Günler ve gecelerce süren düşüncelerinin ardından kararını vermişti.
Yeni bir soluğu içerisinde barındıran tek şey yolculuktu.
İnsanlardan uzak(ama hepsinden) bir yer aramaya koyuldu.
Yöntem olarak saptadığı durum birilerine adres sorma şeklindeydi.
Her karşılaştığı insana en yakın kasabanın yönünü soruyor; insanlar hangi yönü gösterdilerse tersi yöne doğru ilerliyordu.

Böylelikle on dört gece ve on beş gün neredeyse durmaksızın ilerledi.
Bir dağ eteğine varmıştı.
Ağaçların altından ilerlemek zorunda kaldı ki yağmur yağıyordu.
Neden sonra bir kulübeye rastladı ki okuduğu öykülerde de çok kulübeye rastlamıştı.
İçeride yaşlı bir adam uzanıyordu kapıyı çaldı içeri girdi ve yatağın başına çömeldi.
Adam konuşamıyordu fakat her halinden çok hasta olduğu belliydi.
Kendisinden bir bardak su istedi o da suyu uzattı.
Daha suyun yarısını içemeden bardak elinden düştü ve yaşlı adam hayata gözlerini yumdu.
Kulübeye yaşlı adama ve ölümüne dair başka hiçbir bilgiye rastlamadı.
Sanki adam ölmek için onun gelişini beklemişti. Kulübenin hemen arkasına gömdü adamı.
İçeriyi kendisine göre düzenleyerek orada kalmaya başladı.
Pencerenin kenarına dizilmiş yedi tane kitap vardı.
Birkaç gün boyunca yalnızca yiyecek aramak için dışarı çıktı; bunun dışında hep kulübede oturup düşünmeye devam etti.
Neden sonra kitaplara ilişti gözü.
Üzerlerinde isimleri yoktu.
Yazarlarının adları da belirtilmemişti ya da ilk sayfaları koparılmıştı.
Kitaplardan ikisi mavi kaplı üçü kahverengi ve ikisi de yeşille kaplanmıştı.
Yavaş yavaş kitapları okumaya koyuldu.
İlk olarak mavilerden ilkini okumaya başladı. İlginç bir bilim kurguya benziyordu. Zamanın birinde küçük bir kızın beynini yönetmeye kalkışan üç insanın deneyleri anlatılıyordu. Küçük kızın hisleri nasıl hareket etmesi gerektiği tamamen kendi ellerindeydi. Bazı duyguları almışlardı kızın beyninden; bazı gereksinmeleri de alınmıştı bedeninden. Açlığı hissetmiyordu yorgunluğu da ve bedeni de yaşlanmıyordu. İnsanlardan tamamen soyutladıkları kızı büyük bir ormanda kendisiyle baş başa bırakmışlardı fakat düşüncelerini ve yaptıklarını görebiliyorlardı. Kitabı yarıda bıraktı. Daha önce de ne zaman bir öykü okumaya başlasa bi şekilde tamamlayamıyordu öyküyü. Sanki öykülerde bahsi geçen insanların yerini alıyordu ve öykü bitince kendi hayatının da son bulacağından kuşku duyuyordu.
Bu yüzden rüyalarının da sonunu hatırlamakta güçlük çekiyordu.
İkinci maviyi araladı altı çizili bazı satırlar gördü.
Cehennem diyordu kitapta olası bir rüyanın gerçekleşmesidir gerçek hayatta ki çoğu zaman yaşananların gerçekliği karıştırılır olduğunda yaşam artık bir uyku anıdır yaşayana…
Bazı cümleler çok uzundu. “Kırık bir testi dağınıklığı içerisinden saçılmış kurumuş çay artıkları üzerinde eğleşen böceklerin çıkardığı seslerce ilerleyen bir gece vakti rüzgârın uğultusunu belleğinde bir fırtına gibi taşıyan çocuk korkusunu annesinin göğsüne saplayarak sabah olduğunda dışarıda unuttuğu oyuncağını bulabilme umuduyla uykuya daldığında anne yüreğinde bir sızıyla uyandı.”
Cümleler bir öyküyü anlatmaktan çok karmaşık durumları sergiliyorlardı. Sanki kelimelerin yerleri değiştirilerek yeni cümleler yazılmıştı. Altı çizili satırlarda okuduğu her cümle öylesine karışmıştı ki bazen sanki başka bir cümlenin devamı olan bir cümle başka bir yerde gözüne ilişiyordu.
Birileri kitabın ya sayfalarının yerini değişmişti ya da cümlelerinin yerini…
Kitapları kimin yazdığıyla ilgili bir merak duygusu yerleşti içerisine ama hiçbir şey elde edemedi.
Kulübenin dört bir yanı menekşelerle kaplıydı ve kaç gündür bulutlar gözyaşlarını saklıyordu yeryüzünden. Menekşeleri sulamaya koyuldu.
Kulübenin ölen sahibine duyduğu bir sorumluluk duygusuyla suladığı her çiçeği ayrı bir ilgiyle inceledi.
Birkaç hafta sonunda çiçeklerin hiç büyümediklerini fark etti.
Ama çiçekler koku saçmaya devam ediyorlardı ve hiçbir şekilde solmuyorlardı.
Bir an yaşadığı durumun gerçekliğiyle soyutluğunun ayırdına varamadı.
İşin garip olan yanı kulübenin içinin de hiçbir şekilde tozlanmamasıydı oysa gün ışığını sıcaklığını ve yağmurun sesini içine alabiliyordu.
Kaç zamandır buradaydı kaç gece o kulübede uyumuştu?
Bu soruların hiçbir cevabı yoktu kendisinde.

Belki birkaç gün belki birkaç ay belki de birkaç yıl.
Yalnızlığı beyninin her kıvrımını esir almıştı.
Yeniden insanların arasına karışma isteği duydu. Kitapları kulübede bıraktı.
İçeride duran kırılmış testinin işe yarar parçasını heybesine atıp bir sabah vakti dağa doğru yola koyuldu. Ve yağmur yine şiddetle yağmaya başladı. Karşısına sarp kayalar çıkınca dağın çevresini dolaştı ve büyük bir ırmağa rast geldi. Irmağın karşı kıyısına geçmesi imkânsızdı tam o sırada arkasından biri seslendi. “-Sizi karşıya geçirebilirim; fakat bu geceyi beklemek gerekecek ellerim işlemez oldu birkaç gündür kayığı çekemiyorum yarın kendimi iyi hissedersem sizi karşıya bırakırım.”
Ve o andan sonra kayıkçıyla birlikte yaşamaya başladı.
Çünkü kayıkçının elleri bir daha iyileşmedi.
Ve kendisi kayıkçının işini yapmaya başladı ve gelen insanları o karşıya geçirmeye başladı.
Böylelikle neredeyse her gün birkaç insana rastlıyor karşıya geçene dek onlarla sohbet ediyordu. Hala yaşadıklarının gerçekliğinden kuşkuluydu.
Uyandığında rüyasında bir kayıkçıyla bir nehrin üzerinde sohbet ettiklerini hatırladı.
Kayıkçı başından geçen birçok olaydan bahsetmişti.
Günlerce yürüdükten sonra bir kulübeye rastlaması kulübenin sahibinin o anda ölümü büyümeyen çiçekler ve esrarengiz birtakım kitaplar…
Rüyasında gördüğü kayıkçı bütün bunları o rüya boyunca mı anlattı ya da kendisi buna benzer bir yaşamı daha önce bir yerlerden hatırlıyor muydu bunun ayırdına varamadı.
Garip bir rüya gördükten sonra aniden uyanan ve o sırada tarif edilmez duygular yaşayan her insan gibi bir süre yatağında uzanarak gördüğü rüya üzerine düşündü ve tekrar uykuya daldı.