“İnsanları rahatsız eden olup biten değil olup biten hakkında inandıklarıdır.” Epikuros

Psikoloji bir bilim olarak nesnesini kaybetti. Tıpkı sosyoloji gibi. Her ikisi de 19. yüzyılda felsefeden bağımsızlaşarak kendilerini bilim olarak ilan etmişlerdi. Genel olarak bilim önce vahiye karşı konumlandırmıştı kendini; sonra ise akılla elde edilen bilgiye yani felsefı bilgiye karşı... Psikoloji ve sosyolojinin merkezinde yer aldığı sosyal bilimler bilginin akılla elde edilebilirliğine karşı “gerçeklik’ hakkında ampirik bulgulara (‘spekülasyon’dan farklı olarak) dayalı ‘nesnel’ bilgi elde edilmesini sağlamak” (G. K. 1996: 21) için kurulmuştu.

Felsefe bilgi üreten bir disiplin olarak görülmüyordu; felsefe bir spekülasyondu. Spekülasyon teriminin bir olumsuzlama nitelemesi olarak en fazla telaffuz edildiği yüzyıldır 19. yüzyıl. Türkiye’de ise sanırım en fazla 70’li yıllarda telaffuz edildi; biraz da 80’li yılların ilk yarısında. Kastedilen hep felsefeydi. Sosyal bilimlerin belki de en çok sosyoloji ile psikolojinin moda terimi ampirik bulgu terimiydi. Ampirik bulgu spekülasyon terimine karşı telaffuz ediliyordu. Çünkü bilim ampirik bulguyu yani gözlemlenebilir olanı konu edinebilirdi. Değişimle ortaya çıkan olayları bu olayların ait olduğu olguları tanımlamak 19. yüzyılın bir başka moda terimiyle söylersek ‘nesnel’ bir işti. Psikolojinin nesnesi davranıştı; sosyolojinin nesnesi ise toplumsal değişme ve toplumsal yapı.

Sosyal bilimlerin yani psikolo ji ve sosyolojinin bir bilim olarak kuruluşu Gülbenkyan Komisyonu’nun raporuna göre 1940’lı yıllarda tamamlandı; ancak yüzyılın üçüncü çeyreğinde de bunalıma girdi. Bu bunalım kendilerine bilim sıfatı verdiğini düşündükleri nesne üzerinde elde ettikleri bilginin bilim kavramının sığası için de hemen hemen devlet kurumu dışında heyecan uyandırmayan bir kaplama sahip olmasından kaynaklanıyordu.

Hemen netice görmek üzere yetişmiş kimlikler böyle bunalımlara katlanamazlar. Nitekim önce sosyologlar sonra da psikologlar kendi bilimselliklerinin garantisini sağlayan kendi nesne alanlarını ve yöntemlerini terk etmeye başladılar. Sosyologlar özellikle 20. yüzyılın üçüncü çeyreğin den sonra nesnelerini terk ederek felsefenin ‘yöntem’iyle bir zamanlar spekülasyon diye niteledikleri akıl yürütmeyle ‘düşünmeye’ ve felsefenin terimleriyle iş yapmaya başlamışlardı. Anthony Giddens Immanuel Wallerstein Jean Baudrillard gibi Amerikalı ve Avrupalı sosyologlar sırtlarını sosyolojiden çok artık felsefeye dayamayı daha güvenli ve daha değerli buluyorlardı. Türkiye’de de bunun örneğini veren ‘sosyologlar’ yok değil. Ancak sosyolojinin bu bilimsellik bunalimi l Gülbenkyan Komisyonu tarafından tartışılmış; özelde sosyolojinin genelde ise sosyal bilimlerin nasıl yeniden yapılandırılacağı rapor haline getirilmişti. Bu rapor Türkiye’de de yayımlandı ve tartışildı.

Psikoloji böyle bir sürece girmedi henüz. O böyle bir bunalım yokmuş gibi davranıyor. Ama Richard E. Nisbett ’in Düşüncenin Coğrafyası adlı yapıtı psikolojinin de kendi nesnesini ve yöntemini terk ederek felsefenin zemininde iş yapmaya başlıyor oluşuna örnek olarak verilebilir. Nisbett’in yapıtı bir bilim olarak psikolojinin nesnesini kaybetmesiyle kalmıyor aynı zamanda psikolojinin temel tezi olan evrenselcilik ilkesinin de karşı konumunda yer alıyor. Felsefenin zemininde iş yapan sosyologlar üzerinde çalıştıkları probleme ilişkin felsefenin daha önce ortaya koyduğu argümanları dikkate alıp onlarla hesaplaşarak ilerlerken;
Nisbett üzerinde çalıştığı probleme ilişkin felsefenin veya başka bilimlerin ortaya koyduğu bilgileri dikkate almıyor.

Nisbett insan düşüncesinin doğasının yani düşünüş biçiminin Asyalılar ile Amerikalılarda aynı olmadığını ileri sürüyor. Kültürel açıdan bakıldığında bu ileri sürümde bir sorun görülmeyebilir; çünkü kültürel olandan söz ediyorsanız değişmez olan dan asıl olandan değil fenomenal olandan söz ediyorsunuz demektir. Ama Nisbett’in iddiası bu farklı lığın tarihsel değil yapısal; felsefi terimlerle söylersek ontolojik olduğu yönünde. Bununla birlikte Nisbett’in ‘bilimsel masumiyeti’bilimsel keşfin sığasından çok bu gün dünyada olup bitenlere ilişkin Amerikan politikasının bağlamına ait kaygılarla ıralanıyor. Kitabının giriş bölümünde bu temel kaygıyı şöyle betimliyor Nisbett: “İnsanlar eğer gerçekten düşünce sistemleri—dünya görüşleri ve bilişsel süreçleri— açısından birbirinden derinlemesine farklıysa o zaman tutum ve inançlarında hatta değer ve tercihlerindeki farklılıklar sadece farklı girdiler ve öğretimlerin değil dünyayı anlamak için farklı gereçler kullanmanın da kaçınılmaz birsonucu olarak görülebilir. Ve eğer bu doğruysa uluslararası anlayışı geliştirme çabaları da umulandan daha az verimli olabilir.” (Nisbett 2005: 14).

Bilindiği üzere bu tez siyasal bilimci Samuel Huntington tarafından savunulmaktadır. Nitekim Nisbett de kitabının son bölümünü yani ‘Sonsöz’ünü Huntington ile Fukuyama arasında kurduğu karşıtlığa değinerek bitirir. Kitabın bitişi psikolojiyle ilgili bir yapıtın bitişi gibi değil politik bir kitabın bitişi gibidir.

Yücel Kayıran
Varlık Dergisi
Mayıs 2005