Dini Şuur
Dindar adamın tavrı ruhani ve mistiktir.Mutlak varlığın karşısında şuurun temaşa halidir. Mistikler de bu Tanrı ile aynileşmek maddi alemden maddenin kalıplarından kurtularak sonsuz olan Tanrı’ ya ulaşmaktır.Dini şuur ruhun madde karşısında tavrı ve ondan kaçması olması bakımından bedene ait temayüllere karşı gelir bu suretli ahlaki aksiyon ile dini aksiyon birbirine karışır.
Dini şuur Mücerred bir cezbe şuurudur.Aşkın olana yönelmiştir.Dini şuur kollektif ibadet tarzlarında tam bir coşkunluk halini alır.Mistik şuurla dini şuurda ibadet ve aksiyonun istikametleri birbirine zıttır.Dini şuur kollektif aksiyonla heyecanlandığı halde mistik şuur tersine bir içine kapanma metodu takip eder. Birincisinin en yüksek merhalesi cezbe ikincisinin en yüksek merhalesi temaşadır mutlak varlıkta dağılmaktır. Her iki şuur halinde de iyi-kötü tezatı ortadan kalkar ruh ahlaki kemale ulaşır. Bütün peygamberler ahlak kahramanları ve mütesavvuflar mistik şuur sayesinde ahlaki iyiye gerçekleştirirler. Dini şuur kollektif heyecanlardan sıyrıldığı nispette mistik şuura ulaşır. Dini şuur Kollektif ibadetler ve ayinlerle meydana gelir.
Ahlaki Şuur - Vicdan
Ahlaki şuur psikolojik şuurdan hareketleri bir değer ölçüsü almakla ayrılır. Gerek başkalarının ve gerekse kendi hareketlerimizin karşısında ahlaki şuurun tavrı bir nevi kanun koruyucudur.
Vicdanın Unsurları
Klasik ahlak kitapları vicdanda şu unsurların bulunduğunu söyler:
1.Zihni unsur
2.Teessüri unsuru
3. Heycani unsur
4.Faal aktif unsur.
Zihni Unsur
Vicdanda zihne unsur bize kendisini bir kanun koyucu bir hakim olarak hissettirir.Ahlaki emirlerdeki katılık kaidelere itaati emreden ses bu zihni unsura aittir. Her emredilmiş kaide de bir otorite vardır bize yap-yapma diye emreder.. Ahlaktan bu emredici vasıf kalktığı anda o artık ahlak olmaktan çıkar.
Zihni unsurun ahlaki şuurda vazifesi şudur: O bize vazifemizin ne olduğunu ne şekilde hareket edeceğimizi gösterir.Aksiyonun icrasından sonra da hareketleri değerlendiren bir hakim rolünü oynar. Müeyyideleri göstererek hareketlerimizin bir takdir veya tekdire değer olup olmadığını söyler. Eğer Ahlaki şuur sadece zihni unsundan ibaret olsaydı. Ahlakın emirleri hukuki karakterde katıve sevimsiz olacaktı. O zaman ahlaki heyecanı ahlaki neşeyi izaha imkan olmayacaktı.
Ahlaki Otoritenin Kaynağı
Vicdanındaki zihni unsurun karakteristiği olan bir kanun koruyucu gibi bize yapılacak olanla yapılmayacağı emreden otorite doğuştan gelme bir yeti ise bu otoritenin iradeye teklif ettiği emerlerin ferdi şuurlarda müşterek bir tasvip vya uğraması lazımdı.Yani Kant’ın şartsız olarak muteber gördüğü “öldürülmemelisin yalan söylememelisin “ “çalmamalısın” emirleri her şuurda her cemiyette ve her mekanda cari üniversel ahlak kaideleri olması gerekirdi. Bu kaidelerin her zamanda ve her cemiyette muteber olduğunu tahkik etmeye imkan yok. Gerçekten Kant’ın dediği tarzda üniversel bir takım emperatifler olsaydı öldürmenin bazı yerlerde gayri ahlaki olmak şöyle dursun ahlaki bir vasıf olmasına imkan yoktu. İslam ahlakı din uğrunda dövüşenleri ve ölenleri şehit telakki eder. Şehadet öyle bir rütbedir ki bu şerefe ulaşanların yeri cennettir.Harpte büyük yararlık gösteren yani öldürüp mağlup eden kimseleri her cemiyet kahraman olarak telakki etmektedir.Kahramanlar daima ahlakın ön palanında yer almış en şerefle insanlardır. İptidai topluluklara gidildikçe insan öldürmenin çok tabii bir hadise olduğu görülür.
Misalleri daha fazla çoğaltmak lüzumsuzdur.Ahlakın eğer yaradılıştan gelen bir otoritesi olsaydı elbette bir yerde fazilet sayılan diğer bir yerde rezalet sayılmazdı.İyi olan şey bütün vicdanlarda müşterek bir red ve tesvibe uğradı. Bu misaller gösteriyor ki vicdanda doğuştan gelen iyi hareketler olmadığı gibi ahlaki iradeyi onlara tabi kılan ve kötü hareketlerden alıkoyan bir otorite de mevcut değil.
O halde vicdanın unsurları arasında bulunan ve bize yap-yapma diye emir veren otoritenin kaynağı dışardan gelmektedir. Ahlaki şuur ve vicdan kanun koyucu rolünde olduğu zaman o kendisinde olmayan ve dışardan gelen bir otoritenin emrini ahlaki iradeye dikte ediyor demektir.Vicdan cemiyet tarafından emredilen şeylerin dışına çıkamaz. Öyle ise vicdandaki zihni unsur yani otorite kanun koyucu olarak hakim olarak ve nihayet müeyyide olarak ferdin içinde yaşadığı cemiyetin değerlerini ahlaki iradeye teklif etmektedir.
Akla şöyle bir soru gelebilir: Bir vicdandaki ses Tanrı tarafından ilham edilen bir şey olmasın? Bu bir bakıma doğru bir bakıma yanlıştır.Yanlıştır Çünkü Tanrı deyince aklımıza mükemmel bir varlık gelir. Bu mükemmel varlık için ayrı ayrı cemiyetlere mensup fertlerin vicdanına birbirine zıt şeyleri ilham etsin? Bir cemiyette iyi diye buyurduğu şeyi niçin diğer bir cemiyette kötü diye ilham etsin ve nihayet bazı şartlarla adam öldürmek iyidir bazı şartlarda kötüdür desin?..
Bir bakıma ahlaki iradeye emir veren vicdandaki ses Tanrı tarafından hemen ilham edilmiştir.Amma bu Tanrı her cemiyetin kendi tasavvurlarına göre ayrı ayrı olan hususi bir tanrı veya tanrılardır. Esasen Tanrı tasavvurları tıpkı ahlak tasavvuru gibi cemiyetten cemiyete değişmektedir; İptidainin Tanrısı ayrıdır.. Eski Yunanlıların eski Romalıların çeşitli tanrıları vardı Nihayet Yahudilik Hıristiyanlık ve İslamlık gibi büyük dinlerin tanrı tasavvurları vardır.Tek tanrı telakkisine sahip olan bu üç dinde birbiriyle ulaşmazlık halindedir. Birisi “bir yanağına tokat vurursa öbür yanağını uzat” der; diğeri din uğruna şehit olanların cennetin kestirme yolunu gösterir.
Biz burada dini ve tanrıyı bir inanç olarak değil sosyolojik bir problem olarak düşünüyoruz. Hiçbir ferdin dilini dinini milliyetini tayin etmesi mümkün değildir. Onlar önceden içinde yaşanılan cemiyet tarafından tayin edilmiştir. Bir çocuk anası babası Müslüman olduğu için Müslüman’dır; Türk olduğu için Türk’tür.
Ahlaki iradeye otoritesini kabul ettiren Tanrı’dır derken dini sosyal bir değerler müessesesi olarak düşünüyoruz. Ahlaki otoritenin kaynağı cemiyettir;fakat cemiyet veya Durkheim’in dediği gibi kollektif şuur otorite ve müeyyidelerini tanrı kavramına bağlamak suretiyle ferdi belirli bir sorumluluk karşısında bırakmıştır.Tanrılar ahlak hukuk adet gibi cemiyetten cemiyete değişmektedir.
Vicdanın Gelişmesi:
Vicdanın unsurları arasında saymış olduğumuz teessüri “affectif” heyecani “emotionnal” ve aktif unsurlar ahlaki otoritede temel unsur olan zihni unsura tabi olarak gelişmişlerdir.Bunlardan bazıları cemiyetin bünye ve karakterine göre daha ön planda veya daha zayıf olarak rol oynamışlardır. Fakat bu unsurların hepsi ahlaki iradeyi sevk ve idare eden otorite unsurunun yardımcıları olmuşlardır.
Ahlaki şuurun muhtevası cemiyetten cemiyete değiştikçe ahlaki otoritenin emirleri iyi-kötü karşısındaki tavrı hareketlere tatbik ettiği müeyyideler değişmektedir.Ahlaki otoritenin yaptırıcı kudreti de cemiyetlerin adet ve geleneklerindeki red ve tasvibi kendi otoritesinin sınırları altına almaktadır.
İptidai vicdanda ahlaki otoritenin emerleri cemiyetin red ve tesvibine göre değişmekle beraber daima vicdanındaki emredici unsurun birinci planda olduğu da görülmektedir. Ahlaki iradeye tayin eden otorite ferde dışardan baskı yapmaktadır.
Ahlaki otoritenin kaynağını cemiyet olarak gösterdik. Fakat cemiyet bir takım değerler manzumesidir. Acaba ahlaki şuur veya vicdan dediğimiz şey dini müeyyidelerin şekil değiştirerek subjektifleşerek insanın içine sinmesi neticesi mi meydana gelmiştir? Gerçi iptidai hayatta dinin fert üzerinde çok yaygın bir rolü vardır.Fakat iptidai hayatta dinin otoritesinden farklı ve onu aşan diğer bir takım müeyyideler daha görülmektedir.Mesela sihri otorite veya ölü ruhları..
Dini otoritenin gerisinde totem veya Tanrı bulunur. Sihri otoritenin gerisinde demonlar kötü ruhlar kötülük tanrıları vardır. Bundan başka örf ve adet otoritesi de bu otoriteden farklı bir takım hususiyetler gösterir. O cemiyetin bütün iç düzenini kuşatan seramonileri ayinleri içine alır. Dini otorite ile sihri otoriteyi ve onların temsilcisi olan rahip ve sihirbazı çoğu zaman birbirinden ayırmak güç olur.Hukuki ahlaki otorite iptidai topluluklarda aynı otoritenin iki manzarası olarak görülür. Bunları birbirinden ayırmak güç olmakla beraber iptidai hayatta suç olmadığı halde fertlerin riayet ettikleri bazı kaidelerde vardır.
İptidai topluluklarda fertlere verilen vazifeler karşısında müeyyidelerin şiddet derecesi aynı değildir. Mesela dışardan evlenme “exogamia” kaidesinin ihlalinde dini hukuki ahlaki müeyyidelerle örf ve adetler müeyyidesi birbirine karışarak birbirine eklenerek ferdin üzerinde çok şiddetli bir otorite kuruyor. Exogamia kaidesinin bozulması utandırıcı bir hadise olarak görülmesi bakımından ahlak ve adet müeyyidesine hareket getirmektedir. Malinowski’nin “iptidailerde cürüm ve adetler” adlı kitabında zikretmiş yasaklara riayetsizliğin sadece sosyal bir suç olmayıp aynı zamanda ferdin ruhuna işlemiş bir ahlaki utanmayı ihtiva ettiğini gösteriyor.
İptidai vicdanda dini sihri müeyyidelerin yananda bir de örf ve adet müeyyidesi vardı. Diğer müeyyideleri ihlal eden fert birinci planda totemden tanrılardan demonlardan ve nihayet öl ruhlarından korkuyor ve hareketlerine bunlar baskı yapıyor nasıl ve ne tarzda bir yol takip etmesi gerektiğini onlar gösteriyordu. Onlarda sosyal baskıda çok fert ve cemiyet dışı kuvvetler görülüyordu. Halbuki adetler doğrudan doğruya ferdi çevreleyen sosyal inanç ve kaidelerin fert üzerinde bir baskısı şeklinde gözüküyor. Adetler sadece düşünce inanış v ahlaki hayatı düzenlemekle kalmaz aynı zamanda ferdin teessüri hayatına da istediği istikameti verir. Düzen ve ahenk manzumesidir.
Adetlerin tesirsiz kalması anarşiye sebep olur. Fertler temayül ve ihtiraslarına dizgin vuracak olan baskılardan mahrum kalır. Bundan dolayı iptidai hayatta adetleri bozmak en büyük suç sayılmıştır.Adetler cemiyetten cemiyete değişir; fakat her adet kendi çevresi içinde en tesirli otoriteye sahiptir. Adetlerin otoritesi ahlakın otoritesi ile aynıdır; ve bu otorite dini hukuki sihri otoritelerden kesin olarak ayrılır. Hiç kimse cemiyetin kendisine empoze ettiği ahlak kaidelerini bozduğu zaman dini bir korkuya düşmez; cemiyetle karşı karşıya gelir.Cemiyetin ahlaki müeyyidesi olan utanma ayıplama ve şerefsiz bir duruma düşme gibi haller ferdin ruhunu doldurur.
Gaziantep’in dağ köylerinde inceleme yaparken bana köy odasında şöyle bir hadise anlattılar:
Bu köyde genç bir kız bir delikanlı ile sevişiyor.Burada “sevişiyor” sözünü sadece birbirlerine karşı meyilleri olduğu hissedilmiş manasına kullanıyoruz. Örf ve adat orada bunu bir aile için en büyük şerefsizlik telakki etmektedir. Kızın yakın akrabaları bir gün onu öldürüyorlar. Bütün köy hadiseyi bildiği halde kimse katili ele vermiyor.Herkesin gözü önünde işlenen cinayet her türlü tazyik ve tahkikata rağmen resmi makamlar tarafından meçhul kalıyor. Kızın kardeşi insan içine çıkamıyor . Köyü terk ediyor. Burada da adet ve ahlakın içi içe iki manzarası görülüyor.Birisi müşterek sosyal hissiyat; diğeri ahlaksızlık sayılan bir fiilin ailenin diğer fertleri üzerinde uyandırmış olduğu utanç ve şerefsizlik duygusu. Görülüyor ki adetlerin dikte ettiği baskı ferdi ta içinden yakalıyor. Cinayet ferdi vicdanlarda müşterek bir tasvip olarak hukuki kaideleri hiçe sayıyor; ve yine iptidai vicdanda adetlerin dikte ettiği şeyle ahlaki iradenin yöneldiği gayenin bir ve aynı olduğuna şu misal de açık bir delildir.
Buraya kadar yapmış olduğumuz inceleme bize şu hususları açıkladı:
1. Ahlaki şuurda ki otoritenin kaynağı ile adetlerdeki otoritenin aynı şey olduğu; yani içimizdeki kanun koyucu ve hakim rolünü oynayan sesin adetlerden geldiği.
2. Ahlaki kaideyi biz yaratmıyoruz.Onlar adetlerde formüle edilmiştir.
3. Ahlaki şuurdaki otoritenin din hukukisihri otoritelerden ayrı olduğu ve onlardan müstakil olarak geliştiği.
Burada ahlaki emirlerin dini ve hukuki emirle uzlaşması bahis konusu değildir.Üzerinde durmak istediğimiz nokta ahlaki şuurun mahiyet bakımından dini ahlaktan ayrı olduğudur. Bu ayrılık iptidai topluluklarda açık olarak görülmektedir.
Madem ki ahlaki emirler ve onları ferdi iradeye dikte eden otoritenin kaynağı adetlerdedir; o halde ahlaki iradenin niyet ve gayeleri dışardan tayin edilmektedir. Daha doğrusu o adetlerde ifadesine bulan ahlak kaidelerini icra etmekle vazifelidir.
Sosyal psikolojinin son araştırmaları fert ve cemiyet münasebetlerine yeni bir ışık tutmuştur. Bu sayede adetlerin yalnız sosyal bir takım normlar olarak kalmayıp onların ferdi psikolojide ki macerasını kolayca takip etmek mümkün olmaktadır.
Ahlak gerek psikolojinin gerekse sosyolojinin müşterek konusudur.Ahlaki iradeyi harekete getiren niyet ve gayeler bir manzarasıyla psikolojik diğer manzarasıyla sosyolojik bir olaydır. Niyet ve gaye iradenin bir yönelme hareketidir.İrade neye yönelmekte ve neyi icra etmektedir. İrade bir objeye değil bir takım değerlere yönelmektedir. Bu değerlerin nevilerini ve bunlar arasında ahlaki iradenin karakteristiğini yukarıda açıklamıştık. İptidai cemiyetlerde açık olarak ahlaki şuurun birtakım adetlere göre ferdin hürlüğünden söz açmak ne dereceye kadar mümkündür sorusunu sormuştuk. Bir noktaya burada dikkati çekmek adetlerle fert arasındaki münasebeti görmeye yeter. Adetlerin fert üzerinde yapmış olduğu bu baskı ferdin şuuruyla çatışmaz. Onlar ferdin garı şuuru hayatına sinmiştir. Ancak bozuldukları zaman onların bir baskı kuvvetine sahip olduğu görülür.
Her fert bir cemiyet içinde doğar ve doğduğu cemiyetin bütün değerlerine bilgi ve davranışlarına adapte olur. İnsan tabiatını yapan cemiyetin kendisidir.İnsanın doğuş halindeki tabiatı ne iyi ne de kötüdür. O neutre bir vasıf gösterir. Hatta değil sadece sosyal değerler bizzat idrak verileri dahi ferdin içinde yaşadığı kültür çevresine göre değişir Bir adım daha ileri giderek ferdin bizatihi şuurunun teşekkülünde cemiyetin büyük rolü olduğunu söylemek mümkündür.
Bir kelimeyle fert içinde yaşadığı cemiyetin bütün davranışlarını kendisinde aksettirir. Cemiyet ferdin benliğine o kadar sinmiş ve onu öyle yoğurmuştur ki onu nazari olarak fertten söküp attığımız taktirde geriye birtakım iç güdüler ve temayüller kalır.O kadar ki aynı trafik kaidelerine aynı cins arabayı kullanan bir İngiliz’in bir Fransız veya Türk’ün araba sürmeleri başka başkadır. Ferdi davranışlar gayrı şuuri bir şekilde aynı içtimai grubun gelişmesine tabi olarak değişir; ve bir cemiyette mevcut sosyal faaliyetlerin nevine ve özelliğine göre şekil alır.
Cemiyet sadece şuurun teşekkülünde rol oynamakla kalmıyor aynı zamanda ferdin idrakleri de algı cemiyete bağlı olarak değişiyor; daha doğrusu aynı idrak objesi birbirinden farklı kültür gruplarına mensup fertlerde farklı idraklere sebep oluyor.
Kültürün ve içtimai faaliyetlerin hususi dallarında çalışanlar kendi sahalarına ait şeyleri onun dışında kalanlara nazaran daha iyi idrak ederler. Bir çoban bizim için birbirinden farklı olan koyun seslerini kolayca ayırır. Usta bir şoför başkalarının idrak edemediği seslerden motordaki arızayı kolayca anlar. İdrak (algı) ferdi çevreleyen kültür ve adetlerle sıkı sıkıya bağlıdır. Dünya ve kainat tasavvuru gerek çocukta gerekse iptidai topluluklarda cemiyetin kültürüne örf ve adetlerine göre değişmektedir. İptidai dinlerdeki animisme alemi canlı tasavvur eder. İptidailer için gayri şahsi bir dünya hemen hemen yok gibidir. Biz burada idrak edilen şeyin ve idrak edilen süje’nin hangi şartlar içinde neyi ne şekilde idrak ettiğinin münakaşasına yapacak ve akla gelen itirazları cevaplandıracak değiliz. Biz sadece ferdin içinde yaşadığı cemiyetin mahsulü olduğunu onun tarafından istenilen kalıba sokulduğunu göstermek suretiyle ahlaki hareketin kaynağı olan vicdanda otoritenin mahiyetini öğrenmek istiyoruz .Ferdin şahsiyetini ören ikinci halka his ve heyecan hayatıdır. His ve heyecanın bir kelimeyle teessüri hayatın cemiyetten neler aldığına dikkat etmek bizi hem şahsiyetin nasıl teşekkül ettiğini görmeye ve hem de ahlaktaki heyecani unsurun kaynağını tanımaya götürecektir.
Korku sevinç ıstırap gibi heyecan hallerinin gerek duyması ve gerekse ifadesi cemiyetten cemiyete değişmektedir. Teessüri haller elbette ki ferdi yaradılışın bir vasfıdır.Fakat ne gibi olaylar sevinç ne gibi olaylar hiddet ve ıstırap vereceğini telkin eden ve ferdin gayrı şuuruna sufle eden cemiyettir.Her topluma ve onun kültürüne göre heyecan halleri değişmektedir.
Cemiyet sadece heyecanları duyguları düzenlemekle kalmaz; aynı zamanda bunların ifadesinde de rol oynar. Her yerde sevinç ifadesi aynı değildir. Istırap her yerde aynı yüz ifadesini yaratmaz. Bir toplumda cenaze törenleri sürekli matem ayinidir. Yüzlerdeki ifadeler dahi cemiyet tarafından tayin edilmiştir. Japonlar keder ve ıstıraplarını dudaklarında gülümseme ile ifade ederler. Arnavutlar ölünün arkasından bütün meziyetlerini sayarak sessizce ağlarlar.
Bu misaller bize açıkça göstermektedir ki ferdin heyecan hayatı cemiyet tarafından idare edilmektedir. Daha doğrusu toplumdaki genel düşünce kanaat ve tavır sübjektifleşerek fertte ifadesini bulmaktadır.
Fert ve Şahsiyet
Fert insanın doğuştan getirdiği nev’e mahsus özelliklerdir. O şahsiyete ait hiçbir vasfı doğuştan getirmez. Doğan çocuğun hareketleri ne iyi ve ne de kötü kadrosuna girer; varlığı ahlak dışıdır. Ferdin içinde iyi ve kötü’ye ait hiçbir müeyyide bulunmaz. Çocuk büyüdükçe içinde yaşadığı cemiyetin değerleri hareketlerine ve düşüncesine adapte olur; cemiyetin müşterek kıymetlerini hareketlerinde ölçü olarak alır. Ferdi şahsiyet haline getiren onda vazife ve sorumluluk duygusu uyandıran bu sosyal çevrenin değerler toplamına kültür denir.
Ferdi kuşatan bütün maddi ve manevi değerler onda şahsiyetin gelişmesini sağlar. Şahsiyet kültür özellikleriyle ilgilidir.
Kültür Çevresi Nedir?
Bir kültürde bulunan değerleri şu üç esasta toplamak mümkündür:
a. Ferdin hareketleriyle ilgili değerler
b. Ferdin düşüncesiyle ilgili değerler
c. Ferdin yaratmasıyla ilgili değerler.
Böyle bir ayırmayı sadece kültürün karakteristliğini belirtmek için yapıyoruz. Yoksa bununla ferdin hareketleriyle ilgili değerlerin düşüncesiyle ilgili değerlerden tamamıyla ayrı bir vasıf gösterdiğini söylemek istemiyoruz. İnsan yaşamak için çevresi tarafından devamlı olarak değiştirilir. dış dünya ile yaptığı bütün temaslarda fert kendisine ikinci bir çevre yaratır.
Kültürün ilk belirtisi ve özelliği dil ile başlar. Her dilin bir hususiyeti vurgusu vardır. Gırtlaktaki seslerin tonları ayrı ayrıdır. Dile refakat eden bir takım jestler konuşma tarzına ve ifadeye özellik verir.
Dil bir takım kelimelerden ibarettir. Onlar eşyanın bir takım sembolleridir. Kelime hiçbir zaman delalet ettiği eşyanın ne şeklini ve ne de mahiyetini aksettirir. Öyle iken kelimeler aynı kültür çevresinde daima delalet ettiği eşya ve mana ile beraber şuura aksettiği için her kelimenin söylenişinde sanki kelimede eşyanın bir hayali varmış gibi bir idrak hadisesi ile karşı karşıya kalırız. Bu organizmadaki can kültürden başka bir şey değildir. Kelimeler bir takım boş şişelere benzemez. İçleri daima belli bir kültürle doludur. Bu kültür sayesinde onlar hem canlı hem de manalıdır.
Fert yalnız dil gibi duygu ve düşünceye yön veren kültür değerlerinde değil teknik ve pratik ihtiyaçlarını karşılamaya kalktığı zaman da hazır bir takım kültür değerlerini kullanır. Yani kültür değerleri daima ayrı ayrı fertlerin elinde tekrarlanır. Bundan dolayı bir kültür her nesilde aynı kalmaz değişir.
Kültür dediğimiz sosyal çevre fertte ikinci bir tabiat yaratmaktadır. Fakat kültüre giren değerler karmaşık ve çeşitli olmakla beraber her kültür teknik değerlerden başlayarak manevi değerlere kadar bir bütün ve ahenk teşkil eder.
Kültür ve Medeniyet
Bununla beraber bazı sosyologlar ve kültür antropolojisi yapanlar ferdi çevreleyen sosyal değerler toplamını vasıf ve karakterine göre kültür ve medeniyet diye bir ayırmaya tabi tutarlar.
Bu ayırma belki aslında yanlış değildir. Fakat birçok karışıklıklara sebep olmak gibi bir mahzuru ihtiva eder. Mesela; Ziya Gökalp kültür ve medeniyetin ayrı ayrı şeyler olduğunu söyler; manevi değerleri kültüre teknik değerleri medeniyete mal eder.
Hakikat şu ki kültür ve medeniyeti birbirinden ayıramayız ve esasen ayıramamışız da. Din gibi dil gibi teknik de belli bir kültürün malıdır. Ve bir ahenk teşkil ederler. Daha açık bir deyimle manevi değerlerle maddi değerler arasında bir uyuşma bir benzeme vardır. Biz sadece kültür kelimesiyle ferdi kuşatan bütün sosyal çevreyi belirtmekle yetineceğiz.
Her fert içinde yaşadığı kültür ve ahlaki değerler karşısında kendisine mahsus bir rol oynar ve bu ferdi şahsiyetlerde çeşitliliği temin eder. Her insan:
a. Bir bakıma diğer insanlar gibidir.
b. Bir bakıma bir kısım insanlara benzer.
c. Bir bakıma da kendisinden başka hiç kimseye benzemez.
İşte her şahsiyette bu üç unsur da bulunur ve rol oynar.
İnsan bir bakıma kendisinden başka kimseye benzemez dediğimiz zaman onu cemiyetin değerlerini sadece alıcı olarak değil tam tersine onları işleyen değerlendiren yaşayan canlı ve dinamik bir varlık olarak düşünüyoruz.
Aynı hadise ahlakı değerlerde de ortaya çıkmaktadır. Cemiyetin dikte ettiği ahlaki emirleri her fert aynı şiddetle yaşamaz. Gerçi ahlaki emirlerin kaynağı dışarıdadır. Daha açık bir deyimle ahlak kaidesi ferdin dışında önceden hazırlanmıştır. Fakat bu kaideler ferdi iradelerle temasa geldiği zaman onlar ferdin dışında bulunan cansız ve kuru emirlerle bir ve aynı şey değildir. Ahlak kaidesi yani töre (more) muhtevasını değiştirmiştir. Çünkü ona evvelce kendisinde mevcut olmayan bir başka unsur eklenmiştir. Bu eklenen şey insan iradesidir.
Bu unsurlardan biri diğerinden üstün olursa yani cemiyetten gelen töre daha ön planda rol oynarsa vazife ahlakı; ferdi unsur cemiyetten gelen kaideleri yaşamak suretiyle onları aşarsa idealist ahlak anlayışı yani hürriyet ahlakı vücut bulur.
Buraya kadar yapmış olduğumuz açıklama bize cemiyet tarafından tertiplenen ve emredilen kaidelerin ferdi şuurlarda yaşanmak suretiyle sübjektifleşerek ahlaki şuurun kendi emri ve kendi otoritesi haline nasıl inkılap ettiğini göstermiş bulunuyor. Evvelce gördük ki örf ve adetlerdeki daha açık bir deyimle törelerdeki otoritenin niyet ve gayeleriyle ahlaki iradenin niyet ve gayeleri ferdi vicdanla bir ve aynı şey olmaktadır. Böylece onlar ferdi iradeye dini ve hukuki otoritelerde olduğu gibi dışarıdan değil içeriden sesleniyorlar. Fert hürriyetini ancak bu şekilde idrak ediyor ve yine ancak bu şekilde kendi hareketlerine karşı kendisini sorumlu kılıyor. Hatta o kadar ki fert ahlaki hareketi icra ederken bunun kaynağının kendi vicdanından geldiği hissine sahiptir.
Buraya kadar olan açıklama ile biz vicdandaki zihni unsurun yani ahlaki otoritenin kaynağını hürlüğünü izah etmiş oluyoruz. Fakat bu otorite vicdanda hukuki otorite gibi kendi başına kuru ve katı bir tavra sahip olsaydı o hiçbir zaman sevilir olmazdı. Bu zihni ve emreden tavır vicdanın unsurları arasında bulunan ahlaki heyecanla beslenir. Bu heyecanın kökü de cemiyettir. Ahlaki heyecan içtimai heyecanın ferdi şuurda bir görünüşünden başka bir şey değildir.
Ahlaki Şahsiyetin Gelişmesi
İster iptidai cemiyetlerde olsun isterse çağdaş insanda olsun fert kendisini daima hareketlerinde hür hisseder. Aradaki fark daha fazla cemiyetin suflörlüğündeki şiddet derecesinden ibarettir.
İptidai insan kendisini çevreleyen örf ve adetlerin tesirini daha şiddetle yaşaması bakımından tam bir ahlaki şahsiyete sahiptir denebilir. Çünkü onda doğuştan gelen herhangi bir temayül ile ahlaki kaide arasında bir çatışma görülmediği gibi cemiyetin niyet ve gayelerine aklın herhangi bir itirazına da rastlanmaz.
Bizim burada söylemek istediğimiz temayüllerle içtimai değerlerin çatışması değil içtimai değerlerin ferdin şahsiyetinde bir malzeme haline gelmesidir.
Bu yönden estetik tavır ile ahlaki tavır arasında bir benzerlik vardır. Gerek sanatkar ve gerekse sanat terbiyesi mevcut sanat malzemesi üzerinde çalışır. Ahlak terbiyesi ise mevcut ahlaki değerlerin fertte bir senteze ulaşmasını sağlar. Aradaki fark biri kültür malzemesi üzerinde yaratma denemesi yapar diğeri ahlaki değer malzemelerini yaşar.
Ahlaki şahsiyet cemiyette mevcut hareket kaidelerini yaşamak suretiyle onları aşma çabasıdır.
Paylaş