ugün pekçok elektrikli cihaz kullanıyoruz. Elektriği elde etmek için bazen su türbinlerinden bazen pillerden yararlanıyoruz. Bazense elektriğin güçlü etkisine yağmurlu havalarda şimşek çaktığında şahit oluruz. Bazen yünlü bir kazağı arkamızdan çıkartırken çıtırtılar duyarız. Eğer kazağı karanlık bir odada çıkartıyorsak bu çıtırtılara çok minik kıvılcımların (belki bu kıvılcımcıkları şimşeklerin çok minik kopyaları olarak düşünebiliriz.) eşlik ettiğini de görebiliriz. Eğer elimizdeki kazağı sönük bir floresan lambaya yaklaştırırsak lambanın hafifçe parladığını da görürüz. Yünlü bir eşyaya sürülmüş ebonit çubuk kağıt parçacıklarını çeker. Bunun nedeninin ebonit çubuk üzerindeki elektrik yükleridir.
Bir bakır tuzu çözeltisine daldırılmış bakır ve demir parçaları bir voltmetreye bağlanırsa voltmetrenin ibresinin saptığı görülür. Bunu yapan devredeki elektriğin gücüdür. Benzer örneklerin sayısını arttırmak mümkündür. Fakat buraya kadar öğrendiğimiz bilgiler bize bu elektrik yüklerinin nereden geldiğini konusunda çok fazla bilgi vermez. Fakat tüm bu deneyimler bize maddenin yapısında bir şekilde elektriğin bulunması gerektiği gerçeğine ulaştırır.
Aslında maddenin elektriksel yapısına ilşikin ilk kanıtlar 1834 yılında M. Faraday tarafından ortaya konmuştur. Faraday kimyasal bileşiklerin sulu çözeltilerinden elektrik akımı geçirerek kimyasal yapıda değişiklik sağlandığını göstermiş ve maddenin elektriksel yapısı hakkkında ip uçları elde etmiştir. 1874 yılında ise J. J. Stoney elektriğin taneceiklerden ibaret olduğunu ve bu taneciklerin atomun yapısında da bulunduğunu önermiş ve 1891 yılında bunları elektronlar olarak isimlendirmiştir.
Bu atomun katı bir küre değil elektrik yüklerine sahip daha önce düşünülenden farklı bir yapısının olmasını gerekli kılar.