ATATÜRK

“Devrimlerimiz Türk milletinin çektiği uzun çileler sonucu elde edilen deneyimlerimizin fikir haline gelmiş kesin inancıdır. Her yerde herkese ve her şeye karşı onları savunacağız. Gerekirse babalarımıza çocuklarımıza karşı bile…” Dr. Reşit Galip
“Anlı şanlı yiğit paşam genç paşam
Sana ağıt değil destan yaraşır.” (Turgut Uyar)
Atatürk’ün kim olduğuna neleri başardığına hayata nasıl baktığına ve ondan sonra gelenlere nasıl bir düşün mirası bıraktığına dair fikirler halen daha çok çeşitlidir. Kimilerine göre Atatürk çok büyük ve yücedir ona en büyük övgüler bile az gelir; kimilerine göre de aslında fazla abartılmaktadır. Kimilerine göre bilakis vatanın ve milletin kutsiyetini Türk ulusunu Arap dininden uzaklaştırmak suretiyle birinci dereceden tehdit eden bir tür ajandır. Kimilerine göre şansı yaver gitmiş Osmanlı-Cumhuriyet sürekliliği içerisinde “eh işte” denilebilecek öneme sahip biridir ve kimilerine göre de onun 21. yüzyılda hala yurt sathına hakim olan hatırası batı tipi bir liberal düzene uygun şekilde ilerlemenin ve çağdaşlaşmanın önündeki temel sorunlardandır. İnsanların kafalarındaki Atatürk imajı kimliklerine göre değişir. Kimlik değişmeden bakış açısı da değişmez. Kimlik değiştirmek ise kelebeğin metamorfozu gibidir: bir tür yeniden doğuştur. Bu yeniden doğuşta ya din saplantısı kozasından sıyrılır insan ya da etnik saplantı kozasından.

Kimsenin inkar edemeyeceği gerçek ise cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye’n in -içinde bulunduğumuz kuşaklar dahil- her kuşakta sahip olduğu entelektüel elitinin ezici çoğunluk itibariyle Atatürk’e büyük saygı minnet ve hayranlıkla baktığıdır. Türk entelektüeli cumhuriyet tarihi boyunca her dönemde onu Türk tarihindeki en büyük savaş kahramanlarından ve aynı zamanda en büyük devrimcilerden biri olarak görmüştür.

paşalar onun arkasındaydılar.
o saatı sordu.
paşalar : «üç» dediler.
sarışın bir kurda benziyordu.
ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
yürüdü uçurumun başına kadar
eğildi durdu.
bıraksalar
ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
kocatepe’den afyon ovası’na atlayacaktı
….” (Nazım Hikmet)
Türkiye’nin en kıymetli şairlerinin kahir ekseriyeti onu şiirleri ile anma ve şiirlerinde cisimleştirdikleri duyguları ile kitlelere anlatma şerefine nail olma deneyimini tatmışlardır. Türkiye’nin en kıymetli bilim insanlarının kahir ekseriyeti bilimsel çabalarındaki motivasyonun kaynağını onun muasır medeniyetler seviyesini aşma azminde görmüşlerdir. Türkiye’nin sahne sanatçıları ses sanatçıları ressamları… Ekseriyetle Atatürk’e adeta taparlar zira bilirler ki Osmanlı Devleti’nde gizliden tiyatrocu olmaya kalkan Afife Jale’nin peşine zabitler takılırken onun başlattığı devrimlerin sonucunda Türk kadını tiyatro sahnesine özgürce çıkabilmiştir; bilirler ki Safiye Ayla’nın o kadife sesinden şarkıları ve Zehra Bilir’in elinde mendili ile söylediği türkülerinin sesi ancak onun çağdaşlık ülküsü sayesinde yurdun yedi ikliminde yankılanabilmiştir. Münir Nurettin Selçuk gibi müzik dehaları onun sanat devriminden sonra baharın ılıklığıyla azıp da kırlardaki topraktan fışkıran çiçekler gibi büyümüş ve çoğalmışlardır . O açtırdığı Halkevleri ile on yıllar sonra Urfa’nın bir gariban çocuğu Müslüm Gürses’in hayatına bile dokunmuştur.
“Ağlayalım Atatürk’e
Bütün dünya kan ağladı
Süleyman olmuştu mülke
Geldi ecel can ağladı” (Aşık Veysel)

Bu estetik açıdan kurak topraklar 1923 Devriminden sonra sanat anlamında adeta çölün ortasında aniden ortaya çıkan bir vahaya dönüşmüştür. Tiyatro sinema opera müzik resim… Gittiğim ilk operalardan biridir: Georges Bizet’nin Carmen isimli operası.
Atatürk bu operayı 1913 yılında Sofya’ya ateşemiliter olarak atandıktan sonra Şakir Zümre Bey ile birlikte izler. Sonrasında bütün gece uyuyamaz ve Şakir Bey ile dertleşir:
“Şakir kim ne derse desin şimdi Balkan Savaşı’ndaki yenilgimizin nedenini daha iyi anlıyorum. Ben Bulgarları çiftçi köylü çoban diye bilirdim. Oysa baksana operaları bile var. Operada oynayacak sahne sanatçıları müzisyenleri dekoratörleri… hepsi yetişmiş opera binası bile yapmışlar. Ah bizim ülkemiz de acaba operaya kavuşacağı günleri görecek mi o seviyeye bir gün çıkabilecek miyiz?”

Yıllar geçer savaşlar biter ülkeler yıkılır devletler kurulur. Eşsiz Türk İnkılabı sonrası Türkiye’de de başlar operalar tiyatrolar konserler... Atatürk 1932 Yılında Tepebaşı Tiyatrosunda Faruk Nafiz Çamlıbel’in yazdığı “Akın” isimli piyeste Muhsin Ertuğrul’un oyununu izlerken gözlerinden yaşlar dökülür. Daha sonra kendisi Muhsin Ertuğrul’a bizzat sorar: “Benim ta ataşemiliterlik çağımdan beri memleketimizde görmeyi candan özlediğim bir hayali gerçekleştirdiniz. Şimdi ben Devlet Reisi olarak size soruyorum: Hükümetten ne gibi yardım istersiniz?”
Muhsin Ertuğrul:
“O anda Gazi Hazretleri’nin engin gözlerine baktığım zaman ülkenin olduğu kadar tiyatronun da ileri günlerini düşündüm. Geçmişin değil geleceğin önemini anımsadım. ‘Bir tiyatro mektebi istiyorum Paşam’ diyebildim.”
Türkiye’nine en büyük sanatçıları bilim adamları sosyal bilimcileri askerleri bürokratları edebiyatçıları düşünürleri şairleri ve ozanları onu kendilerine adeta bir idol olarak görürler. Bir savaş kahramanı bir siyasi lider bir ulus kurtarıcısı bir devlet kurucu bundan daha öte bir şekilde nasıl onore edilebilir?
“atam hala yaşıyorsak;
edepsizlik sayesinde!
memleketi soruyorsan;
politika dehlizinde!
iktidarlar senden sonra
devrimlerin tavizinde!
anlatayım halimizi
kalemime izin ver de!
yobazlarla gericiler.
onlar bizden daha zinde!
…” (Aziz Nesin)
Bu kadar büyük adamlar onun hakkında bunca iyi laflar ediyorken üç beş tane zırtapozun fikrini kim umursar? Arkasında bu kadar büyük adamlar varken bir ülkenin yetiştirdiği en değerli nesiller onun hatırasına ve devrimlerine sıkı sıkıya bağlıyken hangi aklı başında adam onunla mücadeleye girişebilir? Hangi meczup onun hatırasına taarruzda bulunma hadsizliğine düşebilir? Atatürk 100 sene önce ulusa kurtarıcılık etmiş ekibin lideridir. İktidarı ele aldıktan sonra da Türkiye’yi dünya tarihinde görülmemiş bir hızla yükseltmiştir. Yenilmiş ezilmiş yerinden yurdundan edilmiş çiğnenmiş bir halkı bir araya getirip birleştirip onlardan onurlu ve saygın bir ulus yaratmıştır. Buna Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük adamlar şahittir Türk tarihine nereden bakarsanız bakın onun destanı anlatılır. Bir avuç kendini bilmez ahmak şahitlik etmese ne çıkar?
“bu halkın başında bir kahraman var
şan onundur ama millete yarar.
haklıdır bu şandan korksa düşmanlar
….
dil uzatma sakın türk aslanına!
anlatayım sana bilmezsen niçin…
o millî dehanın tam kemâl’idir
türk’ün hem celâli hem cemâlidir
mefküre görünmez o timsâlidir
mefküreye çattın söyle sen niçin?
uyanık bulunun ey türk gençleri!
irtica sevemez bu hür rehberi
…” (Ziya Gökalp)
Lakin Atatürk’ü onun beklediği şekilde anlamak pek kolay bir iş değildir. Zira onu kimlikten; dini ve etnik saplantılardan arınarak gerçekten anlayabilmenin yolu öncelikle insanlık tarihini ve düşünce tarihini doğru düzgün algılayabilmekten geçer. Onun fikrinde insanlık medeniyeti yönlere göre doğu-batı ya da dinlere göre hıristiyan-islam diye ayrılmaz: insanlık medeniyeti tektir. Mesela Atatürk’ün başucu kitaplarından Kanunların Ruhu Üzerine isimli kitabın yazarı Montesquieu tektir ve o bütün insanlık medeniyetinin bir unsurudur. Farz-ı mahal insanlık medeniyetini parçalara bölerek bir parçasının da İslam Medeniyeti olduğu gibi bir düşünceye inansak bu farazi medeniyetin içinde Montesquieu’nun bir karşılığını bulmamız mümkün değildir. Montesquieu modern demokrasinin neredeyse tanımına denk gelen “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesini tam anlamıyla bulan kişidir. Nüfusunun çoğu İslam olan ülkelerdeki düşünürler bu ilkenin yakınına bile yaklaşamamışlardır. Zira müslüman çevrelerde felsefe denilen düşünce sistemleri yaklaşık 1000 yıldır hiç var olmamıştır. Zaten var olmadığı için müslümanların yaşadığı ülkeler son 300 yılda; sanayi bilim ve demokrasi devrimlerini kaçırarak hep çiğnenmiş ezilmiş tepelenmiştir. O yüzden din üzerinden bir medeniyetler gruplaşmasına gidilemez gidilse bile bundan Türkiye bir fayda elde edemez. Bu Türkiye’nin çıkarına olmaz. Türkiye Cumhuriyeti tektir özgündür biriciktir; hiç bir farazi medeniyetin temsilcisi bayraktarı değildir; genel olarak insanlık medeniyetinin diğer ulus devletlerle aynı haklar sahip eşit bir üyesidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus kimliği Türk ulusluğu ve kültürü ile geleneği de Türk kültürü ve geleneğidir. Bunlar tarihin defalarca kanıtladığı hakikatlerdir: Bugünün islamcı iktidarı örneğin; güya din kardeşleri olan Suudi Arabistan ile bir anda kanlı bıçaklı düşman oldular. Bundan anlaşıldığı üzere “tüm müslüman ülkeler aynı medeniyetin çocukları” diye bir olgu mevcut değildir. Bilakis müslümanların yaşadığı ülkeler aynı coğrafyayı paylaştığından birbirleri ile en fazla çıkar kavgası yapan dolayısıyla birbirine en düşman devletlerden oluşur.
“…
ankara’nın taşına bak!
tut ki baktım: uzar gider efkârım:
çayır ağlar çimen ağlar ben ağlarım.
gözlerimin yaşına bak!
ankara kalesi’nde rasat-tepe’de
bir akça-şahan gezer dolanır:
yaşın-yaşın mezarını aranır
şu dünyanın işine bak!
– mustafa’m! mustafa kemal’im!
…” (Attila İlhan)
Bu demek değildir ki; insanlık medeniyetini sadece batılı hıristiyan devletler var etmiştir. İnsanlık medeniyetine Türklerin de Arapların da Hintlerin de Çinlilerin de katkısı olmuştur. Ancak Türkleri dünyanın geri kalanından ayırarak bir tür Türk-İslam medeniyetine dahil etmek ve böylece Hıristiyan Avrupa’nın karşısında konumlandırmak Atatürk’ü çok yanlış anlamaktır. Hatta bu tavır mutaassıp dindarlık ve yobazlıktır; aslında softa takımının manipülasyonudur. Zaten Falih Rıfkı Atay Zeytindağı isimli kitabında dönemin Arap coğrafyası izlenimlerinden anlattıkları ile bu softa takımının ümmet tasavvurunu yerle bir eder:

“ Suriye Filistin ve Hicaz’da: - Türk müsünüz? Sorusunun birçok defalar cevabı: Estağfurullah! idi. Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu. Bizim emperyalizm Osmanlı emperyalizmi şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi: Türk milleti kendi başına devlet yapamaz! Kudüs’ün en güzel yapısı Almanların ikinci güzel yapısı yine onların en büyük yapısı Rusların bütün öteki binalar İngilizlerin Fransızların hep başka milletlerin idi…

Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette bir Arap meselesi
vardı zannetmeyiniz. Arap meselesi denen şey Türk düşmanlığı hissi
idi. Bu hissi ortadan kaldırınız: Suriye ve Arabistan meselesi arapsaçına
döner karmakarışıklığın içinden çıkamazsınız.”
Bu softa takımı da meczuptur. Bunların bağımsız islam medeniyeti tasavvurunun kökü dinlerine mezheplerine mezhep imamlarının evliyalarının ve şeyhlerinin şahsi/subjektif fikirlerine dayanır. Yani bunlar ulusal kimliği bir takım ilkel orta çağ insanlarının hiçbir evrensel bilgi birikimi kanalından beslenmeyen absürt teorilerine dayandırırlar. Bu teorilerin bilimsel açıdan sakat ve hatta zaten yok hükmünde olduğu da apaçık ortadadır.
“şu günlerde içkiye düştüm
ondan mıdır bilmem
daha çok seviyorum cansever’i uyar’ı can yücel’i
bir de fethi naci’yi ve elbet mustafa kemal’i” (Cemal Süreya)
Örneğin dünyayı çevreleyen bir sıradağlar grubu olduğu; bu dağlara Kaf Dağı dendiği ve bu dağların ardından devasa bir yılanın yaşadığı gibi iddiaları bilimsel bilgi diye sunan Muhyiddin İbn Arabi gibi adamlar bunların medeniyet telakki ettiği şeyin en üst düzey temsilcileridir. Bunların esas sorunu en eski olanı en doğru sanmalarıdır. Karşılarına kim gelirse gelsin İbn-i Arabi’nin üstüne laf ettirmezler. Onu her daim İbn-i Arabi’den aşağıda görürler. Çünkü İbn-i Arabi yüzlerce yıl önce yaşamıştır ve bunların kendilerine kimlik kabul ettiklere şeye bir nakış bırakmıştır. Dünyevi/Gerçek medeniyette ise bir alanda yapılan testlere göre bulunan en yeni en taze olan bilgi en doğru kabul edilir. Bir önceki bilgiyi hangi kutsal vazgeçilmez evliyavari adamın söylediğine bakılmaz.
“…
ey bu güne şahit olan sarp hisarlar
ey kahraman mehmed çavuş siperleri
ey mustafa kemallerin aziz yeri
ey toprağı kanlı dağlar yanık yarlar!
…” (Mehmet Emin Yurdakul)

İşte bu yüzden Atatürk’ü anlamak aslında orta çağ hasreti çeken bu softa takımının gönlünde yatanları da anlamak demektir. Atatürk ve büyük oranda onun eseri olan Türk İnkılabı ise bu mürtecileri sarsarak kendine getirme beyni uyuşmuş bu gericileri iyileştirme ve ulusa verdikleri zararları sonlandırma amacındadır. Bu uğurda özellikle 1930'lu yıllarda yoğun mesai harcanmıştır. Örneğin sahafta görür görmez çocuk gibi sevindiğim bir kitap: İnkılabın Ruhu. Yazarı Mediha Muzaffer. 1933 Yılında devlet matbaasında basılmış. 1933 Yılında bir Türk kadını İnkılabın Ruhu hakkında ne yazabilir ki düşünüyor insan ilk önce. Daha 1920'li yıllara kadar neredeyse insan yerine bile konmuyordu kadınlar. 2018 Yılındayız ve bir diğer “modern“ sayılan müslüman ülke Fas’ta bile hala Faslı kadınlar Kuran’ın emrettiği gibi mirasta erkek kardeşlerinin aldığının yarısı kadar pay alıyorlar.

Büyük bir zevkle ve heyecanla kadınlığıyla övünüyor Mediha Muzaffer bu incecik kitabında. Mahkemenin hakim kürsüsünde üzerinde cübbesi ile dalgalı saçları açık hemcinsinin mağrur yüz ifadesini gören bir “çoğunluğu müslüman ülke” kadını olarak tarihte ilk kez bu kadar güçlü hissediyor kendini belki de. Ve fırsattan istifade o tarihte henüz gerçekleşmemiş olan kadınlara milletvekili seçilme hakkının verilmesini talep ediyor yazdığı kitap ile. Kadın Zekası tamlamasını kıvançla kullanıyor; o kıvancı 85 yıl mesafeden hissediyor insan. Oysa daha 15 sene önce olsa; bırak hakim kürsüsünü devlet binasına bile sokulmazdı. Ne insan gibi boşanabilme hakkı vardı ne de adam yerine konulur kendisine en ufak bir şey danışılırdı.
“Atatürküm eğilmiş vatan haritasına
Görmedim tunç yüzünde böylesine geceler
…” (Cahit Sıtkı Tarancı)
Atatürk’ün kültleştiği kutsallaştığı abartıldığı ona tapınıldığı ve adeta bir puta dönüştürüldüğü yönündeki iddialar doğru olabilir ancak bunu dillendirmek gereksizdir. Türk toplumu Atatürk’ü ne kadar benimserse özüne katar ve kimliğine işlerse bu toplumun o kadar faydasına olur. En nihayetinde bir toplumun her bireyi ordinaryus seviyesinde farkındalığa sahip olacak değildir. Toplumlar kültlere ve kutsallara da belli oranlarda ihtiyaç duyarlar; bu kutsal bizim özümüzden çıkmış bir kutsal yerine neden onun bunun abuk subuk kutsalı olsun?
“…
ah işte görüyorum seni gördüğüm günü
altından alkışlarla geçiyorsun bir tak’ın
o gün bana gelmiştin babamdan daha yakın.
meğer duyacakmışım bir sabah öldüğünü…
meğer görecekmişim bir sabah gidişini.
…” (Ziya Osman Saba)
Esas olan toplumun entelektüel elitinin tutumudur. Entelektüel elit onu sadece bir kutsal bir kült olarak mı görmektedir yoksa onun mücadelesini ve fikirlerini kavrayabilmiş midir? Entelektüel elit onun hayallerini paylaşmakta mıdır ve devrimlerine ne derece bağlıdır? Entelektüel elit onun başladığı işleri devam ettirmeye ne derece meraklıdır? Türk toplumunda bilhassa 10 kasımlarda ve milli bayramlarda tezahür eden çılgınlık seviyesindeki Atatürk sevgisi ile ilgili olarak daha önemli olan bunlardır.
Bu sorulara net ve kesin bir cevap vermek için toplumun aydın bireylerini teker teker yakalayıp ifadelerini alabilmek elbette mümkün değil. Ancak yazılı çevrelerde olup bitenlerle söyleyebiliriz ki Türkiye’de geçmişte de bugün de ve muhtemelen gelecekte de eli kalem tutanlar ekseriyetle Atatürk‘ü sayarlar ve severler.
Eğer beyni bir takım hurafelerle uyuşturulmamış ise kim neden husumet besler ki böyle bir adama zaten? Baksanıza sanki bütün güzel şairler birleşip ona tek ve mükemmel bir şiir yazmış gibi:
“…
Samsun limanına bu gemiden atılan
Demir değil!
Sarılan anayurda
Kemal Paşa’nın kollarıydı
…” (Cahit Külebi)
“…
fâni varlığını kaybetti ama
simgesi yurdumun burçlarındadır
engin ufuklara uzanmış kolu
hızı altıokun uçlarındadır!
…” (Kemalettin Kamu)
“…
kızıl gökte parlayan ay-yıldız’ın nurusun.
sen en büyük milletin türklüğün gururusun
bu yurdun timsalisin bugün bütün cihanda
gözler gönüller senin senin şeref de şan da!
….” (Enis Behiç Koryürek)
“…
sen ki gayya’ya düşen on yedi milyon türk’ün
dehşetinden sararırken yüzü yaprak yaprak
onu bir hızla çevirmiştin ölümden daha dün:
tunç elin yalçın iradenle kolundan tutarak.
…” (Faruk Nafiz Çamlıbel)
“….
evet cehalete ilmin bu bir büyük zaferi.
cihan — şümül olacaktır onun bu şaheseri!
yarın bu seyre denir kahramanların seferi…
kuvâ-yı mustafa kemal
dehâ-yı mustafa kemal!” (Abdülhak Hamid Tarhan)
“…
gelin ay bahr-i muhit’in köpüren dalgaları
kırk asırlık yolu bir hızda alan türk’ü görün.” (Fazıl Hüsnü Dağlarca)
“kim derdi seher yıldızı doğsun da bir evden
kaçsın da cehennemler o bir damla alevden
canlansın ışık selleri olsun da o damla
beş devletin öldürdüğü devlet bir adamla.

bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” (Midhat Cemal Kuntay)
“..
ancak senin havanda sağlıklar esenlikler:
olmaya devlet cihanda atatürk’ü duymak gibi.
…” (Behcet Necatigil)
“samsun’a ayak basmış kahraman bugün
çayır çimen yeşermiş zafer yolunda.
davul zurna sesinde şahlanır düğün
gönlüm coşup öter bir bahar dalında.
…” (Ceyhun Atuf Kansu)
“gidiyor rastgelmez bir daha tarih eşine;
gidiyor on yedi milyon kişi takmış peşine!
…” (Orhan Seyfi Orhon)
“söylüyor birer güneş yakarak bağrımızda
bir tarihi yolundan çevirecek sözleri.
yirmi milyon bakışla ışıldıyor gözleri
toplayıp bir milletin bütün ümitlerini.
…” (Yusuf Ziya Ortaç)
“atatürk’ün bir sözü vardı
yediveren bir gül gibi açardı
…” (Melih Cevdet Anday)
“…
bu zafer bu mislini dünya görmemiş zafer.
iki yıldız halinde taşıyacak gözlerin
dehanın ziyasını cihan ufuklarına;
yurdumun her taşına nakşettiğin sözlerin
derin uğultularla aksedecek yarına.” (Yaşar Nabi Nayır)
“mustafa kemal’i düşünüyorum;
yeleleri alevden al bir ata binmiş
aşıyor yüce dağları engin denizleri.
…” (Ümit Yaşar Oğuzcan)


İsterse hayat zehrolsun
İsterse refah kahrolsun
İsterse kurşun düşsün yanımıza belimize
İsterse geçinmek için bir dilim
Kuru ekmek geçmesin elimize.
Halel gelmez bizim ateşimize;
Dünya düşse peşimize
Yer sarsılsa yerinden
Ne senden geçeriz ne senin eserinden. (Behçet Kemal Çağlar)

Ve evet Atatürk çok sevilir bu ülkenin büyük bir kesimi tarafından. Neden bilir misiniz?
Çünkü haklıdır da ondan.