapılan seçimle iktidarın değişmesi sonucunda Türkiye’de iktisadi büyüme ve sanayileşme politikalarında önemli değişiklikler olmuştur. Demokrat Partinin 1950-1960 dönemine uyguladığı büyüme ve sanayileşme politikaları 1930-1949 döneminde uygulanan devletçi politikalardan çok farklı temellere dayanmaktadır.

    1950-1960 döneminde uygulamaya konulan kalkınma stratejisi ve iktisat
    politikalarını aşağıdaki şekilde belirtebiliriz.

    1. Bu dönemde serbest piyasa ekonomisine ve özel sektörün girişim gücüne dayanan bir kalkınma stratejisi esas alınmıştır. Bu yeni kalkınma stratejisinin hayata geçirilmesi için aşağıdaki tedbirler uygulamaya konmaya çalışılmıştır.

    a. Dış ticaret geniş ölçüde liberalize edilerek serbest dış ticaret politikasına
    geçilmiştir.

    b. Kambiyo rejimi önemli ölçüde serbestleştirilerek Türk ekonomisinin giderek dünya ekonomisine açılması ve yabancı sermayenin Türkiye’ye gelmesi sağlanmaya çalışılmıştır.

    c. Kaynak dağılımında fiyat mekanizmasına ağırlık verilmesine gayret edilmiştir.

    d. Madenler ulaştırma ve enerji ile ilgili Kamu İktisadi Teşekkülleri dışındaki KİT’lerin özelleştirilmesi ve böylece devletin iktisadi hayata doğrudan müdahalelerinin azaltılması amaçlanmıştır.

    e. 1950 yılında vergi tarihimizdeki en köklü vergi reformu yapılarak Türk
    ekonomisinde gelir vergisi ve kurumlar vergisi ve kurular vergisi uygulamaya
    konmuştur. Ancak nüfusun o tarihte % 80’in yaşadığı ve gelir düzeyi çok düşük
    olan tarım kesimi gelir vergisinden istisna edilmiştir.

    1. Yatırım Politikası değiştirilerek devlet yatırımlarında önceliğin sanayi kesimi yerine tarım kesimine alt-yapı yatırımlarına verilmesi kararlaştırılmıştır. Tarım üretiminin genişletilmesine ağırlık verilmesinin temel nedenlerini kalkınma stratejisi açısından aşağıdaki şekilde açıklayabiliriz.

    1950 yılında tarım kesimi toplam istihdamın % 80’i ve G.S.M.H.’ların
    % 52’ni sağlamaktaydı. Tarım kesiminde üetim ve gelir düzeyinin artırılması sanayi ve hizmet kesimine talep yaratarak bu kesimlerin gelişmesine imkan sağlayacaktır. Diğer taraftan tarım üretiminin artışı sanayi kesimine ham-madde teminine imkan verecektir.

    b. 1950 yılında ihracatın % 86’sı tarım ürünlerinden sağlanmaktaydı. Tarım
    üretiminin genişlemesi ihracatı artıracak ve kalkınmanın dış finansmanına yardımcı olacaktır. Özellikle sanayi yatırımları için gerekli yatırım mallarının ithalatı bu şekilde mümkün olabilecektir.

    c.Devletçilik politikasının uygulanması ile bozulan gelir dağılımı düzeltilecek ve nüfusun % 80’nin yaşadığı tarım kesiminde refah düzeyi artırılmış olacaktır.

    1950-1960 arasında devlet yatırımlarının % 50’nin tahsis edildiği alt-yapı
    Yatırımlarının ağırlık verilmesinin kalkınma stratejisi açısından dört temel nedeni vardır.

    a. Ekonomide tarım sanayi ve hizmet kesimleri arasında tam bir entegrasyon sağlamak

    b. Yol liman gibi alt-yapı tesisleri vasıtasıyla artan üretim ürünlerinin ihracatını sağlayarak Türk ekonomisinin uluslar arası ekonomi ile entegrasyonunu artırmak

    c. Alt yapı tesislerini geliştirerek özel yerli ve yabancı sermayenin yabancı
    kesiminde özellikle imalat sanayi sektöründe yatırım yapma imkanlarını genişletmek

    d. Hızlanan nüfus artışı nedeni ile giderek genişleyen emek arzına istihdam
    imkanları yaratmak.

    Türkiye’de 1950-1960 döneminde sağlanan dış finansman imkanları da
    devreye sokularak büyük ölçüde alt-yapı tesisleri kurulmuştur. Barajlar limanlar havaalanları silolar ve karayolları bu dönemde inşa edilmiştir.

    3. Sanayi kesiminde yatırımların ve dolayısıyla hızlı bir büyümenin yerli ve
    yabancı özel sektör eliyle sağlanması kalkınma stratejisinin diğer temel unsurunu teşkil etmiştir. Türk Özel Sektörüne sanayi yatırımları için önemli teşvikler getirilmiştir. Dünya bankasında sağlanan fonlarla 1950 yılında kurulan Türkiye Sanayi Kalkınma Bankası Türk Özel Sektörüne dövz ve Türk parası olarak uygun şartlarda uzun vadeli yatırım kredisi vermiş ve proje yardımında bulunmaya başlamıştır. Diğer taraftan yabancı sermayenin Türkiye’ye gelmesini sağlamak amacı ile 1951 yılında çıkartılan bir kanunla yabancı sermayenin teşvik edilmesi yoluna gidilmiştir. Beklenen miktarda yabancı sermayenin Türkiye’ye gelmemesi nedeniyle 1954 yılında çıkartılan ve diğer ülkelere model teşvik eden ve halen yürürlükte bulunan Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ile yabancı sermayeye çok kapsamlı teşvikler getirilmiştir. Böylece imalat sanayi sektörünün yabancı sermayenin katkısı ile modern teknolojileri transfer ederek hızla gelişmesi amaçlanmıştır.

    Uygulanan bu politikalar sonucunda 1950-1960 arasında özel sektör çok
    büyük bir dinamizm kazanmış ve bugün imalat sanayi sektöründe faaliyet gösteren büyük holdinglerin önemli bir kısmı bu dönemde kurulmuştur.

    Uygulanan yeni kalkınma stratejisi ve ekonomik politikalar sonucunda
    1950-1953 yılları arasında özellikle tarım sektöründe sağlanan büyük bir gelişme ile Gayri Safi Milli Hasıla hızlı bir şekilde artmıştır. Büyüme hızı 1950’de % 91 1951’de % 150 1952’de % 128 ve 1953’de % 112 olmuştur. Bu hızlı büyüme yıllık ortalama % 25 gibi çok düşük bir enflasyon hızı ile sağlanmıştır.

    Tarım üretimindeki hızlı artışın büyük ölçüde tarım kesimindeki teknolojik gelişme yani artan mekanizasyon ile sağlanması sonucunda Türk ekonomisinde bu dönemde büyük bir yapısal değişim ortaya çıkmıştır. Nitekim 1950-1955 yılları arasında Türkiye’de % 58 gibi en yüksek kentleşme yaşanmış ve kırsal yörelerden kentlere önemli bir göç olmuştur. Ancak önemli ölçüde alt yapı yatırımlarının yapılması sanayi ve hizmet sektörlerinin hızlı gelişmesi sonucunda bu dönemde Türk ekonomisinde bir işsizlik sorunu ile karşılaşılmamıştır.

    Bu dönemde iktisadi kalkınmanın nasıl finanse edildiğini ana hatları ile açıklamamız faydalı olacaktır. Kalkınmanın dış finansmanı giderek artan tarım
    malı ihracatı Kore Savaşı’na asker gönderilmesiyle temin edilen dış yardımlar
    ve dönemin ilk yıllarında dış ticaret hadlerinin bir ölçüde Türkiye lehine dönmesi ile sağlanmıştır. Kalkınmanın iç finansmanı ise yapılan vergi reformu ile sağlanan gelirler ile ekonominin genişlemesi ve monetizasyonu yoluyla sağlanan gelirlerle yapılmıştır.

    1954 yılında Türk ekonomisinde yapısal enflasyon baskılarının ortaya
    çıktığını görüyoruz.

    1954 yılındaki şiddetli kuraklık nedeniyle tarım üretimi bir önceki yıla göre % 197 oranında gerilemiş ve buna bağlı olarak G.S.M.H.’ lanın büyüme hızı eksi % 6 olmuştur. Toplam arzdaki ani düşüş yani arz şoku ekonomide
    enflasyonist baskılar yaratmıştır.

    Bu nedenlerle 1953 yılında % 28 olan enflasyon oranı 1954 yılında % 91
    e yükselmiştir. Ancak Hükümet artan enflasyona rağmen büyüme politikalarına
    ağırlık vermiştir. Nitekim büyüme hızı 1955’de %76 1956’da % 68 ve 1957 de % 62 olmuştur.

    Enflasyonun giderek hızlanması nedeniyle 1958 kapsamlı bir istikrar programı uygulamaya konmuştur. Sağlanan 350 milyon dolar dış kredi ile desteklenen istikrar politikası ile % 180 oranında devalüasyon yapılmış KİT’lerin ürettiği mal ve hizmetlerin fiyatları arttırılmış kamu harcamaları kısılmış ve krediler daraltılmıştır. Bunun sonucunda büyüme yavaşlamıştır.

  2. #2
    BaŞKa ZaMaN.... YaGMuR_YüReKLiM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.09.2009
    Bulunduğu yer
    Hayat 0'ın 6'da
    Mesajlar
    4.368
    Post Thanks / Like
    Blog Girişleri
    4

    Sosyal Aglarim

    Add YaGMuR_YüReKLiM on Facebook
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    210

    Standart

    Sonuç olarak 1950-1960 döneminde büyük miktarda alt yapı tesisleri kurul
    muş ve böylece kırsal kesim ekonomiye entegre edilmiş ve toplum sosyal bir dinamizm kazanmıştır. Özel kesim önemli ölçüde sermaye birikimi sağlayarak yeni teknolojilerle büyük ölçekli sanayi tesisleri kurmuştur. 1950-1959 yıllarını kapsayan on yıllık dönemde Gayri Safi Milli Hasıla ortalama % 72 oranında artmıştır.


    1961-1980 Dönemi

    Bu dönemde Türk ekonomisinde esas alınan hususları kısaca belirtmemiz
    faydalı olacaktır.

    1. Türkiye’de karma ekonomi sisteminin uygulanması esas alınmıştır. Buna göre gerek özel sektör ve gerekse kamu kesimi sanayi ve hizmetler sektöründe yatırım yaparak ve iktisadi büyümenin sağlanmasında gerek özel sektör ve gerekse kamu sektörü birlikte rol alacaktır.

    2. Planların ekonomiye geçilmesi kararlaştırılmıştır. Türkiye’nin iktisadi büyümesi için temel alınan hedefler 15 yıllık bir süre için (1963-1977) belirlenmiştir. Bu çerçevede makroekonomik açıdan Harrod-Domar büyüme modelini esas alan beş yıllık kalkınma planları yıllık ortalama % 7 büyüme hızının gerçekleşmesini hedeflemiştir. Bu büyüme hızının sağlanması için gerekli finansmanınreel kaynaklarından sağlanması ve enflasyonist finansmandan kaçınılması amaçlanmıştır. Ekonomik büyümenin finansman ihtiyacını karşılamak için kapsamlı bir mali reformun yapılması kararlaştırılmıştır.

    3. Öngörülen iktisadi büyümeyi sağlamak için sürükleyici sektör olarak sanayi sektörü belirlenmiştir. Sanayi sektöründe yıllık ortalama büyüme hızının % 12 olması öngörülmüştür. İthal ikamesine dayalı bir sanayileşme politikasının uygulanması kararlaştırılmıştır. İthal ikamesine dayanan sanayileşme politikasının esasını iç tüketimi belli bir büyüklüğe ulaşan sanayi mallarını içerde üretecek sanayi tesislerinin kurulması ve bu sanayilerin yüksek gümrük vergileri kotalara ve miktar kısıtlamaları ile korunması teşkil eder.

    İthal ikame dayalı sanayilerin kurulmasını sağlamak için aşağıdaki politikalar uygulanır.

    a.Öncelikle koruyucu dış ticaret politikası uygulanır. Böylece yeni kurulan sanayiler dış rekabete karşı korunurlar.

    b. Dövizin yerli para cinsinden değerini düşük tutan bir döviz kuru politikası uygulanır. Bu kur politikası ile sanayi sektörüne kaynak aktarılır. Böylece sanayi yatırımlar için gerekli yatırım mallarını ve üretim için gerekli ara mallarını ucuz olarak ithal etmesi sağlanır. Ancak bu uygulama sermaye yoğun teknolojilere ağırlık verilmesi ve sanayi mallarının ihracatına önem verilmemesi sonucunu doğurur. Bu nedenle dış ticaret açığı büyür. Ekonomi zaman zaman döviz darboğazına düşer.

    c.Düşük reel faiz politikası uygulanarak sanayi sektörüne kaynak aktarılır.
    Böylece sanayi yatırımları teşvik edilir. Uygulanan bu politikada sermaye-yoğun
    teknolojilerin seçilmesine yol açar.

    d. Sert bir kambiyo kontrolü rejimi uygulanarak ülkenin elde ettiği dövizlerin sanayi kesimine tahsis edilmesi sağlanır.

    e. Genişletici para ve maliye politikaları uygulanarak üretilen sanayi ürünlerine pazar ve talep yaratılır. Böylece dünya fiyatlarına göre daha yüksek fiyatlara ve dünya standartlarına göre daha düşük kaliteye sahip içerde üretilen sanayi mallarının satılması sağlanır.

    Türkiye’de 1960-1080 döneminde uygulanan ithal ikamesi sanayileşme modelinin bir özelliğini de özel sektörün tüketim malları sanayilerine ve kamu sektörünün ara malları sanayilerine yatırım yapması esası teşkil etmiştir.

    Türkiye 1963-1977 döneminde büyüme ve sanayileşme politikalarında başarılı olmuş ve istikrar içinde hızlı bir iktisadi büyüme sağlanmıştır. 1963-1977 arasındaki on beş yıllık döneminde yıllık ortalama büyüme hızı % 65 olmuştur. Sanayi sektörünün yıllık ortalama büyüme hızı ise % 95 olarak gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde özel sektör özellikle tüketim malları sayesinde büyük miktarda yatırım yaparak yeni sanayi tesisleri kurmuştur. İplik sanayi dokuma ve giyim sanayi gıda sanayi dayanıklı tüketim malları sanayi dallarında özel sektörün önemli atılım yaptığı görülmektedir. Kamu kesiminin ise ara malları sanayi sektörlerinde büyük miktarda yatırım yaptığı görülmektedir. Kamu sektörü demir-çelik sanayi çimento sanayi ve petrokimya sanayi dallarında yeni sanayi tesisleri kurmuştur.

    1978-1983 yıllarını kapsayan Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı uygulamada başarılı olamamıştır. Türk ekonomisi 1978 yılından itibaren gerileme sürecine girmiştir. Birinci olarak siyasi istikrarsızlık nedeni ile devlet yönetiminin etkinliğini kaybetmesi sonucunda kamu kesimi finansman açıkları giderek büyümüştür. Bu açıklamaların T.C. Merkez Bankası kaynaklarından finanse edilmesi Türk ekonomisinde ciddi enflasyonist baskılar yaratmıştır. 1976 yılında % 15olan enflasyon oranı 1978 yılında % 53’e 1979 yılında % 81’e ve 1980 yılında% 107’e yükselmiştir. Diğer taraftan ithal ikamesine dayalı olarak gelişen sanayi malları ihracatında bir gelişme olmadığından Türk ekonomisinde giderek döviz darboğazı ortaya çıkmıştır. Bunun yanında 1979 yılında yaşanan petrol şoku yani petrol fiyatlarının hızla artması Türk ekonomisini tam bir darboğazına sokmuştur. İmalat sanayinin gereksinme duyduğu ara malların ve yatırım mallarının ithal edilememesi sanayi üretiminde önemli düşüşlere yol açmıştır. Bunun sonucunda büyüme hızı 1978 yılında % 3’e düşmüştür. 1979 ve 1980 yıllarında Gayri Safi Milli Hasıla azalmıştır. Nitekim büyüme hızı 1979 yılında % -03 ve 1980 yılında %-11 olarak gerçekleşmiştir. Sanayi sektörünün büyüme hızları ise 1979 yılında % -53 ve 1980 yılında % -54 olmuştur. Türk ekonomisinde 1979 ve 1980 yıllarında ciddi bir stagflasyon yaşanmıştır.


    1980-2000 Dönemi

    Karma ekonomiyi ve planlamayı esas alan ve ithal ikamesine dayanan büyüme ve sanayileşme politikaları Türk ekonomisinin büyük bir krize girmesi nedeniyle 1980 yılından itibaren terk edilmeye başlamıştır. 24 Ocak 1980 tarihinde uygulamaya konan ekonomik tedbirlerle başlayan süreç içinde serbest piyasa ekonomisini esas alan ve dışa açık ve ihracata dönük bir büyüme ve sanayileşme politikası uygulanmaya başlanmıştır.

    Dışa açık ve ihracata dönük büyüme ve sanayileşme stratejisini gerçekleştirmek için aşağıdaki tedbirler uygulanmaya konmuştur.

    1.Kaynak dağılımında planlama yerine fiyat mekanizmasına ağırlık verilmiştir. Piyasa ve fiyat mekanizmasına işlerlik kazandırmak için fiyat kontrolleri kaldırılmış ve fiyatların arz ve talep şartlarına göre piyasada belirlenmesi esas alınmıştır.

    2.Türk ekonomisinde tasarrufların teşviki ve kaynakların daha etkin kullanılmasını sağlamak için reel faiz politikasının uygulanmasına geçilmiştir. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası faaliyete geçmiştir. Para ve sermaye piyasaları giderek serbestleştirilmiştir.

    3.İhracatın teşviki kaynakların ihracata dönük sanayilere aktarılması ve yatırımlarda ülkenin faktör donanımına uygun teknolojilerin seçilmesi için esnek ve gerçekçi kambiyo kuru politikasının uygulanmasına geçilmiştir.

    4.Sanayinin dış rekabete açılmasını sağlamak için serbest dış ticaret politikası uygulanmaya başlanmıştır. Kotalar miktar kısıtlamaları kaldırmış ve gümrük vergileri düşürülmüştür. Böylece iç sanayi dış rekabete açılarak üretimde verimliliğin ve kalitenin firmalarca esas alınmasına önem verilmiştir. Türkiye 1Ocak 1996 tarihinde Gümrük Birliği’ni uygulamaya başlamış ve Türk sanayi bütünü ile dış rekabete açılmıştır. Gümrük vergileri ve fonlar Avrupa Birliği’ne üye ülkelere sıfırlanmıştır. Üçüncü ülkelere çok düşük oranlara sahip Avrupa Ortak Gümrük Tarifesi uygulanmaya başlanmıştır. Ayrıca Avrupa Birliği’ne üye olmayan Romanya Macaristan Polonya Litvanya İsrail Çek Cumhuriyeti gibi çeşitli ülkelerle serbest ticaret anlaşması imzalanarak dış rekabetin kapsamı genişletilmiştir.

    5.Giderek serbest kambiyo rejimine geçilmiştir. 1989 yılında kambiyo rejimi bütünü ile serbest hale getirilmiş ve sermaye hareketleri bütünü ile serbest bırakılmıştır. Böylece Türk para ve sermaye piyasalarının dünya para ve sermaye piyasaları bütünleşmesi sağlamıştır. Türk parası cari işlemlerde ve sermaye işlemlerinde konvertibl hale getirilmiştir.

    6.Yatırım politikası değiştirilmiş ve devletin alt-yapı yatırımları yapması ve sanayi yatırımlarından çekilmesi uygulaması başlatılmıştır. 1983-1990 yılları arasında enerji haberleşme ve ulaştırma alt-yapı yatırımlarında büyük artış olmuştur.

    7.Ekonomide verimliliğin artırılması devletin sanayiden çekilerek piyasa ekonomisine işlerlik kazandırılması için özelleştirme başlatılmıştır. Ancak Türkiye özelleştirme konusunda başarılı olamamıştır. Yasal düzenlemelerin yapılması gecikmiş ve çeşitli kesimler özelleştirmeye direnmişlerdir.

    8.Yeni teknolojilerin getirilmesi ve yeni ihracat pazarlarının kazanılması için doğrudan yabancı sermaye yatırımları teşvik edilmiştir. Ancak bu konuda gerekli gelişme sağlanamamıştır. Türkiye’de ekonomik istikrarın sağlanamaması bürokrasi ve giderek artan yolsuzluk ve suistimaller yabancı sermayeyi olumsuz yönde etkilemiştir.

    Uygulanan bu politikalar sonucunda Türk ekonomisi 1981-1990 yılları asında ortalama yılda % 53 oranında büyümüştür.Aynı yıllarda sanayi sektörünün yıllık ortalama büyüme hızı % 71 almıştır.

    1990’lı yıllarda Türkiye’de ortaya çıkan siyasi istikrarsızlık Türk ekonomisi üzerinde olumsuz etkiler yapmıştır. Ekonomi yönetimi Türk ekonomisinde fiyat istikrarını sağlayacak ve Türk ekonomisinin sağlıklı büyümesine imkan verecek ekonomik tedbirleri uygulamaya koyamamıştır. Gerekli yapısal düzenlemeler yapılamamış ve enflasyonu kontrol altına alacak para ve maliye politikaları uygulanamamıştır. Kamu kesimleri açıkları 1990’lı yıllarda giderek büyümüştür. Gayri Safi Milli Hasıla’nın % 15’ine varan büyük kamu açıkları iki şekilde finanse edilmiştir.

    a. Kamu açıklarının bir kısmı borçlanma ve finanse edilmiştir. Devletin para ve sermaye piyasalarından büyük miktarda finansman fonu talep etmesi reel faiz hadlerini yükseltmiştir. Bunun sonucunda özel yatırımlar olumsuz yönde etkilenmiştir.

    b. Kamu açıklamalarının bir kısmı Merkez Bankası kaynaklarından finanse edilmiştir. Bunun sonucunda parasal genişleme ortaya çıkmış ve buna bağlı olarak enflasyon giderek yükselmiştir. Enflasyon gelir dağılımını bozmuş ve kaynakların etkin kullanımını olumsuz yönde etkilemiştir.

    Bütün bu olumsuz gelişmeler sonucunda 1990’lı yıllarda ekonomik büyüme hızı azalmış ve sanayileşme yavaşlamıştır. 1991-2000 yılları arasında ortalama büyüme hızı % 36 olarak gerçekleşmiştir. Sanayinin büyüme hızı % 45 olmuştur. Türk ekonomisi 1994 yılında önemli bir ekonomik kriz yaşamış ve Türk ekonomisinde ilk olarak konjonktürel işsizlik ortaya çıkmış ve takriben 500 000 kişi işini kaybetmiştir. 1994 yılında ekonomi % 6 oranında küçülmüştür.

    1980-2000 döneminde ekonominin dışa açılması yönünde önemli bir başarı elde edilmiştir. 1979 yılında 14 milyar dolar olan ihracatımız 2000 yılında 28 milyar dolara ulaşarak 20 kat artmıştır. Sanayi ürünlerinin ihracat içindeki payı 1979’da % 45 iken bu oran 2000 yılında % 90’a yükseltilmiştir. Bu veriler dışa açık ve ihracata dönük sanayileşme politikasının başarılı olduğunu göstermektedir.

    Son olarak 1923-2000 yılları arasında Türk ekonomisinin yapısında meydana gelen değişimi belirtmek faydalı olacaktır. 1923 yılında Gayri Safi Milli Hasıla içinde Tarım sektörünün payı % 70 hizmet sektörünün payı % 24 ve sanayi sektörünün payı % 58’dir. 1923 yılında toplam istihdam içinde tarımın payı % 80 hizmet sektörünün payı % 16 ve sanayi sektörünün payı % 4 dolayında bulunuyordu. Bugün toplam istihdam içinde tarım sektörünün payı % 35 hizmet sektörünün payı % 45 ve sanayi sektörünün payı % 20’dir. Satın alma gücü paritesine göre 2000 yılında Türkiye’nin Gayri Safi Milli Hasılası 400 milyar dolar ve kişi başına düşen gelir 6200 dolardır.


    Bütün bu gelişmeler Cumhuriyet döneminde çeşitli çalkantı ve yetersizliklere rağmen genel olarak iktisadi büyüme ve sanayileşmede önemli başarılar elde edildiğini göstermektedir.

  3. #3
    BaŞKa ZaMaN.... YaGMuR_YüReKLiM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.09.2009
    Bulunduğu yer
    Hayat 0'ın 6'da
    Mesajlar
    4.368
    Post Thanks / Like
    Blog Girişleri
    4

    Sosyal Aglarim

    Add YaGMuR_YüReKLiM on Facebook
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    210

    Standart

    KURTULUŞ SAVAŞINDAN GÜNÜMÜZE TÜRK DIŞ
    EKONOMİSİNDE GELİŞMELER


    Bu yazının amacı Kurtuluş Savaşı sonrası yeni Cumhuriyet’in doğum sancıları çektiği dönemlerde karşı karşıya bulunduğu ekonomik sorunları ele alıp bulunduğu ekonomik sorunları ele alıp bunları günümüzdeki durumları ile ilişkilendirmeye çalışmaktır.

    Kurtuluş Savaşı sonucunda Lozan Konferansı’nda bir taraftan barışı sağlamak ve yeni Türk Cumhuriyeti’nin varlığını tescil ettirme çabası yanında Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomi ve maliye alanlarındaki mirasını Türk Devleti’ne yükletmek isteyen müttefiklere karşı verilen mücadele çok zorlu geçmişti. Musul sorunu ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus değişimine ek olarak çözüm bulunması gereken ekonomik sorunlar şunlardır:

    a. Kapitülasyonların sona erdirilmesi ve yabancılara tanınan imtiyazlar sorunu;
    b. Osmanlı dış borçlarının çözümü sorunu;
    c. Gümrük tarifeleri;
    d. İstila masrafları ve savaş tazminatı.

    Bu konuların nasıl bir çözüme kavuşturulacağı yeni Cumhuriyet’in ileri yıllardaki ekonomik ve politik bağımsızlığının ve yıkıntı halinde geri kalmış bir ekonomiyi modern bir topluma çevirme çabasının belirleyicisi olması açısından önem taşımaktaydı. Bu yazıda yukarıdaki sorunlarda ilk üçü üzerinde yoğunlaşacağım. İstila masrafları ve savaş tazminatı konusunu da emperyalist güçlerin mantık ve etik dışı davranışlarını ortaya sermek amacıyla kısaca değineceğim.



    Kapitülasyon

    Kapitülasyonlar Konferansın en çekişmeli konularından birini oluşturmuştur. Bu konu Konferansın Şubat ayında kesintiye uğramasına yol açan konuların başında yer almaktaydı. İnönü konunu önemini şu cümlelerle ifade etmiştir: “Bu mevzu Türk aydınlarının eski ve aziz bir rüyası idi ve daha konferans başlamadan evvel her vatanperverin zihninde yer etmişti” (İnönü (19981) s.126). İnönü Birinci Dünya Savaşı’na girmemizin bedeli olarak dahi Almanların kapitülasyonların kaldırılmasını mutlak suretle ve kendi hesaplarına kabul etmediklerini belirtmektedir (İnönü (1998I) s.126).

    Yine İnönü’nün ifadesiyle “kapitülasyonların müzakeresi konferansın başından sonuna kadar ümitsiz bir şekilde devam etmiştir”. Bu konuda ısrar eden ülkeler arasında “asırlarca kapitülasyonların sıkıntısını çekmiş olan” (İnönü (1998I) sç126) Japonya’nın da yer almasını İnönü anlamakta güçlük çekmektedir. Nitekim serbest ticaret uygulamaya zorlanan ve gümrük vergilerini yükseltmek egemenliğini 1929 yılına kadar kullanamayan Türkiye’nin yanında İran Mısır ve Japonya’da bulunmaktaydı (Madison (1989)ç Sevr Anlaşması’nda kapitülasyonlar Patrikhanenin imtiyazlarının arttırılması ve azınlık haklarının İs-lam milletlere de teşmili yoluyla genişletilmişti. “Görülüyor ki kapitülasyonların kaldırılmaması Türk’ten başka olan yerli ve yabancı bütün unsurların müşterek davası idi. Bu dava o kadar muazzam çetin ve zahmetli olmuştur.(İnönü (1998I) s.127).

    “Gençliğimden beri kapitülasyonların yalnız iktisadi hükümlerinden dolayı elimiz kolumuz bağlı bilirdik. İşin içine girdikten sonra anladım ki kapitülasyonun adli kısmıdır. Nitekim mali ve ticari hükümlerden dolayı fazla güçlük çıkarmaksızın kapitülasyonların kalkmasını kabul ettiler. Ama adli kısım üzerinde sonuna kadar direndiler” (İnönü (1998 II) s.46).

    4 Şubat 1923’te Konferansın kesintiye uğradığı ana kadar İnönü’ye sürekli olarak İtalyan murahhası aracılığı ile teklifler taşınmıştır. Sonuçta “Montogna formülü” adı ile anılan bir çözüm bulunmuştur. İleri sürülen teklife göre Türkiye’nin adli idaresinin iyileştirilmesi için hiç olmazsa 5 yıl için Türkiye’de yabancı hukukçulardan oluşan bir müşavir heyetin bulunması isteniyordu. Bu müşavirlerin iştirak edecekleri bir komisyon Türkiye’de adli idarenin ve tutukevlerinin iyileştirilmesi için proje hazırlayacaklardı. Yabancıların davalarında daima yabancı hukuk müşaviri bulunacaktı. Yabancılar akında celp tutuklama ve evlerinin aranması emirleri ancak yabancı müşavirlerin onayı alındıktan sonra verilebilecekti.

    Teklife göre bu yabancı müşavirleri uluslararası adalet divanı seçecekti. Bunlar haklı örmedikleri mahkeme kararlarını bozdurmak için Adalet Bakanına itiraz edebileceklerdi. İnönü geçici bir süre için yabancı hukukçulardan müşavir olarak yararlanmayı kabul etmekle beraber bunların Birinci Dünya Savaşı’na ve İstiklal Harbi’ne katılmamış devlet vatandaşları arasından seçilmesi bunların uzman olarak bizim memurumuz olarak Adalet Bakanlığı’na bağlı olarak çalışmaları koşuluyla bu öneriyi kabul etti. Lord Curzon ve Poincare bu öneri üzerinde mutabık kalmışlardır. Konferans genel sekreteri Massigli bunun üzerine Türk Heyeti de kabul ederse Konferans’ın kesintiye uğramadığı ara verildiği tarzında değerlendirme yapacağını dile getirmiştir.

    Fakat Konferans yeniden toplandığında adli kapitülasyonlar sanki üzerinde uzlaşmaya varılmamış gibi yeniden tartışmaya açılmak istenmiştir. İnönü buna şiddetle karşı çıkmıştır. Tartışmalara Amerikan delegesi Grew da katılmıştır. General Pele uzlaştırmaya ilk önerinin sahibi Montogna da iknaya çalışmaktaydı. En sonunda uzun müzakereler ve tartışmalardan sonra 4 Şubat’ta üzerinde anlaşılan şekliyle bir sonuca varılmıştır. İnönü’nün bulduğu çözüm İsviçreli İsveçli Hollandalı ve İspanyol dört hukuk müşavirine verilmiş fakat bunlar hukuk sisteminde yapılan iyileştirmelerde görev almamışlar ve görev süreleri sonunda verdikleri raporda “Türk mahkemelerinin bütün medeni memleketlerde olduğu gibi muntazam çalıştığını Türk hakimlerinin vazifelerinin ehli olduklarını itiraf etmişlerdir” (İnönü 1998 II s.54).

    “Kapitülasyonlar müttefiklerin ve bütün büyük devletlerin hassasiyetle üzerinde durdukları başlıca mesele olmuştur. Başından beri kapitülasyonlardan vazgeçmek istemediklerini anlıyordum” (İnönü 1998 II s.51).

    İnönü bütün bu çabada yeni Türk Devleti’nin egemenliğini ve onurunu ön planda tutma mücadelesi vermiş ve kazanmıştır.

    “İstiklal Harbi’nin başlıca amaçlarından biri asırlık kapitülasyon belasından memleketi kurtarmak idi. Ve biz Lozan Konferansına giderken kapitülasyonları kaldırmak için kararlıydık…..Lozan’ın iki devrinde dokuz ay müddetle kapitülasyonların kaldırılması için bütün müttefiklerle mücadele ettik muvaffak olduk (İnönü 1998 II s.52).

    “Türk hakimlerinin istiklal ve itibarını kurtarmak Lozan Antlaşması’nın başlıca konusu olmuştur.Bu sonuçtan dolayı memleketimiz her medeni memleketin adaleti kadar haysiyet ve itimada kavuşarak vazife görmüş ün salmıştır.” (İnönü 1998 II s.54).

    Bugün “uluslararası tahkim yasası”nı görse İnönü acaba ne derdi? Emperyalist ülkeler Lozan’da adli kapitülasyonların devamında direnirlerken bütün istedikleri gayrimüslimlerin adli konulardaki işlemlerinin (beş sene müddetle) yabancı hukukçulardan oluşan bir müşavir heyetin denetiminde ve onayında olmasını istiyorlardı. Tahkim yasası ise Türkiye’deki yabancı şirketlerin Türk adaletini ve denetimini dışlamasıdır. Bu yasayla getirilen uygulama Türk adaletine duyulan güveni ve Türk adaletinin onurunu ortadan kaldırmıştır.


    Osmanlı Borçları (Düyunu Umumiye)

    Lozan Konferansı’nda çözümü bekleyen sorunlardan biri Osmanlı borçları idi. İlk sorun bu Osmanlı borçlarından Türkiye Cumhuriyeti’ne düşen kısmın belirlenmesi ikincisi ödemenin hangi para birimiyle yapılacağı konusu idi. İlk konuda Osmanlı borçlarının tümünün Türkiye’nin ödemesi gerektiği konusundaki ısrarlara İnönü şiddetle karşı çıkmış bu borcun Türkiye Devleti’nin yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan diğer devletler arasında paylaşılması gerekliliğini ileri sürerek bu görüşünü sonunda kabul ettirmiştir. Bu şekilde Türkiye’nin payına 91 milyon lira düşmüştür.

    Ödemenin hangi para birimiyle yapılacağı Türkiye açısından son derece önemli bir konuydu. Borçlanma altın ile yapıldığı için Türkiye’nin de borçlarını altın ile ödemesi gerektiği konusundaki ısrarları da İnönü reddetmişti. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla o zamana kadar uygulanmakta olan altın standardı terkedilmişti savaş sonrası tekrar bu sisteme dönüşte ülkeler altın karşısındaki paralarının değerini yeniden belirlemişlerdi. İngiliz lirası altın ile başa baş belirlendiği için borçların veya İngiliz lirası ile ödenmesi durumunda 91 milyon liralık borç 600 milyon liraya çıkacaktı (İnönü1998 II s.62). Bu nedenle İnönü ödemenin değeri altın karşısında devalüe edilmiş Fransız frankı ile yapılmasını istiyordu. İngilizler ödemenin altınla yapılması konusunda ısrar ediyor Konferansı terk etmekle tehdit ediyorlardı. Osmanlı borçlarının yüzde 60’ına sahip olan Fransa ise bir çözüm bulunamadığı takdirde alacağını tamamen kaybedeceği endişesiyle daha ılımlı davranmaktaydı.

    Konferans süresince bir anlaşma sağlanamadığı için Konferansın (ve barışın) tehlikeye girmesini önlemek amacıyla taraflar herhangi bir taahhütle bulunmadan bu konu Konferans anlaşmasının dışında bırakılmış kısmi bir uzlaşmaya gidilmiştir. “Muharrem Kararnamesi” ilga edildiği için Türkiye Hükümeti’nin gelirleri artık borca karşı gösterilemiyordu ve 1929 yılına kadar Türkiye borç ödemesi yapmadı.

    Osmanlı döneminde ilk borçlanma 1854 yılında yapılmıştır. Bu tarihte 1874 yılına kadar 20 senelik süre içinde bir çok defa borçlanma yapılmış borç indirimi yapılmış. Borçlanmanın ikinci dönemi 1890’dan 1914’e kadarki dönemdir. İnönü hatıralarında şöyle bir gözlemde bulunuyor: “bütün bu yetmiş sene içinde (1854-1923) devlet kasasına takriben 220 milyon lira kadar bir para girmiş ve bu müddet zarfında borç ödemek üzere devlet kasasından 170 milyon lira kadar para çıkmış. Harbiumumi başladığı zaman 140 milyon lira borcumuz varmış. Bu meselenin içine girdiğim zaman benim edindiğim fikir şu oldu: Borç alan borçlandıktan sonra mütemadiyen verir. Ve aradan 50 yıl geçer hesaplaşıldığı vakit borçlandığı zamandaki kadar borcu olduğunu görür” (İnönü 1998 IIs.60). İnönü Osmanlı İmparatorluğu’nun içine düştüğü bu borç batağı konusunda “gerek mutlakiyet gerek meşrutiyet ricali’ni sorumlu tutmaktadır.

    Bu arada çok iyi bilinen İnönü ile Lord Curzon arasındaki konuşmayı hatırlatmakta yarar vardır. Lord Curzon: “Konferansta bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi makul olduğuna haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz..ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır….. Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz… İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz.” Lord Curzon’un bu sözleri kulağımda kalmıştır ve sözünün geçtiği her yerde hatırlamışımdır. Lozan Konferansı olalı 45 sene geçti. Bu sözleri hiçbir zaman unutmadım. Bu 45 sene içinde para almak için müracat ettiğimiz her yerde bu ihtimali görmüşümdür” (İnönü 1998 I S.130). İnönü şöyle devam etmektedir: “Hakikat şudur ki İkinci Cihan Harbi kapı önünde görünceye kadar mali bakımdan bize kolaylık gösterilmemiştir. Ve Türkiye kendisini kendi alın teri ile tamir ederek İkinci Cihan Harbi’ni idrak etmiştir.” (İnönü1998 I 131).

    İnönü kendisini amatör bir diplomat amatör bir politikacı olarak görmesine karşın söz konusu devletin çıkarları olduğu zaman ne zaman titiz ve dürüst bir devlet adamı olduğunu Lozan Konferansı müzakerelerinde ve sonrasında kanıtlamıştır. Dış ticaret borçlanmanın bir karşılığı olacağını mutlaka ülkenin bağımsızlığından feragat edileceğinin bilincindeydi. En sıkıntılı zamanlarda bile ülkenin onurundan ve bağımsızlığından feragat etmek için dış yardıma başvurmamıştır. Aşağıda belirteceğimiz gibi 1932 yılında sağlanan bir kereye mahsus dış borçlanma ise verimli yatırımlar için kullanılmış bundan sonra 25 yıllık sürede dış borçlanmaya gidilmemiştir. 1950’lerden sonra giderek artan boyutlardaki borçlanmanın Türkiye’yi nasıl bir batağa sürüklediğini aşağıda ele alacağız.

    Borç sorunu 1928’in Haziran ayında Milletler Cemiyeti aracılığı ile çözüme kavuşturuldu. Lozan’da üzerinde görüş birliğine varılan 1912’den önce ve bu tarihten sonra yapılan borçlanmanın ayrılması konusu uygulamaya konuldu. Osmanlı borçlarından Türkiye’ye düşen miktar 1912 öncesi borçların yüzde 62’si 1912’den sonra yapılan borçlanmanın yüzde 76’sı olacağı kabul edildi. (Hershlag 1958 s.23)

    Türkiye ile alacaklılar arasındaki müzakereler bu tarihten sonra da devam etti ve Nisan 1933’de Türkiye’nin borcunu 8 milyon Türk altın lirası (veya 962636000 Fransız frankı) olarak belirleyen ve yıllık borç geri ödemesi olarak alacaklılara 700000 altın lira karşılığı verilen yüzde 71/2 faizli 500 frank kupürlü tahvillerin 1944 yılında ödenmesiyle Osmanlı borçları tamamiyle tasfiye edilmiş oldu (Hershlag 1958 s.23).

    Borç ödemeleri 1914/1915 bütçesinin üçte birini yutmaktaydı. Osmanlı borçlarının geri ödenmesinin 1929 yılına kadar dondurulması nedeniyle 1920’ler de bir ödeme yapılmadı. 1930’larda ise toplam borç miktarının ve ödeme koşullarının belirlenmesindeki başarıya rağmen bütçenin yüzde 15-18’i borç ödemelerine gitmiştir.

  4. #4
    BaŞKa ZaMaN.... YaGMuR_YüReKLiM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.09.2009
    Bulunduğu yer
    Hayat 0'ın 6'da
    Mesajlar
    4.368
    Post Thanks / Like
    Blog Girişleri
    4

    Sosyal Aglarim

    Add YaGMuR_YüReKLiM on Facebook
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    210

    Standart

    Gümrük Vergileri

    Lozan Konferansında ayrı bir müzakerede ele alınan gümrük vergileri konusu birçok yönden önem taşımaktaydı:

    a. Gümrük vergileri gelirlerinin Devlet maliyesi açısından önemi

    b. ödemeler dengesini sağlama hedefi

    c. yurt içi ekonomik faaliyetlerin özellikle sanayinin korunmasına olanak verecek şekilde ithalatı ve ihracatı kontrol altına alacak bir dış ticaret politikasının belirlenmesi.

    Osmanlı imparatorluğu döneminde yapılan anlaşmalarla ekonomi bir serbest pazar halinde tutulmaya zorlanmış bu uygulama ile sanayileşme bir yana ekonomideki mevcut sanayi işletmelerinin yok olmasına yol açılmıştı.18. ve 19.sanayi devrimini gerçekleştiren Batı’nın modern üretim teknikleri karşısında el emeğine dayanan Anadolu sanayinin rekabet etmesi mümkün değildi. Doğan Avcıoğlu’nun çeşitli kaynaklardan aktardığına göre 19. yüzyılın ikinci yarısında Şam Diyarbakır Halep Bursa gibi geleneksel dokumacılık merkezlerinde dokuma tezgahları kapanmaya başlamıştı. 1847’den önce İmparatorluğun en önemli ipekçilik merkezi olan Bursa’da yüzlerce tezgahta 25 bin okka ipek işleniyordu. Serbest ticaretin başlamasından kısa bir süre sonra tezgah sayısı 75’e işlenen ipek miktarı 4 bin okkaya düşmüştü. Yine önemli ipekçilik merkezi olan Bilecik’te dut ağaçları sökülmüştü. Ankara tiftik dokuma ihracatçısı iken kısa sürede ham tiftik ithal eder duruma düşmüştür. Batının rekabeti karşısında Anadolu’da ki mevcut sanayinin çöküşü sadece dokuma sanayi ile sınırlı kalmamış dış ticarete konu olan malların ürettiği diğer faaliyetlerde de aynı durum yaşanmıştır.

    19. yüzyılda Osmanlı idaresi modern bir sanayi kurmak için ciddi çabalar göstermiştir. Fakat kurulan sanayiler (örneğin Basmahane ve Hereke kumaş fabrikaları Tophane fabrikası Beykoz İnceköy porselen ve cam fabrikaları ve Beykoz kundura çizme palaska ve diğerleri) batının rekabeti karşısında varlık gösterememiş ancak devlet yardımıyla ayakta kalabilmişlerdir. ( Avcıoğlu1968 s.54-55).

    Batı’nın rekabeti karşısında sanayi çöken Osmanlı Devleti daha önce ürettiği malları ithal eder duruma düşmüştür. Bunun sonucunda giderek büyüyen dış ticaret açıkları önceleri altın ve gümüş ihracı ile finanse edilmeye çalışılmış bu rezervler tükenince dışardan borçlanma yoluna gidilmiştir. Bu şekilde yapılan ilk borçlanma 1854 yılındadır. İnönü’nün anılarında çok güzel anlattığı gibi bir süre sonra borcun anapara ve faizi için tekrar borçlanma yoluna gidilmiş ilk borçlanmadan 30 yıl geçmeden Osmanlı maliyesi iflasını ilan etmiş ve 1881 yılında Duyunu Umumiye İdaresi kurulmuştur.

    Bu gelişmeler emperyalist ülkelerin neden kontrolü altındaki ülkelere düşük gümrük tarifeleri uygulanmasını empoze ettiklerini açık bir şekilde göstermektedir: Serbest ticarete zorlanan ülkelerdeki mevcut sanayi yok olduktan sonra bu ülkeleri hammaddenin ucuz temin edileceği mamul malların serbestçe satılacağı bir pazar haline getirmek uygulamanın birinci kısmını oluşturmuştur. Bu şekilde ulusal sanayileri yok olan ve giderek ithalata bağımlı hale gelen ülkelerinin artan dış ticaret açıklarının finansmanı yoluyla da bu ülkeleri mali bakımından bağımlı hale getirmişlerdir. 19. yüzyıl başlarında İngiltere ve Hollanda gibi emperyalist ülkeler kontrolleri altında bulundurdukları geniş sömürgelerin yanı sıra Çin Mısır İran Tayland ve Osmanlı Devleti gibi nominal olarak bağımsız ülkelere de serbest ticareti empoze etmişlerdi. Japonya da 1911 yılına kadar maksimum tarifenin yüzde 5 olduğu serbest ticaret kulübünün zorunlu üyesiydi. Bu dönemde A.B.D Rusya ve Latin Amerika ülkeleri dönemin en korumacı ülkeleriydi (A. Madison 1989 s.45 46). İşin ilginç yönü ve İnönü’nün anlamakta zorluk çektiği nokta aynı sıkıntıları yaşamış olan Japonya’nın on sene sonra Lozan Konferansı’nda aynı emperyalist ülkelerin yanında yer alıp Türkiye Devleti’nin gümrükler üzerindeki egemenliğini kullanmasını kısıtlama yönünde baskıda bulunmasıdır.

    Tablo 1 Türkiye Devleti’nin gümrükler üzerindeki egemenliğini elde ettiği 1929 yılı öncesi ve sonrasındaki gelişmeleri göstermektedir. Görüleceği üzere 1929 yılına kadar Türkiye’nin dış ticaret dengesi sürekli açık verirken bu tarihten sonra açık fazlaya dönmüş ve 1947 yılına kadar bu fazlalık devam etmiştir. Yine Tablo 1’den görüleceği gibi ticaret dengesindeki bu fazlalık değer olarak ihracattaki artıştan değil ithalatın kontrol altına alınmasından sağlanmıştır. Hatırlanacağı gibi 1929 yılı A.B.D.’de başlayan ve bütün dünyayı etkisi altına alan Büyük Bunalım’ın başladığı yıldır. Bu bunalımın en şiddetle hissedildiği 1929-1932 yılları arasında (şimdiki) OECD ülkelerinde ithalat hacim olarak yüzde 25 düşmüş uluslar arası sermaye piyasası çökmüş dünya ihracat fiyatları yarı yarıya düşmüştür (bkz. Madison 1989 s.53). Böylece bir dünya konjonktüründe ekonomisi bir yıkıntı içinde bulunan yeni Türkiye Devleti’nin ihracatında düşüşün olması bir tarafa miktar olarak ciddi bir artışın sağlanabilmesi dikkat çekicidir (Tablo 2).


    Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Ekonomik Gelişme

    Atatürk’ün ekonomi politikası bağımsızlık temelleri üzerine oturtulmuş ulusal bir politikadır. Politik bağımsızlığın ana koşulunun ekonomik bağımsızlık olduğunu çok iyi kavrayan Atatürk bu amacını çok büyük olanaksızlıklar içinde gerçekleştirmiştir.

    Ekonominin içinde bulunduğu çok zor koşullar altında bağımsızlık ilkesinden ödün vermeden ülkenin imarı ve ulusun kalkınması ancak yine ülkenin sınırlı kaynakları ile gerçekleştirilecek demekti.

    Devletin bu dönemde ekonomideki varlığı Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan devlet tekelleri (tuz petrol benzin barut ve patlayıcı maddeler tekelleri) ve fabrikalardan ibaret kalmıştır. 1915 yılında sayıları 22’yi bulan ve Osmanlı döneminde devlete ait olan bu fabrikalar 1925 yılında kurulan Sanayi ve Maadin Bankası tarafından devralınmıştır. Devletin bu dönemde en önemli ekonomik faaliyeti demiryolları yapımıdır. 1930 yılında demiryolları Ankara’dan Sivas’a ulaştı. 1928 ve 1929 yıllarında Ankara-Ulukışla ve Mersin-Adana hatları yabancı şirketlerden satın alındı.

    Atatürk’ün ortaya koyduğu ekonomi politikasının başarısı ortadadır. 1929
    Bunalımı sonucu bütün dünya ekonomisi büyük bir ekonomik çöküntü içindeyken Türkiye 1930’lu yıllarda ulusal bir sanayileşme hamlesini başlatmış 1930-1932 döneminde yıllık ortalama yüzde 3.5 1933-39 döneminde ise yüzde 8.1’lik bir büyüme sağlamıştır. Aldığı önlemlerle ticaret dengesi açığını (1938 yılı dışında) fazlaya çevirmiştir. 1932-1939 yılları imtiyazlı yabancı şirketlerin tasfiye edildiği demiryollarının millileştirildiği yıllardır. Türk ekonomisinde büyük yeri olan iktisadi devlet teşekküllerinin en önemlilerinden olan Sümerbank Eti-bank Denizcilik Bankası v.s. bu dönemlerde kurulmuşlardır. Türkiye sanayinin temelini oluşturan demir-çelik dokuma kağıt kimya şeker cam gibi sanayi dalları bu dönemde geliştirilmiştir. Kısacası bu dönemin ekonomi politikasını başarılı bir milli bir sanayileşme çabası olarak yorumlamak yanlış olmaz.

    Bütün bu çabalar yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çok dar olanaklarıyla gerçekleştirilmiştir. Dışardan sağlanan tek kaynak Mayıs 1932 tarihinde Sovyetler Birliği ile imzalanan $8 milyon tutarında faizsiz 20 yıllık bir borçlanma anlaşmasıdır. Bu gelişmekte olan bir ülkeye verilen ilk borç örneğidir ve bunu izleyen 25 yıl içinde başka borçlanmaya gidilmemiştir. Bu borç şeker fabrikaları ve Kayseri’de kurulacak olan dokuma fabrikaları için Sovyet malzemesi alımında kullanılacaktı. Planın proje yapımı ve finansmanını Sümerbank üstlenmişti.


    Türkiye’nin Bugün Geldiği Nokta

    Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu şöyle özetleyebiliriz: 2001 yılı itibari ile dış borç stoku 112 milyar $ (G.S.M.H.’nın %75’i) iç borç stoku 117 katrilyon TL (G.S.M.H.’nın %64’ü) iç ve dış borç faiz ödemeleri konsolide bütçe vergi gelirlerinden daha fazla (%103) 1950’li yılların sonunda başlayarak gittikçe artan sıklıkla yaşanan krizler ve bu krizlerden çıkmak için IMF ile yapılan 16 stand-by anlaşması.

    Türkiye nasıl bu duruma düştü? Bu sorunu cevabını bulabilmek için 1950 den bu yana yaşanan ve krizlere yol açan gelişmeleri özet olarak aşağıda Tablo 3 yardımıyla ele alacağız. 1929 Bunalımı’nın etkilerinin yaşandığı 1930’lu yıllar ve II. Dünya Savaşı yılları sıkıntılarına karşı Türkiye’de bir kriz yaşanmamıştır.


    1950-1958 Dönemi

    Savaş sonrası Batı Avrupa’daki toparlanma ve Marshall Planı yardımıyla başlatılan altyapı yatırımlarının etkisiyle 1950’lilerin ilk yarısında hızlı bir büyüme yaşandı fakat yatırımların bütçe açıklarıyla finanse edilmesiyle enflasyon yükselmeye başladı (resmi yayınlarda %10 gerçekte %20’lerde seyreden bir enflasyon). Hükümetin bu gelişmelere tepkisi giderek artan döviz ve fiyat kontrolleri ve gümrük vergilerinin yükseltilmesi oldu. Uygulanan sabit kur rejimi nedeniyle Türk lirası değer kazanması sonucu cari işlemler dengesi açıkları giderek büyüdü ve ithalatın kısıtlanması üretimin düşmesine yol açtı. Dört yıl boyunca büyüme hızı düştü dışardan giderek daha elverişsiz koşullarla borçlanmaya gidildi… Sonunda dış kaynaklar borç vermeyi durdurdu. 1958’de koşullar kötüleşti ithalat durdu ve üretim düştü. Petrol ithalatının yapılamaması sonucunda hasatın yapılması tehlikeye girdi. En sonunda Hükümet direnmekten vazgeçip 1958 yılında IMF desteği ile stabilizasyon programını uygulamaya koydu. TL devalüe edildi (Dolar kuru 2-80 TL’den 9.00 TL’ye yükseldi). 1953-54’den itibaren ithal edilen malların bedellerinin ödenmemesi sonucunda biriken borçlar 584 milyon dolara ulaşmıştı.


    1960-1970 Dönemi

    Yeni oluşturulan Devlet Planlama Teşkilatı’nın hazırladığı 5 yıllık kalkınma planlarıyla ithal ikamesine dayanan sanayileşme politikası uygulamaya konuldu. Enflasyonun düşmesiyle 1960’lı yıllarda iyi bir büyüme hızı sağlandı fakat 1960’ların sonunda ticaret ve cari işlemler dengelerindeki açıkların devam etmesiyle döviz sıkıntısı tekrar yoğunlaşmaya başladı. 1970 yılında tekrar IMF’ye başvurulmak zorunda kalındı.Uygulamaya konulan stabilizasyon programı ile Türk lirası devalüe edildi (Dolar kuru 9.00TL’den 14.00TL’ye yükseltildi).


    1970-1980 Dönemi

    1970 devalüasyonu ile artan cari işlemler gelirleri özellikle işçi dövizleri girişleri stabilize edilemedi ve ekonomide parasal genişleme süreci başladı. Döviz sıkıntısının olmadığı bu dönemde geleneksel olmayan ihraç ürünlerine verilen teşviklerle ihracatta bir artış başladı. 1973 yılında OPEC’in petrol fiyatlarını üç kat artırmasına karşı gerekli uyum önlemleri alınmadı. Ödemeler bilançosu açıkları giderek büyümeye başladı. Döviz kurunda gerekli ayarlama yapılmaması sonunda azalan işçi dövizlerini çekebilmek ve kamu açıklarının finansmanına özel sektörün rakip olmaması onların dışardan borçlanabilmeleri için uygulamaya konulan Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM) hesaplarına Devlet garantisi getirildi. 1977’ye gelindiğinde ithalat aksamaya başlamıştı ve ihracat gelirlerinde de düşüş başlamıştı. Bu yılda büyüme hızı önceki üç yılın yarısı kadar gerçekleşti.

    1978-79 yıllarında kriz dönemine girildi. Dış borçların ertelenmesi çabaları sonuçsuz kaldı mali reform gerçekleştirilemedi. Enflasyon yüzde 100 sınırına yaklaşırken üretim düştü. 1975-1980 dönemi 1950’den sonraki en düşük büyüme hızının yaşandığı dönem olmuştur. 1979 yılında rezervler tükendi. İthalat yapılamadığı için üretim hızla düşmeye başladı. 1958 devalüasyonu öncesi kriz dönemi tekrar yaşanmaya başladı.

    DÇM’lerin ekonomiye maliyeti giderek büyümeye başladı ve krizi hızlandıran bir etki yarattı. (1975 yılında $1.2 milyar olan DÇM hesapları 1977’de $6.1 milyara yükselmişti).

    Bu dönemde ortaya çıkan krizin nedeninin petrol fiyatlarının artışı ve buna uyum sağlanmaması DÇM’ler ve yatırımların dış borçlanmayla finanse edilmesinin olduğu görülmektedir. 1975’de $5 milyarın altında olan dış borçlar iki yıl içinde $15 milyara 1980’de $20 milyara yükseldi. Bu arada dış borç yapısı da bozuldu 1977 ve 1978 yıllarında kısa vadeli borçların toplam borçların yarına ulaşması dışardan borçlanmanın giderek güçlendiğinin bir göstergesidir. (Tablo 5)

    Bu gelişmeler karşısında 1978 ve 979 yılında IMF güdümünde hazırlanan istikrar tedbirleri zayıf koalisyon hükümetlerince uygulanamadı ve bu programlar uluslararası mali çevrelerden yeterli desteği göremedi. Kriz sürecinin büyümesi 1979’un sonlarında askeri müdahale ile sonuçlandı. Ertesi yılın başında 24 Ocak Kararları olarak anılan istikrar tedbirleri yürürlüğe konuldu.


    1980-1990 Dönemi – 24 Ocak Kararları

    24 Ocak Kararları ile mal ve faktör piyasalarında fiyatların faiz ve döviz kurunun piyasada belirlenmesi ilkesi belirlendi. İthalat rejimi serbestleştirildi ihracatı yoğun bir şekilde teşvik eden ve yabancı sermayeyi teşvik edici politikalar uygulamaya konuldu. KİT’lerin ve Devlet’in ekonomideki ağırlığının azaltılması hedeflendi. Bu kararlar ekonomide bir kabuk değişimine işaret etmekteydi. Planlı ithal ikamesine dayalı büyüme yerine liberal ekonomi politikalarının uygulandığı devletin ekonomideki ağırlığının azaltılamaya çalışıldığı bir dönem.

    1983 seçimlerinden sonra genişletici para ve maliye politikaları ile hızlı bir büyüme sağlandı fakat enflasyon hızının yükseldiği bir sürece girildi. İç ve dış borçların ivme kazanması ile dış borçlar 1981’de $14.5 milyardan 1991’de $50.5 milyara iç borçlar ise 1080’de TL 721 milyardan 1983’te 3.2 trilyon TL’ye 1991’de 98 trilyon TL’ye yükseldi. İç ve dış borç faiz ödemeleri 1981 yılında vergi gelirlerinin yüzde 6’sını oluştururken 1991 yılında bu oran yüzde 30’ugeçti.(Tablo 4)

    Artan enflasyon ve borçlanma sonucunda reel faizler yükseldi döviz açığı nedeniyle devalüasyon beklentisi yaygınlaştı ve 1988-89 yıllarında ekonomik durgunluk sürecine girildi. Durgunluğu aşmak için yürürlüğe konulan 4 Şubat 1989 Kararları ile döviz girişini artırıcı önlemler alındı. Yabancı sermaye girişi yüksek faizlerle teşvik edildi. 32 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Türk lirasının konvertibilitesi sağlandı. Konvertibilitenin amacı kaynağı araştırılmaksızın yabancı fonları Türkiye’ye çekebilmekti. Böylece kontrolsüz sermaye giriş ve çıkışları bir taraftan Türkiye’yi kara paranın aklandığı bir cennete dönüştürürken diğer taraftan bu istikrarı bozucu spekülatif sermaye hareketleri ileriki yıllarda ekonomi yönetiminin para politikası araçlarını kullanma etkinliğinin giderek azaltmasına yol açmıştır.


    1989-1997 Dönemi – 5 Nisan 1994 Kararları

    Artan harcamaları karşılamak için içerden ve dışardan yapılan borçlanma ve Merkez Bankası avanslarının kullanılması sonucu ortaya çıkan piyasadan emilememesi sonucu 1993 yılında bir talep patlaması ve enflasyonist süreç başladı. TL’den kaçış başladı ve ticaret dengesinde rekor düzeyde $14 milyar cari işlemler dengesinde 6.4 milyar TL açık ortaya çıktı. Derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin kredi notunu düşürmesi üzerine piyasalarda başlayan karmaşayı M B’nın $3.5 milyar döviz satması yatıştırmaya yetmedi. Döviz kuru ve faizler yükselmeye devam etti. Faizleri düşürme çabası mali fonların dövize kaymasına yol açtı. Bu karmaşayı durdurmak amacıyla 5 Nisan 1994 İstikrar Programı açıklandı. Mali piyasalarda tam bir kaos yaşanırken Devlet’te israf ve savurganlık artmaktaydı. Kayıt dışı ekonominin boyutu devletin etkinliğinin ne derece zaafa uğradığı ve yozlaşmanın düzeyini göstermektedir. Kamu borçlanma gereğinin artışı bir taraftan Merkez Bankası kaynakları kullanımını artırmış borçları borçlanarak ödeme kısır döngüsü sonucu dış borçlarda 1988-93 arasında %65’lik iç borçlarda 12 kat daha artış ortaya çıkmıştır. 1987-1995 döneminde ise iç borçlardaki artış 80 kattır.

    5 Nisan Kararları ile Türk lirasını değeri dolar karşısında 15 bin liradan 32 Bin liraya düşürüldü ve kurun belirlenmesi piyasaya bırakıldı daha sıkı para ve maliye politikaları uygulamaya konuldu. Mevduat faizleri yükseltildi maaş ve ücretlerde ve kamu harcamalarında yüzde 30 kısıntıya gidildi ve KİT’lerin özelleştirilmesi çabalarına hız verildi.

    Programın öngördüğü hedefleri gerçekleştirmek mümkün olmadı. Özelleştirme hedefleri tutturulamadı vergi reformu gerçekleştirilemedi yapısal önlemler alınmadı.

    Sonuçta mali piyasalarda istikrar sağlandı fakat bu istikrarın bedeli talebin düşüşü milli gelirde % 6’lık daralma ve işsizliğin büyümesi olmuştur. Enflasyon yüzde 120’lerden iki yıl için yüzde 70’lere geriledi 27 Aralık 1995’te alınan erken seçim kararı politik belirsizliği artırdı. 1997 yılı her an bunalım çıkacağı endişesiyle geçti.

    1995-97 arası yine de ekonominin canlandığı büyümenin yüzde 7-8’lerde gerçekleştiği yıllar oldu. Bu büyümenin etkisiyle TL’nin değerinin sürekli düşürülmesine rağmen ticaret dengesi 1996 ve 1997 yıllarında 20 milyar TL’nin üzerine açık verdi. Bu arada iç ve dış borç stokları büyümeye devam etti. Dış borçlar 1998 yılında 100 milyar dolar düzeyine yaklaştı.




    1998-2000 Dönemi

    Türk ekonomisi 1998’in ikinci yarısından itibaren biriken sorunları taşıyamaz hale geldi ve Haziran 1998 tarihinde IMF ile Yakın İzleme Anlaşmasını imzaladı. 1997 yılındaki Asya 1998’de Rusya krizlerinin etkisiyle ihracat düşmekteydi. 1997’de ihracat artışı yüzde 13’ten 1998’de yüzde 2.7’ye düştü 1999’da ise yüzde 1.4’e geriledi.(Tablo la). İthalattaki daralmaya karşın ticaret dengesindeki açık çok yüksek seviyesini devam ettiriyordu. Sürekli kur ayarlamaları liranın değerlenmesini önleyemedi. 1993 yılından itibaren düşüş eğilimine giren kamu borçlanma gereği 1996’dan itibaren tekrar yükselişe geçti.(KBG /GSMH oranı 1999 yılında yüzde 16’ya çıktı).

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  

  • Şikayet, Telif hakları ve Yasal bildirimler için tıklayın.
  • .

    İletişim: [email protected]