Foruminci.net

Teşekkür Teşekkür:  0
Beğeni Beğeni:  0
Beğenmedim Beğenmedim:  0
1. Sayfa - Toplam 2 Sayfa var 1 2 SonuncuSonuncu
Gösterilen sonuçlar: 1 ile 10 ve 15

Konu: Amerikan Ekonomisi

  1. #1
    BaŞKa ZaMaN.... YaGMuR_YüReKLiM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.09.2009
    Bulunduğu yer
    Hayat 0'ın 6'da
    Mesajlar
    4.368
    Post Thanks / Like
    Blog Girişleri
    4

    Sosyal Aglarim

    Add YaGMuR_YüReKLiM on Facebook
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    210

    Standart Amerikan Ekonomisi

    AMERİKAN EKONOMİSİNİN ANA HATLARI

    BÖLÜM I
    GİRİŞ: SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİKLİK
    Birleşik Devletler XXI. Yüzyıl’a bugüne kadar olandan daha büyük ve çok açıdan daha başarılı bir ekonomiyle girdi.XX. Yüzyıl’ın ilk yarısında iki dünya savaşı ve bir küresel bunalım atlatmakla kalmadı Yüzyıl’ın ikinci yarısında da Sovyetler Birliği ile arasında 40 yıl süren Soğuk Savaş’tan yüksek enflasyona büyük işsizliğe ve muazzam federal bütçe açıklarına kadar yayılan sorunlara karşı giriştiği uzun mücadeleden de başarıyla çıktı. Ulus nihayet 1990’larda bir ekonomik rahatlama dönemi yaşadı; fiyatlarda istikrara kavuşuldu işsizlik son on yılın en düşük düzeyinde gerçekleşti ve sermaye piyasasında da görülmemiş bir patlama oldu.
    Amerika’nın gayrı safi milli hasılası - toplam mal ve hizmet üretimi - 1998’de 85 trilyon doları aştı.Birleşik Devletler dünya nüfusunun yüzde 5’inden azına sahip olmasına karşın dünya ekonomik üretiminin yüzde 25’inden fazlasını gerçekleştirdi. Dünyanın ikinci en büyük ekonomisine sahip bulunan Japonya bunun ancak yarısını üretebildi. Ayrıca Japonya ve diğer dünya ülkeleri 1990’larda ekonomilerindeki yavaş büyüme ile ve başka sorunlarla uğraşırken Amerikan ekonomisi tarihindeki en uzun ekonomik büyüme dönemini yaşadı.
    Buna karşın Birleşik Devletler daha önceki dönemlerde olduğu gibi XXI. Yüzyıl’ın başlangıcında da çok derin bir ekonomik değişim içindeydi. Bilgi işlemede telekomünikasyonda ve biyoloji bilimlerinde görülen bir yenilik dalgası Amerikalıların çalışma ve dinlenme biçimlerini büyük ölçüde etkiliyordu. Aynı zamanda Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da komünizmin çökmesi Batı Avrupa’nın ekonomik gücünün giderek artması Asya’da güçlü ekonomilerin ortaya çıkması Latin Amerika’da ve Afrika’da ekonomik olanakların çoğalması ve ticarette ve maliyede küresel birleşmenin yaygınlaşması da yeni fırsatlar ve riskler yarattı. Tüm bu değişiklikler Amerikalıların iş yerlerini nasıl düzenleyeceklerinden hükümetin rolüne kadar herşeyi yeniden gözden geçirmelerine yol açıyordu. Belki de bunun sonucu olarak çok sayıda işçi konumundan mutlu bulunmakla birlikte geleceğe güvensizlikle bakıyordu.
    Ekonomi süregelen bazı uzun vadeli sorunlarla da karşı karşıyaydı. Pek çok Amerikalı ekonomik güvencesini gerçekleştirmiş ve bazıları büyük zenginliğe ulaşmış olmakla birlikte küçümsenmeyecek bir kesim de - özellikle evli olmayan anneler ve çocukları - yoksulluk içinde yaşamaya devam ediyordu. Varlıklar arasındaki fark bazı ülkelerdeki kadar büyük olmamakla birlikte pek çoğunda görülenden de fazlaydı. Çevrenin niteliği de bir sorun olmayı sürdürüyordu. Önemli sayıda Amerikalının sağlık sigortası yoktu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan büyük bebek patlaması kuşağının yaşlanması yüzünden XXI. Yüzyıl başlarında ülkedeki emeklilik ve sağlık sistemlerinin zorlanması bekleniyordu. Küresel ekonomik birleşme pek çok olumlu gelişmenin yanı sıra aksaklıklara da yol açmıştı. Özellikle geleneksel imalat endüstrisi daralmalar yaşamış ve ülke de dış ticaretinde durdurulamayacak gibi görünen büyük bir açıkla karşı karşıya kalmıştı.
    Ulus tüm bu olumsuz gelişmeler süresince ekonomik konulara yaklaşımında belirli temel ilkelere bağlı oldu. İlk ve en önemli ilkeye göre Birleşik Devletler bir “piyasa ekonomisi” konumunda kalmalıydı. Amerikalılar neyin üretileceğine ve mallar için ne fiyat isteneceğine hükümet ve güçlü özel çıkar çevreleri tarafından değil milyonlarca bağımsız alıcının ve satıcının alışverişleri sonucu karar verildiği takdirde ekonominin genelde en iyi biçimde işleyeceğine olan inançlarını sürdürüyorlar. Amerikalılara göre ancak bir serbest piyasa sistemi içinde fiyatlar malların gerçek değerini en iyi biçimde yansıtır ve böylelikle de ekonomiyi en çok gereksinim duyulan şeylerin üretilmesine yol açacak biçimde yönlendirir.
    Amerikalılar serbest piyasaların ekonomik etkinliği teşvik edeceğine inanmalarının yanı sıra politik görüşlerinin de -özellikle bireysel özgürlüğe ve politik pluralizme bağlılıklarının ve gereksiz güç birikimlerine muhalefetlerinin - bu yolla ortaya konulabileceğini düşünmektedirler. Hükümet ileri gelenleri gerçekten de 1970’ler 1980’ler ve 1990’larda havayolu demiryolu ve kamyon taşımacılığı şirketlerini bankaları telefon tekellerini ve hatta elektrik üretim şirketlerini rekabete karşı koruyan mevzuata son vererek serbest piyasa ekonomisine bağlılıklarını yenilediklerini gösterdiler. Ayrıca diğer ülkeleri de ekonomilerinin piyasa ilkelerine daha çok uymasını sağlayacak reformlar gerçekleştirmeye zorladılar.
    Bunlara karşın Amerikalıların “serbest teşebbüs”e olan inançları hükümetin önemli bir rol oynamasını engellemedi. Amerikalılar bazı şirketler piyasa güçlerine karşı koyacak oranda güçlenir gibi görününce bu şirketleri dağıtması ya da denetlemesi için zaman zaman hükümete yöneldiler. Özel sektörün ihmal ettiği eğitimden çevrenin korunmasına kadar uzanan konularda hükümete güvendiler. Serbest piyasa ilkelerini savunmalarına karşın bazan yeni endüstrilerin güçlendirilmesi ve hatta bazan da Amerikan şirketlerinin rekabete karşı korunması için hükümeti kullandılar.
    Düzenlemeler konusundaki zaman zaman tutarsız yaklaşımın ortaya koyduğu gibi Amerikalılar çok kez hükümetin ekonomideki rolü üzerinde anlaşamazlar. Hükümet genelde giderek büyüdü ve 1930’lardan 1970’lere kadar ekonomiye daha atak bir biçimde müdahalede bulundu. Buna karşın 1960’larda ve 1970’lerde çekilen sıkıntılar yüzünden Amerikalılar hükümetin pek çok toplumsal ve ekonomik sorunu çözümleme yeteneğini tartışmaya başladılar. Aralarında yaşlılara emeklilik geliri ve sağlık sigortası sağlayan Sosyal Güvenlik ve Medicare de bulunan belli başlı toplumsal programlar bu yeniden inceleme dönemini atlattı; fakat federal hükümetin büyümesi 1980’lerde yavaşladı.
    Amerikalıların pratikliği ve esnekliği alışık olunmamış biçimde dinamik bir ekonomi yarattı. Değişim -ister refahın artması ister teknolojik yenilikler yapılması ister diğer ülkelerle olan ticaretin büyümesi sonucu ortaya çıksın -Amerikan ekonomi tarihinin bir değişmezi oldu.Bu nedenle de bir zamanlar tarımsal olan ülke günümüzde 100 ve hatta 50 yıl öncesine oranla daha çok kentleşmiş ve banliyölerle dolmuş durumdadır. Hizmetler geleneksel imalat endüstrisine oranla gittikçe daha çok önem kazandı. Bazı endüstrilerde seri imalat yerini ürün çeşitliliğine ve sipariş üzerine üretime ağırlık veren daha özel imalata bıraktı. Büyük anonim şirketler birleşti bölündü ve çeşitli biçimlerde yeniden örgütlendi. XX. Yüzyıl’ın ortalarında var olmayan yeni endüstriler ve şirketler ülkenin ekonomik yaşamında temel rol oynamaya başladı. İşverenler daha ender durumlarda bir aile babası gibi davranmaya başladılar ve işçilerin de daha çok kendilerine güvenmeleri beklenir oldu. Hükümet ve iş çevreleri önde gelenleri ülkenin gelecekteki ekonomik başarısını güvence altına almak amacıyla çok nitelikli ve esnek bir işgücü geliştirmenin önemini giderek daha çok vurgulamaya başladılar.
    Bu kitapta Amerikan ekonomisinin nasıl işlediği incelenmekte ve nasıl bir evrim geçirdiği araştırılmaktadır. 1. ve 2. bölümlerde geniş bir görünüm çizilmekte ve 3. bölümde de modern Amerikan ekonomisinin gelişme tarihi anlatılmaktadır. Bunun ardından 4. bölümde küçük işletmelerden modern anonim şirketlere kadar çeşitli teşebbüs türleri tartışılmaktadır. 5. bölümde menkul kıymetler borsasının ve diğer mali borsaların rolü açıklanmaktadır. Bunu işleyen iki bölümde hükümetin ekonomideki rolü tanımlanmakta; 6. bölümde hükümetin serbest teşebbüsü biçimlendirmekte ve denetlemekte kullandığı çok sayıda yöntem açıklanmakta ve 7. bölümde de hükümetin fiyat istikrarını büyümeyi ve düşük oranda işsizliği gerçekleştirmek amacıyla ekonomik faaliyetlerin genel akışını nasıl yönetmeye çalıştığı incelenmektedir. 8. bölümde tarım sektörü ve Amerikan tarım politikasının evrimi gözden geçirilmektedir. 9. bölümde işçilerin Amerikan ekonomisi içindeki değişen rolüne göz atılmaktadır. Son olarak da 10. bölümde ticaret ve uluslararası ekonomik faaliyetlere ilişkin günümüz Amerikan politikasının gelişmesi tanımlanmaktadır.
    Bu bölümlerden açıkça anlaşılacağı gibi Amerika’nın serbest piyasalara olan bağlılığı XXI. Yüzyıl’ın eşiğinde ayakta kalmış bir yandan da ekonomisi gelişmesini sürdürmüştür.

    BÖLÜM II
    AMERİKAN EKONOMİSİ NASIL İŞLER

    Her ekonomik sistemde müteşebbisler ve yöneticiler mal ve hizmet üretmek ve dağıtmak amacıyla doğal kaynakları emeği ve teknolojiyi bir araya getirirler. Buna karşın anılan ögelerin düzenlenme ve kullanılma yöntemleri aynı zamanda bir ulusun politik ideallerini ve kültürünü de yansıtır.

    Çok kez Birleşik Devletler’de “kapitalist” bir ekonomi bulunduğu söylenir. Bir Alman ekonomist ve toplumsal kuramcı olan Karl Marx tarafından XIX. Yüzyıl’da ortaya atılan bu tanımlamaya göre bu sistemde önemli ekonomik kararların çoğunluğu büyük miktarda paraya ya da sermayeye sahip olan küçük bir gurup tarafından alınır. Marx kapitalist ekonomilerin politik sisteme daha fazla güç tanıyan “sosyalist” düzenlerin karşıtı olduğunu ileri sürmekteydi. Marx ve yandaşlarının inancına göre kapitalist ekonomilerde güç zengin iş adamlarının elinde toplanmakta ve onlar da temelde karlarını en yüksek düzeye çıkarmaya yönelmekte; buna karşın sosyalist ekonomilerde olasılıkla daha kapsamlı hükümet kontrolü öne çıkarılmakta ve kardan çok politik amaçlara önem verilmekte sözgelimi toplumun kaynaklarının daha eşit bir biçimde dağıtılması hedef alınmaktadır.

    Aşırı biçimde basite indirgenmiş olan bu iki sistemin gerçeğe uyan ögeleri bulunmakla birlikte bunlar günümüzde daha az geçerlidir. Eğer Marx’ın tanımladığı katışıksız kapitalizm var idiyse bile artık yok olmuştur; çünkü Birleşik Devletler’de ve pek çok diğer ülkede hükümetler güç birikimlerini sınırlamak ve kontrolsuz özel ticari çıkarların neden olduğu toplumsal sorunların çoğuna çözüm getirmek amacıyla ekonomilerine müdahalede bulunmuştur. Bu yüzden özel teşebbüsün yanı sıra hükümetin de önemli bir rol oynadığı Amerikan ekonomisini “karma” bir sistem olarak tanımlamak daha doğru sayılabilir.

    Amerikalılar çok kez serbest teşebbüse yönelik inançları ile hükümet yönetimi arasındaki sınırın nereden geçeceği konusunda anlaşamazlarsa da geliştirdikleri karma ekonomi büyük ölçüde başarılı olmuştur.

    ABD EKONOMİSİNİN TEMEL ÖGELERİ

    Bir ülke ekonomik sisteminin ilk ögesi onun doğal kaynaklarıdır. Birleşik Devletler zengin maden kaynaklarına verimli tarım arazisine ve ılımlı bir iklime sahiptir. Bunlara ek olarak Atlas Okyanusu’nda Büyük Okyanus’ta ve Meksika Körfezi’nde uzun kıyıları vardır. Anakaradan kıyılara uzun nehirler akmakta ve ABD-Kanada sınırında bulunan beş büyük göl de (Büyük Göller) ulaştırma için ek olanaklar sağlamaktadır. Anılan yaygın su yolları hem yıllar boyunca ülke ekonomisinin büyümesine yardım etti hem de Amerika’daki 50 eyaleti tek bir ekonomik birim olarak birbirine bağladı.

    İkinci öge ise doğal kaynakları mala dönüştüren emektir. Çalışabilecek işçi sayısı ve daha da önemlisi onların üretkenliği bir ekonominin sağlamlığının belirlenmesinde yardımcı olur. Birleşik Devletler’in tarihi boyunca işgücü giderek büyüdü ve bu da neredeyse kesintisiz bir ekonomik büyümeyi besledi. 1. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasına kadar işçilerin çoğunluğu Avrupa’dan gelen göçmenlerle onların çocukları ve ataları Amerika’ya köle olarak getirilmiş bulunan Afrikalı-Amerikalılardı. XX. Yüzyıl’ın başlarında çok sayıda Asyalı Birleşik Devletler’e göç etti ve sonraki yıllarda da Latin Amerikalı göçmenler gelmeye başladı.

    Birleşik Devletler’de işsizliğin yüksek olduğu bazı dönemler yaşandı ve bazan işgücünün yetersiz kaldığı günler geçtiyse de göçmenler iş olanakların bol bulunduğu zamanlarda gelme eğilimi gösterdiler. Çok kez yerli işçilerden daha düşük ücretler karşılığı çalışmaya hazır bulunmalarına karşın genelde geldikleri ülkelerdekinden çok daha fazla kazanıp refaha kavuştular. Ülke de giderek zenginleşti ve böylelikle daha fazla göçmeni kaldırabilecek düzeye erişti.

    Bir ülkenin ekonomik başarısı için emeğin niteliği de -bireylerin ne kadar yoğun çalışmaya razı ve ne kadar becerili oldukları - en az işçi sayısı kadar önemlidir. Birleşik Devletler’in ilk günlerinde görülen sınır bölgeleri yaşantısı çok yoğun çalışmayı gerektiriyordu ve Protestan çalışma ahlakı olarak bilinen nitelik de bu eğilimi güçlendirmişti. Teknik eğitim ile meslek eğitimini de içeren öğretime verilen önem ve denemeye ve değişmeye yönelik istek Amerika’nın ekonomik başarısına ayrıca katkıda bulundu.

    İşgücünün hareketliliği de Amerikan ekonomisinin değişen koşullara uyum sağlama yeteneği açısından önemli oldu. Doğu Kıyısı’ndaki iş piyasasını göçmenler doldurunca önemli sayıda işçi çok kez ülkenin iç kesimlerinde sürülmeyi bekleyen çiftliklerde çalışmaya gitti. Aynı şekilde XX. Yüzyıl’ın ilk yarısında Kuzey’deki endüstrileşmiş kentler de Güney çiftliklerinde çalışan siyah Amerikalıları çekti.

    İşgücünün niteliği önemli bir konu olmayı sürdürmektedir. Günümüzde Amerikalılar “insan sermayesi”nin pek çok modern ileri teknoloji endüstrisinde başarı sağlamak için bir anahtar olduğunu düşünmektedir. Bunun sonucu olarak hükümet ileri gelenleri ve iş çevresi yetkilileri bilgisayar ve telekomünikasyon gibi yeni endüstrilerin gereksinim duyduğu türde kıvrak zekayı ve uyum sağlamaya yatkın beceriyi işçilere kazandıracak öğretim ve eğitimin önemini vurgulamaktadır.

    Bunlara karşın doğal kaynaklar ve emek ekonomik sistemin sadece bir kesimini oluşturmaktadır. Bu kaynaklar elden geldiğince etkin bir biçimde düzenlenmeli ve yönlendirilmelidir. Amerikan ekonomisinde piyasadan gelen verilere göre çalışan yöneticiler bu işlevi yerine getirirler. Amerika’daki geleneksel yönetim yapısını yukarıdan aşağıya uzayan bir komuta zinciri oluşturur; yetki tüm işin düzenli ve etkin bir biçimde yürümesini güvence altına alan yönetim kurulu başkanından başlayıp teşebbüsün çeşitli bölümlerinin eşgüdümünü sağlamakla yükümlü olan daha aşağı düzeydeki yönetim birimlerinden geçer ve fabrikadaki usta başına kadar akar. Çok sayıda iş çeşitli bölümler ve işçiler arasında paylaştırılmıştır. XX. Yüzyıl’ın başlarında Amerika’daki bu uzmanlaşma ya da işbölümünün sistematik çözümlemelere dayanan “bilimsel yönetim”i yansıttığı söylenirdi.

    Teşebbüslerin pek çoğu bu geleneksel yapı içinde çalışmakla birlikte bazıları da yönetim konusunda değişen görüşler benimsedi. Giderek yoğunlaşan küresel rekabetle karşılaşan Amerikan teşebbüsleri özellikle kalifiye işçi çalıştıran ve hızla gelişmek değişmek ve hatta sipariş üzerine mal üretmek zorunda kalan ileri teknoloji endüstrilerinde daha esnek bir örgüt yapısı oluşturmaya çalışmaktadır. Aşırı hiyerarşinin ve işbölümünün yaratıcılığı önlediği yolundaki inanış her geçen gün daha yoğunlaşmaktadır. Bunun sonucu olarak da pek çok şirket örgüt yapısını “yassıltmış” yönetici sayısını azaltmış ve birkaç iş dalında birden çalışan ekiplere daha fazla yetki aktarmıştır.

    Doğal olarak yöneticilerin ve ekiplerin birşeyler üretebilmek için bir teşebbüs olarak örgütlenmeleri gereklidir. Birleşik Devletler’de anonim şirketlerin yeni bir teşebbüse girişmek için gerekli parayı toplamak ya da mevcut bir teşebbüsü büyütmek konusunda etkili bir araç olduğu kanıtlanmıştır. Anonim şirket hisse senedi sahibi diye bilinen bir gurubun gönüllü olarak oluşturduğu karmaşık kurallara ve geleneklere göre yönetilen bir ekonomik teşebbüstür.
    Anonim şirketlerin mal ya da hizmet üretebilmek için parasal kaynaklara gereksinimi vardır. Gerekli sermayeyi oluşturmak amacıyla genelde sigorta şirketlerine bankalara emekli sandıklarına bireylere ve diğer yatırımcılara hisse senedi (varlıklarından pay) ya da bono (uzun vadeli borç) satarlar. Özellikle bankalar gibi bazı kurumlar da anonim şirketlere ve diğer teşebbüslere borç verirler. Federal hükümet ve eyalet hükümetleri bu finansman sisteminin güvenliğini ve güvenilirliğini garantilemek ve yatırımcıların sağlıklı karar verebilmelerine yönelik serbest bilgi akışını sağlamak amacıyla ayrıntılı kurallar ve düzenlemeler geliştirmişlerdir.

    Gayrı safi milli hasıla (GNP) belirli bir yıl üretilen mal ve hizmet düzeyini belirler. Birleşik Devletler’de GNP düzenli bir biçimde artmış ve 1983’te 34 trilyon doların üstündeyken 1998’de yaklaşık 85 trilyon dolar olmuştur. Bu veriler ekonominin sağlığını ölçmeye yararsa da ulusun durumunu her açıdan ölçemez. Gayrı safi milli hasıla bir ekonominin ürettiği mal ve hizmetlerin piyasa değerini gösterir; fakat bir ulusun yaşam niteliğini ortaya koyamaz. Sözgelimi bireysel mutluluk ve güvenlik temiz bir çevre ve sağlık gibi bazı önemli değişkenler tümüyle bu göstergenin dışında kalır.

  2. #2
    BaŞKa ZaMaN.... YaGMuR_YüReKLiM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.09.2009
    Bulunduğu yer
    Hayat 0'ın 6'da
    Mesajlar
    4.368
    Post Thanks / Like
    Blog Girişleri
    4

    Sosyal Aglarim

    Add YaGMuR_YüReKLiM on Facebook
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    210

    Standart

    KARMA BİR EKONOMİ: PİYASANIN ROLÜ

    Birleşik Devletler’de bir karma ekonomi olduğu söylenir; çünkü hem bireysel teşebbüsler hem de hükümet önemli rol oynar. Gerçekten de Amerikan ekonomi tarihindeki en kalıcı tartışmalardan bazıları özel sektörle kamu sektörünün rolleri üzeride odaklanmıştır.

    Amerikan serbest teşebbüs sistemi bireysel iş sahipliğini öne çıkarır. Ülkede mal ve hizmetlerin en büyük kısmını özel teşebbüs üretir ve toplam ekonomik üretimin üçte ikisi özel kullanım amacıyla bireylere giderken üçte biri de hükümet ve iş çevreleri tarafından satın alınır. Tüketicinin rolü gerçekten o kadar büyüktür ki zaman zaman ülkede bir “tüketici ekonomisi” bulunduğu ileri sürülür.

    Bireysel iş sahipliğine verilen bu önem kısmen Amerikalıların kişisel özgürlüğe olan inançlarından kaynaklanmaktadır. Ulus yaratıldığından beri Amerikalılar aşırı hükümet gücünden korkmuşlar ve hükümetin bireyler üzerindeki yetkisini ekonomik alandaki rolünü de içermek üzere sınırlamaya çalışmışlardır. Buna ek olarak Amerikalılar genelde özel iş sahipliği özelliği taşıyan bir ekonominin hükümetin iş sahibi olmasını öne çıkaran bir ekonomiden daha etkin çalışacağına inanmaktadırlar.

    Neden? Amerikalıların inancına göre ekonomik güçlere müdahale edilmezse mal ve hizmetlerin fiyatını arz ve talep belirler. Buna karşılık fiyatlar da iş çevrelerinin neler üretmesi gerektiğini belirler; eğer halk bir malı ekonominin ürettiğinden daha çok miktarda almak isterse o malın fiyatı yükselir. Bu gelişme yeni şirketlerin ya da diğerlerinin dikkatini çeker ve kar sağlama fırsatı sezdikleri için o malı daha çok üretmeye başlarlar. Buna karşılık eğer halk bir malı daha az miktarda almak isterse fiyatlar düşer ve rekabete dayanamayan üreticiler ya işlerine son verir ya da başka mallar üretmeye başlar. Bu gibi sistemlere piyasa ekonomisi adı verilir. Bunun aksine sosyalist bir ekonomi hükümetin daha çok iş sahibi olması ve merkezi planlama özelliği taşır. Amerikalıların çoğunluğu vergi gelirlerine bağlı bulunan hükümetlerin fiyat değişmelerine özel sektörün yaptığı kadar önem vermeyeceklerini ya da piyasa güçlerinin gerektirdiği disiplinin etkisini duymayacaklarını düşündükleri için sosyalist ekonomilerin doğal olarak daha verimsiz kalacağına inanırlar.

    Buna karşın serbest teşebbüs de sınırlamalarla karşı karşıyadır. Amerikalılar belirli hizmetlerin özel sektöre oranla kamu tarafından daha iyi sağlanacağına her zaman inanmışlardır. Sözgelimi Birleşik Devletler’de hükümet yargının çok sayıda özel okul ve eğitim merkezi bulunmasına karşın öğretimin karayolu ağının toplumsal istatistik yayınlarının ve ulusal savunmanın yönetilmesinden birinci derecede sorumludur. Buna ek olarak fiyat sisteminin iyi yürümediği durumlarda hükümetin gerekli düzeltmeleri yapmak amacıyla müdahalede bulunması da istenir. Sözgelimi “doğal tekelleri” düzen altına alır ve piyasa güçlerini bastıracak ölçüde kuvvetlenen diğer işletme guruplaşmalarını denetlemek ya da dağıtmak için antitröst yasaları uygular. Hükümet ayrıca piyasa güçlerinin erişemeyeceği sorunlara da el atar. Özel yaşantılarında sorunlar olması ya da ekonomideki dalgalanmalar nedeniyle işsiz kalmaları yüzünden sıkıntıya düşen bireylere sosyal yardım ya da işsizlik sigortası olanakları sağlar; yaşlılara ve yoksullara yapılan sağlık yardımlarının büyük kısmını karşılar; hava ve su kirliliğinin azaltılması amacıyla özel endüstriyi denetler; doğal afetler yüzünden kayba uğrayan bireylere düşük faizli borç verir. Hükümet bunların yanı sıra özel teşebbüsün başa çıkamayacağı kadar masraflı olan uzay araştırmalarında da baş rolü oynamıştır.

    Bireyler sadece tüketici olarak yaptıkları seçimlerle değil ekonomik politikayı şekillendiren yetkililere verdikleri oylarla da bu karma ekonominin yönlendirilmesine yardım ederler. Tüketiciler geçtiğimiz yıllarda ürün güvenliğine belirli endüstriyel uygulamaların çevrede yarattığı tehditlere ve vatandaşların karşılaşmaları olasılığı bulunan belirli sağlık tehlikelerine yönelik endişelerini dile getirdiler; hükümet bunlara yanıt olarak tüketicilerin çıkarlarını güvence altına almak ve sosyal güvenliği geliştirmek amacıyla daireler kurdu.

    ABD başka değişimler de geçirdi. Nüfus ve işgücü dramatik bir biçimde çiftliklerden kentlere tarlalardan fabrikalara ve en önemli olarak ta hizmet endüstrilerine yöneldi Günümüz ekonomisinde bireysel hizmet ve kamu hizmeti sağlayanların sayısı tarımsal ve mamul mal üretenlerin sayısından çok daha fazladır. İstatistiklere göre kendi işine sahip olanlar son yüzyıl boyunca ekonomi karmaşıklaştıkça büyük ölçüde başkaları için çalışma eğilimine girmişlerdir.
    HÜKÜMETİN EKONOMİDEKİ ROLÜ

    Ekonomiye biçim veren kararların büyük çoğunluğu tüketiciler ve üreticiler tarafından alınmakla birlikte hükümetin ABD ekonomisi üzerinde en az dört alanda büyük etkisi olmaktadır.

    İstikrar ve Büyüme. Federal hükümet belki de en başta sürekli büyümeyi yüksek istihdam düzeyini ve fiyat dengesini sağlamaya çalışarak ekonomik faaliyetin genel hızını ayarlamaktadır. Harcama ve vergi oranlarını düzenlemek (maliye politikası) ya da para arzını yönetmek ve kredi kullanımını kontrol etmek (para politikası) yoluyla ekonominin büyüme hızını azaltıp çoğaltabilir ve böylelikle de fiyat ve istihdam düzeyini etkileyebilir.

    1930’ların Büyük Bunalım’ını izleyen yıllarda uzun zaman ekonomik daralmalar yani yavaş ekonomik gelişme ve yüksek işsizlik dönemleri en büyük tehdit olarak görüldü. Daralma tehlikesinin en ciddi görüldüğü günlerde hükümet kendisi büyük ölçüde harcama yaparak ya da tüketicilerin daha çok harcamalarını sağlamak amacıyla vergileri azaltarak ve para arzının hızla artmasını teşvik ederek ekonomiyi güçlendirmeye çalıştı. 1970’lerde özellikle enerji alanındaki fiyatların büyük ölçüde artması güçlü bir enflasyon - fiyat düzeyinde genel yükselme - korkusu yarattı. Bunun sonucunda hükümet ileri gelenleri ekonomik daralmayla savaşacakları yerde enflasyonu sınırlamak amacıyla harcamaları kısmaya vergi kesintilerine direnmeye ve para arzındaki artışları sınırlamaya başladılar.

    Ekonomide istikrar sağlamaya yönelik en iyi önlemlerin neler olduğu konusundaki görüşler 1960’larla 1990’lar arasında önemli biçimde değişti. Hükümet 1960’larda maliye politikasına yani ekonomiyi etkilemek için hükümet gelirleriyle oynamaya büyük ölçüde güveniyordu. Harcamalar ve vergiler Başkan ve Kongre tarafından kontrol edildiği için seçimle göreve gelen bu yetkililer ekonomiyi yönlendirmede büyük rol oynadılar. Yüksek enflasyon yaygın işsizlik ve muazzam bütçe açıkları yaşanan bir dönem nedeniyle genel ekonomik faaliyetlerin hızını düzenlemede maliye politikasının en iyi yöntem olduğu yolundaki güven sarsıldı. Bunun yerine faiz oranları gibi araçlar kullanarak ülkedeki para arzını kontrol altında tutmaya yönelen para politikaları giderek artan bir önem kazandı. Maliye politikası Başkandan ve Kongre’den büyük ölçüde bağımsız olan ve Federal Rezerv Kurulu adıyla tanınan merkez bankası tarafından yönetilmektedir.

    Düzenleme ve Kontrol. ABD federal hükümeti özel teşebbüsü çeşitli biçimlerde düzenler. Düzenleme de iki genel sınıfa ayrılır. Ekonomik düzenlemeyle fiyatların doğrudan ya da dolaylı olarak kontrolü amacı güdülür. Hükümet geleneksel olarak elektrik üretim şirketleri gibi tekellerin makul oranlardan fazla kar elde etmek için fiyatları yükseltmelerini engellemeye çalışır. Hükümet zaman zaman diğer endüstri alanlarında da ekonomik kontrol uygulamıştır. Büyük Bunalım’ı izleyen yıllarda hızla değişen arz ve talep karşısında kontrolsüz biçimde dalgalanma eğilimi gösteren tarımsal mal fiyatlarında istikrar sağlayabilmek amacıyla karmaşık bir yöntem oluşturuldu. Karayolu taşımacılığı şirketleri ve daha sonraları da havayolları gibi bazı teşebbüsler zararlı olacağını düşündükleri fiyat indirimlerine gitmemek için kendiliklerinden hükümet düzenlemesi talebinde bulundular ve bunu elde ettiler.

    Bir başka ekonomik düzenleme biçimi olan antitröst yasalar uygulanarak da piyasa güçlerinin sağlamlaştırılmasına ve böylelikle doğrudan düzenleme yapmaya gereksinim kalmamasına çalışılır. Hükümet ve bazan da özel işletmeler rekabeti gereksiz biçimde sınırlayabilecek uygulamaları ya da şirket birleşmelerini yasaklamak amacıyla antitröst yasalara başvururlar.

    Hükümet özel şirketleri halkın sağlığını korumak ya da temiz ve sağlıklı bir çevre sağlamak gibi toplumsal amaçlarla da kontrol eder. Sözgelimi ABD Besin Maddeleri ve İlaçlar İdaresi zararlı ilaçları yasaklar; Mesleksel Tehlikeler ve Sağlık İdaresi işçileri çalışırken karşılaşabilecekleri bedensel zararlara karşı korur; Çevre Koruma İdaresi de su ve hava kirliliğini kontrol amacı güder.

    Amerikalıların hükümet düzenlemeleri karşısındaki tutumları XX. Yüzyıl’ın son otuz yılı içinde büyük ölçüde değişti. 1970’lerin ilk yıllarında politika yapıcıları ekonomik düzenlemelerin etkin olmayan şirketleri havayolu ve kara taşımacılığı gibi endüstrilerden yararlanan tüketiciler aleyhine koruduğundan gittikçe daha fazla endişe duymaya başladılar. Aynı zamanda teknolojik değişiklikler de daha önceleri doğal tekel oldukları düşünülen telekomünikasyon gibi endüstrilerde yeni rakipler yarattı. Bu gelişmeler de düzenlemeleri gevşetecek bir dizi yasa çıkarılmasına yol açtı.

    Her iki siyasal partinin liderleri 1970’ler 1980’ler ve 1990’larda düzenlemelerde genel bir yumuşamaya gidilmesini benimsedilerse de toplumsal amaçlar sağlamaya yönelik düzenlemeler konusunda daha zayıf bir görüş birliği vardı. Toplumsal amaçlı düzenlemeler Büyük Bunalım’ı ve İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda ve daha sonra da 1960’larda 1970’lerde giderek büyüyen bir önem kazanmıştı. Buna karşın 1980’lerde Ronald Reagan’ın başkanlık yıllarında hükümet düzenlemelerin serbest teşebbüsü engellediğini işletme maliyetlerini yükselttiğini ve böylelikle de enflasyonu körüklediğini iddia ederek işçileri tüketicileri ve çevreyi korumaya yönelik düzenlemeleri yumuşattı. Yine de pek çok Amerikalı belirli olaylar ya da eğilimlere karşı yakınmayı sürdürdü ve hükümet çevre korunmasını da içeren bazı alanlarda yeni düzenlemelere gitmek zorunda kaldı.

    Bu arada bazı vatandaşlar da seçimle göreve gelen yetkililerin belirli sorunlara yeterli çabukluk ya da güçle yönelmediklerini ileri sürerek mahkemelere başvurdular. Sözgelimi 1990’larda bireyler ve giderek hükümetin kendisi de sigara içmenin sağlığa karşı tehlike oluşturduğu gerekçesiyle tütün şirketleri aleyhine dava açtılar. Uzun vadeli ödemeleri gerektiren büyük bir parasal uzlaşma sonucu sigara içmeyle ilişkili hastalıkların tedavi giderlerini eyaletlerin karşılamasına olanak sağlandı.

    Doğrudan Hizmet. Her düzeydeki hükümet pek çok doğrudan hizmet sağlamaktadır [Ç.N.: ABD yönetim sisteminde Federal Hükümetin altında Eyalet Hükümetleri ve Yerel Hüküğmetler vardır]. Sözgelimi federal hükümet ulusal savunmadan sorumludur; çok kez yeni ürünlerin geliştirilmesine yol açan araştırmaları destekler; uzay araştırmalarını yönetir; işçilerin iş başında beceri sağlamalarını ve iş bulmalarını kolaylaştırmak amacıyla onlara yardımcı olur. Hükümet harcamalarının yerel ve bölgesel ekonomiler ve hatta ekonomik faaliyetlerin genel hızı üzerinde önemli etkileri vardır.

    Buna karşılık eyalet hükümetleri de pek çok karayolunun yapımından ve bakımından sorumludur. Eyalet ilçe ya da kent yönetimleri devlet okullarının finansmanında ve işletilmesinde önde gelen bir rol oynarlar. Yerel hükümetler polis ve itfaiye çalışmalarının baş sorumlusudur. Federal düzeyde alınan kararlar genelde en büyük ekonomik etkiyi taşımakla birlikte yukarıda anılan alanlardaki hükümet harcamaları da yerel ve bölgesel ekonomiler üzerinde etkili olur.

    1997’de federal hükümetin eyalet hükümetlerinin ve yerel yönetimlerin toplam harcamaları gayrı safi milli hasılanın yaklaşık yüzde 18’ini oluşturmuştur.

    Doğrudan Yardım. Hükümet bunların yanı sıra işletmelere ve bireylere doğrudan çeşitli türde yardım da yapar. Küçük işletmelere düşük faizli borç verir ve teknik yardımda bulunur; üniversitede okumak isteyen öğrencilere de düşük faizli kredi açar. Hükümet destekli teşebbüsler kredi kurumlarının elindeki ipotek belgelerini satın alıp bunları yatırımcılar tarafından alınıp satılabilecek borç senetlerine dönüştürür ve böylelikle konut kredisi verilmesini teşvik eder. Hükümet ayrıca ihracatı da etkin biçimde destekler ve yabancı ülkelerin ithalatı sınırlayıcı ticaret engelleri getirmelerini önlemeye çalışır.

    Hükümet kendilerine yeterince bakamayan bireylere de destek olur. İşverenlerden alınan bir vergiyle finanse edilen Sosyal Güvenlik programı Amerikalıların büyük bir kesiminin emeklilik gelirlerini sağlar. Medicare programı sayesinde yaşlıların pek çok tedavi gideri karşılanır. Mediacaid programı da düşük gelirli ailelerin sağlık giderlerini finanse eder. Çok eyalette hükümet ruh hastalarının ya da önemli bedensel engelleri olan bireylerin bakımı amacıyla kurumlar işletir. Federal hükümet yoksul ailelerin besin maddesi almalarına yardımcı olmak için Yiyecek Pulları çıkarır; federal hükümet ve eyalet hükümetleri çocuklu yoksul ailelere destek amacıyla ortaklaşa sosyal yardım bağışlarında bulunur.

    Aralarında Sosyal Güvenlik de bulunan bu programların pek çoğunun kökü 1933-1945 yılları arasında görev yapmış olan Başkan Franklin D. Doosevelt’in “Yeni Düzen” programlarına kadar uzanır. Roosevelt’in reformlarının anahtarı yoksulluğa bireysel ahlak bozukluklarının değil toplumsal ve ekonomik nedenlerin yol açtığı inancıydı. Anılan görüş kökü New England Püritenizmi’nde yatan genel inancı reddediyordu; bu inanca göre başarı Tanrı’nın lutfunun başarısızlıksa Tanrı’nın hoşnutsuzluğunun simgesiydi. Bu yeni görüş Amerikan toplumsal ve ekonomik düşüncesinde önemli bir dönüşüm oluşturuyordu. Buna karşın günümüzde bile özellikle sosyal yardıma ilişkin belirli sorunlarda yukarıda anılan eski inançların izleri görülebilmektedir.

    Aralarında Medicare ve Medicaid’in de bulunduğu bireylere ve ailelere yönelik pek çok yardım programına ise 1960’larda Başkan Lyndon Johnson’un (1963-1969) “Yoksullukla Savaş” günlerinde başlandı. Bahis konusu programların bazıları 1990’larda parasal güçlüklerle karşılaştı ve çeşitli reform önerileri ortaya atıldıysa da Birleşik Devletler’deki her iki büyük parti de onları desteklemeyi sürdürdü. Buna karşılık programların muhalifleri işsiz ama sağlıklı bireylere sosyal yardım yapmanın onlarda sorunlara çözüm arama isteği yerine bağımlılık yaratacağını iddia ettiler. Başkan Bill Clinton (1993-2001) yönetiminde 1996’da onaylanan reform yasaları sosyal yardım alabilmek için bireylerin çalışmakta olmaları koşulunu getirmekte ve yardım sürelerine de sınırlamalar koymaktadır.

    YOKSULLUK VE EŞİTSİZLİK

    Amerikalılar ekonomik sistemleriyle gururlanırlar ve onun vatandaşların iyi bir yaşam sağlamaları için fırsat yarattığına inanırlar. Buna karşın ülkenin pek çok yöresinde yoksulluğun inatla sürmekte olduğu gerçeği onların bu inancına gölge düşürmektedir. Hükümetin yoksullukla savaş çabaları belirli bir ilerleme sağladıysa da sorunu ortadan kaldıramadı. Aynı şekilde güçlü bir ekonomik büyüme yaşanan dönemler de yeni iş olanakları yarattı ve yoksulluğu azalttı ama tümüyle yok edemedi.

    Federal hükümet dört kişilik bir ailenin temel geçimini sağlamak için gerekli asgari bir gelir miktarı saptar. Bunun düzeyi hayat pahalılığına ve ailenin yaşadığı bölgeye bağlı olarak değişebilir. 1998’de yıllık geliri 16.530 doların altında olan dört kişilik bir aile yoksul sayılıyordu.

    Yoksulluk sınırının altında yaşayan birey oranı 1959’da yüzde 224 iken 1978’de yüzde 114’e düştü; ancak ondan sonra çok dar bir sınır içinde oynadı ve 1998’de yüzde 127 olarak gerçekleşti.

    Kaldı ki toplam oranlar çok daha büyük yoksulluk çekilen yerleşim birimlerini gizlemektedir. 1998’de Afrikalı-Amerikalıların dörtte birinden fazlası (yüzde 261) yoksulluk içinde yaşıyordu; bu oran huzursuzluk yaratacak kadar yüksek olmakla birlikte tüm siyahların yüzde 31’inin yoksul tanımına girdiği 1979’a göre bir ilerleme sayıldı ve 1959’dan beri en düşük yoksulluk oranını oluşturdu. Özellikle evli olmayan annelerin bakmakla yükümlü bulunduğu aileler yoksulluğa maruz kalmaktadır. Kısmen bu gerçeğin sonucu olarak 1997’de yaklaşık beş çocuktan biri (yüzde 189) yoksuldu. Yoksulluk oranı Afrikalı-Amerikalı çocuklar arasında yüzde 367 ve İspanyol kökenliler arasında da yüzde 344’tü.

    Bazı uzmanlar resmi istatistiklerin yoksulluğu gerçek boyutlarından daha fazla gibi gösterdiğini çünkü sadece parasal geliri hesaba katıp Besin Pulu sağlık yardımı ve sosyal konutlar gibi hükümet yardımlarını göz ardı ettiğini ileri sürmektedirler. Buna karşın diğer bazıları da anılan programların bir ailenin tüm beslenme ve sağlık gereksinimlerinin pek azını karşılayabildiğini ve bir sosyal konut açığı bulunduğunu iddia etmektedirler. Bazılarına göre ise gelirleri yoksulluk sınırının üzerinde olan belirli aileler bile iskan sağlık ve giyim gibi gereksinimlerini karşılamak amacıyla beslenme giderlerini kısmakta ve bu nedenle de açlık çekmektedir. Yine bazı uzmanlar da yoksulluk düzeyindeki bireylerin zaman zaman geçici işlerde ve ekonominin “yer altı” sektöründe çalışıp para kazandıklarını ve bunların da resmi istatistiklere yansımadığını söylemektedirler.

    Ne olursa olsun Amerikan ekonomik siteminin kazanımları eşit dağıtmadığı açıktır. Washington’da kurulu bir araştırma örgütü olan Ekonomik Politika Enstitüsü’ne göre 1997’de Amerikan ailelerinin en zengin beşte birinin geliri toplam ulusal gelirin yüzde 472’sini oluşturmaktaydı. Bunun aksine en yoksul beşte bir toplam ulusal gelirin sadece yüzde 42’sini ve en yoksul yüzde 40 ta yüzde 14’ünü elde etmekteydi.

    Amerikan ekonomisinin genelde gönençli olmasına karşılık eşitsizliğe yönelik endişeler 1980’lerde ve 1990’larda da sürdü. Küresel rekabetin giderek artması sonucu pek çok geleneksel imalat endüstrisi işçisi tehdit altında kaldı ve ücretleri durağanlaştı. Aynı zamanda federal hükümet de düşük gelirli aileleri daha varlıklı olanlara karşı kollayan vergi politikalarından uzaklaştı ve iyi durumda bulunmayanlara yardım amacıyla yürütülen çok sayıda toplumsal programın bütçelerini kıstı. Bu arada daha varlıklı aileler de hızla gelişen sermaye piyasasında sağlanan kazancın pek çoğunu elde ettiler.

    1990’ların sonlarına doğru özellikle daha yoksul işçilerin gelirleri artmaya başlayınca yukarıda belirtilen durumun tersine dönmeye başladığını gösteren belirtiler ortaya çıktı. Yüzyılın sonuna gelindiğinde yine de bu eğilimin sürüp sürmeyeceğini belirlemek için henüz çok erkendi.

    HÜKÜMETİN BÜYÜMESİ

    ABD Hükümeti Başkan Franklin Roosevelt yönetiminden başlayarak büyük ölçüde büyüdü. Roosevelt’in Yeni Düzeni’nde Büyük Bunalım’ın yarattığı işsizliğe ve sıkıntılara son verme çabası nedeniyle pek çok yeni federal program yaratıldı ve var olanların çoğu da yaygınlaştırıldı. Birleşik Devletler’in İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında dünyanın en önemli askeri gücü olarak yükselmesi de hükümetin büyümesini besledi. Savaş sonrası dönemde kentsel ve banliyö yerleşim bölgelerinin büyümesi de kamu hizmetlerinin yayılmasına olanak sağladı. Eğitim konusunda daha yaygın beklentilerin başlaması hükümetin okullara ve üniversitelere önemli yatırımlar yapmasına yol açtı. Bilimsel ve teknolojik ilerlemelere yönelik muazzam bir ulusal baskı 1960’larda yeni kuruluşlar yarattı ve uzay araştırmalarından sağlık konularına kadar yayılan bir alanda büyük kamu yatırımlarına girişilmesini gerektirdi. Çok sayıda Amerikalının XX. Yüzyıl’ın başlarında var olmayan sağlık ve emeklilik programlarına gittikçe daha fazla bağımlı duruma gelmeleri de federal harcamaları büyük ölçüde arttırdı.

    Pek çok Amerikalının Washington’daki federal hükümetin kontrolsüz ölçüde şiştiğini düşünmelerine karşın istihdam istatistikleri bunun böyle olmadığını göstermektedir. Hükümette çalışanların sayısı büyük ölçüde artmışsa da bu daha çok eyaletlerde ve yerel düzeyde olmuştur. 1960-1990 arasında eyalet hükümetlerinde ve yerel yönetimlerde çalışanların sayısı 64 milyondan 152 milyona yükselirken federal hükümetteki sivil görevli sayısı 24 milyondan sadece 3 milyona çıkmıştır. Federal işgücü azaltmalar sonunda 1998’de 27 milyona düşmüş fakat eyalet hükümetleri ve yerel yönetimlerin çalıştırdığı görevli sayısı 1998’de yaklaşık 16 milyon olmuş ve anılan azaltma düzeyini çok aşmıştır. (Birleşik Devletler’in Vietnam savaşıyla uğraştığı sırada askerde olan Amerikalıların sayısı 1968’de yaklaşık 36 milyona erişmiş ve bu sayı 1998’de 14 milyona inmiştir.)

    Hükümetin sağladığı yaygın hizmetlere yönelik ödemelerin yapılabilmesi için gittikçe artan vergi yükü Amerikalıların “büyük hükümet” karşısındaki genel hoşnutsuzluğu ve kamu görevlisi sendikalarının yoğunlaşan gücü nedeniyle 1970’lerde 1980’lerde ve 1990’larda çok sayıda politika yapıcısı gerekli hizmetleri sağlayacak en etkin kurumun hükümet olup olmadığını sorgulamaya başladı. Hükümetin belirli görevlerinin özel sektöre devredilmesi yöntemini tanımlamak için “özelleştirme” deyimi ortaya atıldı ve dünya çapında hızla kabul gördü.

    Birleşik Devletler’de özelleştirme özellikle belediyelerde ve bölgesel düzeyde görüldü. New York’da New York California’da Los Angeles Pennsylvania’da Philadelphia Texas’da Dallas ve Arizona’da Phoenix gibi büyük ABD kentlerinde sokak lambalarının onarımından katı atıkların toplanmasına ve bilgi işlemden hapishanelerin yönetilmesine kadar değişen ve önceleri doğrudan belediyelerin kendilerinin yaptıkları pek çok çalışma özel şirketlere ya da kar amacı gütmeyen diğer kuruluşlara verilmeye başlandı. Bu arada bazı federal kuruluşlar da özel teşebbüs gibi çalışma yolunu seçti; sözgelimi Birleşik Devletler Posta Servisi faaliyetlerini yürütmek için genel vergilere değil kendi gelir kaynaklarına başvurur.

    Bunlara karşın kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi hala çok çelişkili bir konu oluşturmaktadır. Yandaşları özelleştirmenin maliyeti düşürdüğü ve özel sektörün üretkenliğini arttırdığı konusunda ısrar ederken diğerleri aksini savunmakta müteahhitlerin kar elde etmek istediklerini ve pek de üretken olmadıklarını ileri sürmektedirler. Kamu sektöründeki sendikalar doğal olarak özelleştirmelerin pek çoğuna hararetle karşı çıkmakta ve müteahhitlerin ihaleyi kazanmak için çok düşük teklif verdikten sonra maliyeti önemli ölçüde arttırdıklarını kanıtlayan belirli örnekler bulunduğunu ileri sürmektedirler. Yandaşları ise özelleştirme rekabete yol açarsa etkinliğin de artacağını savunmaktadırlar. Belirli durumlarda özelleştirme tehdidi yerel hükümet çalışanlarını daha etkin olmaya bile teşvik edebilir.

    Düzenlemelere hükümet harcamalarına ve sosyal yardım reformuna ilişkin tartışmaların açıkça gösterdiği gibi hükümetin ülke ekonomisindeki uygun rolü Birleşik Devletler’in bağımsızlığına kavuşmasından 200 yıl sonra bile büyük bir anlaşmazlık konusu olmayı sürdürmektedir.

  3. #3
    BaŞKa ZaMaN.... YaGMuR_YüReKLiM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.09.2009
    Bulunduğu yer
    Hayat 0'ın 6'da
    Mesajlar
    4.368
    Post Thanks / Like
    Blog Girişleri
    4

    Sosyal Aglarim

    Add YaGMuR_YüReKLiM on Facebook
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    210

    Standart

    BÖLÜM III

    AMERİKAN EKONOMİSİ: KISA BİR TARİHÇE
    Modern Amerikan ekonomisinin kökleri Avrupalı yerleşimcilerin ekonomik kazanım elde etmeye çabaladıkları XVI. XVII. ve XVIII. Yüzyıllara uzanır. Yeni Dünya bundan sonra sınırlı ölçüde başarılı bir koloni ekonomisinden küçük ve bağımsız bir çiftlik ekonomisine ve giderek de çok karmaşık bir endüstri ekonomisine dönüştü. Birleşik Devletler bu evrim sırasında büyümesine ayak uyduracak daha da karmaşık kurumlar geliştirdi. Hükümetin ekonomideki rolü ise her dönemde görülmekle birlikte genelde arttı.

    Kuzey Amerika’nın ilk yerleşimcileri Amerika Yerlileriydi. Bu halkın günümüzde Bering Boğazı’nın bulunduğu bölgedeki bir kara köprüsünden geçerek 20.000 yıl önce Asya’dan Amerika’ya geldikleri sanılmaktadır. (Amerika’ya ilk ayak basan Avrupalı kaşifler Hindistan’a geldiklerini düşündükleri için yanlışlıkla bu halka “Hintliler” demişlerdi.) Bahis konusu yerli halk bazan kabileler ve bazan da kabile konfederasyonları halinde örgütlenmişti. Kendi aralarında ticaret yaptıkları halde diğer kıtalardaki halklarla ve hatta Avrupalı yerleşimciler gelinceye kadar Güney Amerika’daki yerli halkla bile pek az temasları bulunuyordu. Geliştirdikleri ekonomik sistem ise onların topraklarına sonradan yerleşen Avrupalılar tarafından yok edilmiştir.

    Amerika’yı ilk “keşfeden” Avrupalılar Vikinglerdi; fakat 1000 yılında gerçekleşen bu olay büyük ölçüde gözden kaçtı. O günlerde Avrupa toplumunun en büyük kesimi hala tarıma ve toprak mülkiyetine bağlı bulunmaktaydı. Ticaret Kuzey Amerika’nın daha çok araştırılmasını ve orada yerleşilmesini teşvik edecek oranda önem kazanmamıştı.

    İspanya bayrağı altında denizcilik yapan bir İtalyan olan Kristof Kolomb Asya’ya ulaşan bir güneybatı geçidi bulmaya çıktı ve 1492’de bir “Yeni Dünya” keşfetti. Bunu izleyen 100 yıl boyunca Avrupa’dan yola çıkan İngiliz İspanyol Portekizli Hollandalı ve Fransız kaşifler altın zenginlik onur ve zafer peşinde Yeni Dünya’ya doğru yelken açtılar.

    Buna karşın Kuzey Amerika’nın vahşi bölgeleri ilk gelen kaşiflere pek az altın ve ondan da az zafer sunduğu için çoğu orada kalmadı. Kuzey Amerika’ya yerleşenler daha sonraki yıllarda gelenlerdi. Bir gurup İngiliz 1607’de daha sonra Birleşik Devletler olacak olan ilk kalıcı yerleşim birimini kurdular. Adı Jamestown olan bu birim günümüzdeki Virginia eyaleti topraklarında bulunuyordu.

    KOLONİLEŞTİRME

    İlk yerleşimcilerin yeni bir vatan aramalarına yol açan çeşitli nedenleri vardı. Massachusetts’e yerleşen “Pilgrim”ler dinsel baskıdan kaçmak isteyen dindar ve soğukkanlı İngilizlerdi. Virginia benzeri diğer kolonilerse temelde ticaret girişimleri olarak kurulmuştu; ancak çok kez dindarlıkla ticari çıkar el ele yürüyordu.

    İngiltere’nin daha sonra Birleşik Devletler olacak olan kolonileri kurup yürütmekteki başarısı büyük ölçüde imtiyazlı şirketler kullanmasından kaynaklanıyordu. İmtiyazlı şirketler ekonomik kazanım peşinde olan ve belki de İngiltere’nin ulusal amaçlarını gerçekleştirmek isteyen hissedar (genellikle tüccarlar ve zengin toprak sahipleri) guruplarıydı. Şirketlerin özel sektör tarafından finanse edilmesine karşılık Kral her projeye ekonomik hakların yanı sıra siyasal yetkiler ve yargı yetkileri tanıyan bir imtiyaz ya da bağış veriyordu. Buna karşın koloniler genelde hemen kar sağlayamadıkları için İngiliz yatırımcılar çok kez imtiyazlarını yerleşimcilere devrettiler. O günlerde pek anlaşılmamıştı ama bunun siyasal sonuçları çok büyük oldu. Koloniciler kendi yaşamlarını kendi toplumlarını ve kendi ekonomilerini kurmaya bırakıldılar; bu gerçekte yeni bir ulusun temellerinin atılması anlamına geliyordu.

    İlk kolonilerin zenginliği tuzakla kürk hayvanı yakalamaya ve kürk ticaretine dayanıyordu. Massachusetts’te balıkçılık ta temel bir zenginlik kaynağıydı. Buna karşın kolonilerdeki halk genelde küçük çiftliklerde yaşıyor ve kendi kendine yeterli oluyordu. Birkaç küçük kentte ve North Carolina South Carolina ve Virginia’daki büyük çiftliklerde temel gereksinim mallarının bir kesimi ve lüks maddelerin hemen hepsi tütün pirinç ve çivit karşılığında ithal ediliyordu.

    Koloniler büyüdükçe destek endüstrileri gelişmeye başladı. Çeşitli bıçkı evleri ve tahıl değirmenleri ortaya çıktı. Koloniciler önceleri balıkçı tekneleri ve sonradan da ticaret tekneleri yapmak için tersaneler kurdular. Küçük demir döküm atölyeleri de açtılar. XVIII. Yüzyıl’a gelindiğinde bölgesel ekonominin biçimi ortaya çıkmıştı; New England kolonileri gönenç yaratmak için gemi yapımına ve denizciliğe dayanıyordu; Maryland Virginia ve Carolinalar’daki çoğunlukla köle çalıştırılan büyük çiftliklerde pamuk pirinç ve çivit üretiliyordu; New York Pennsylvania New Jersey ve Delaware’deki orta koloniler de deniz yoluyla mal ve kürk taşımacılığı yapıyorlardı. Köleler dışındaki bireylerin yaşam standardları yüksekti; gerçekten de İngiltere’dekini bile aşıyordu. İngiliz yatırımcılar çekilmiş oldukları için meydan koloniciler arasındaki müteşebbislere kalmıştı.

    1770’e gelindiğinde Kuzey Amerika kolonileri hem ekonomik hem de siyasal açıdan I. James döneminden beri (1603-1625) İngiltere politikasına egemen olmuş bulunan ve giderek yükselen özyönetim akımının bir parçası konumuna gelmeye hazırlardı. İngiltere ile aralarında vergileme konusunda ve diğer başka alanlarda anlaşmazlıklar çıktı; Amerikalılar İngiliz vergilerinde ve yasal düzenlemelerinde özyönetim taleplerini karşılayacak biçimde değişiklik yapılacağını umuyorlardı. İngiliz hükümetiyle olan sürtüşmelerin onlarla genel savaşa ve kolonilerin bağımsızlığına yol açacağını pek az kişi düşünüyordu.

    XVII. ve XVIII. Yüzyıllar’da İngiltere’deki siyasal kargaşa dönemlerinde olduğu gibi Amerikan Devrimi de (1775-1783) hem ekonomik hem siyasaldı ve İngiliz filozofu John Locke’nin Sivil Hükümet Üzerine İkinci İnceleme’sinden (1690) açıkça alınmış olan “vazgeçilmez yaşam özgürlük ve mülkiyet hakları” cümleciğini toplanma çağrısı olarak kullanan orta sınıf tarafından destekleniyordu. Nisan 1775’teki bir olay savaşı başlattı. Massachusetts’in Concord kentindeki bir koloni silah deposunu ele geçirmek isteyen İngiliz askerleri Koloni milisleriyle çatıştılar. Kim olduğu bilinmeyen birinin ateş etmesi üzerine sekiz yıl sürecek bir savaş patladı. Kolonicilerin çoğunluğunun başlangıçtaki amacı belki de İngiltere’den siyasal ayrılma değildi; fakat varılan kesin sonuç bağımsızlık ve yeni bir devletin yani Birleşik Devletler’in yaratılması oldu.

    YENİ ULUSUN EKONOMİSİ

    1787’de kabul edilen ve günümüze kadar yürürlükte kalan ABD Anayasası pek çok bakımdan yaratıcı bir dehanın eseridir. Bir ekonomik yasa olarak Maine’den Georgia’ya ve Atlas Okyanusu’ndan Mississippi Vadisi’ne uzanan tüm ülkenin birleşmiş ya da “ortak” bir Pazar oluşturduğu hükmünü getirmiştir. Eyaletlerarası ticarete hiçbir gümrük resmi ya da vergi uygulanamaz. Anayasa uyarınca Federal hükümet yabancı ülkelerle yapılan ve eyaletler arasında yürütülen ticareti düzenleyebilir tekdüze iflas yasaları çıkarabilir para basabilir ve değerini ayarlayabilir ağırlık ve uzunluk ölçüsü birimlerine ilişkin standardlar koyabilir postaneler ve anayollar açabilir ve patentler ve telif haklarını düzenleyen kurallar getirebilir. Yukarıda değinilen son hüküm “fikri mülkiyet”in ilk günlerden başlayarak tanındığını gösteriyordu ve bu konu XX. Yüzyıl sonlarında yapılan ticaret görüşmelerinde büyük bir önem kazanacaktı.

    Ülkenin Kurucu Ataları’ndan biri ve ilk maliye bakanı olan Alexander Hamilton federal hükümetin yeni doğmuş endüstrilere açık destek sağlayarak ve ithalata koruyucu gümrük tarifeleri uygulayarak onları beslemeye yönelik bir ekonomik kalkınma stratejisi uygulanmasını savunuyordu. Ayrıca kolonilerin Bağımsızlık Savaşı sırasında yüklendikleri kamu borçlarını üstlenmek amacıyla bir ulusal banka yaratılması için de federal hükümeti zorluyordu. Yeni hükümet Hamilton’un belirli önerilerine direndiyse de sonuçta gümrük tarifelerini Amerikan dış politikasının temel bir ögesi yaptı ve bu tutum yaklaşık XX. Yüzyıl ortalarına kadar sürdürüldü.

    Amerikalı çiftçiler başlangıçta bir ulusal bankanın yoksullar aleyhine varsıllara hizmet edeceğinden korktular; fakat ilk Birleşik Devletler Ulusal Bankası 1791’de kuruldu 1811’e kadar çalıştı ve o tarihte yerine bir başka banka oluşturuldu.

    Hamilton Birleşik Devletler’in ekonomik büyümesinin çeşitlendirilmiş ulaştırma imalatçılık ve bankacılık aracılığıyla sürdürülmesi gerektiğine inanıyordu. Hamilton’un politikadaki rakibi Thomas Jefferson ise felsefesini sıradan bireylerin siyasal ve ekonomik zulme karşı korunmasına dayandırmıştı. Özellikle küçük çiftçileri “en değerli vatandaşlar” olarak övüyordu. Jefferson 1801’de başkan oldu (1801-1809) ve merkeziyetçilikten daha çok arındırılmış bir tarım politikası uygulamaya yöneldi.

    GÜNEYE VE BATIYA İLERLEYİŞ

    Güney’de başlangıçta önemsiz bir ürün olan pamuk Eli Whitney’in 1793’te çırçır makinesini (pamuğu tohumlarından ve diğer yabancı maddelerden ayıklayan makine) icat etmesi üzerine büyük bir gelişme gösterdi. Güneydeki büyük çiftlik sahipleri sık sık daha batıya giden küçük çiftçilerin topraklarını satın aldılar. Köle işçilerin emeğiyle beslenen büyük çiftlikler kısa zamanda belirli aileleri pek çok zenginleştirdi.

    Bununla birlikte batıya gidenler sadece güneyliler değildi. Bazan Doğu’daki köyler bir tüm olarak bölgeden ayrılıyor ve Ortabatı’nın daha verimli çiftlik arazilerinde yeni yerleşim birimleri kuruyordu. Batıya göçenler çok kez bağımsızlığa sıkı sıkıya bağlı bulunan ve her tür hükümet denetimine ya da müdahalesine güçlü bir biçimde karşı çıkan kişiler olarak tanımlanmalarına karşın gerçekte hükümetten dolaylı ya da dolaysız pek çok yardım sağlamışlardır. Hükümet tarafından yapılan Cumberland Pike yolu (1818) ve Erie Kanalı (1825) gibi ulusal kara ve suyolları yeni yerleşimcilerin batıya göç etmelerinde ve daha sonra da batının tarımsal ürünlerinin pazarlara taşınmasında yardımcı olmuştur.

    Andrew Jackson 1829’da başkanlığa gelince pek çok yoksul ve varlıklı Amerikalı onu ideal edindi; çünkü o da yerleşime yeni açılan sınır bölgesinde ağaçtan yapılmış bir kulübede yaşama başlamıştı. Başkan Jackson (1829-1837) Hamilton’un Ulusal Banka’sının Doğu’nun yerleşmiş çıkarlarını Batı’nınkilere tercih ettiğine inandığı için bir ardılının kurulmasına karşı çıktı. Jackson ikinci bir dönem için seçilince Banka’nın görev süresini yenilemek istemedi ve Kongre de onu destekledi. Bu davranışları ülkenin parasal sistemine karşı güveni sarstı ve 1834 ve 1837’de önemli ticari paniklere yol açtı.

    Ekonomik sarsıntılar XIX. yüzyıl süresince ABD ekonomisinde yaşanan hızlı büyümeyi engellemedi. Yeni icatlar ve sermaye yatırımları yeni endüsteriler kurulmasına ve ekonomik büyümeye yol açtı. Ulaştırma geliştikçe sürekli olarak yeni pazarlar açıldı. Buharlı gemiler nehir trafiğinin daha hızlı ve daha ucuz olmasını sağladı; fakat demiryollarının geliştirilmesi daha da büyük bir etki yarattı ve geniş arazi bölümleri kullanıma açıldı. Kanallar ve karayolları gibi demiryollarının ilk kuruluş günlerinde de arazi bağışı biçiminde önemli hükümet yardımları yapıldı. Buna karşın diğer ulaştırma biçimlerinin aksine demiryolları büyük ölçüde yerel ve Avrupa kaynaklı özel yatırımları da çekti.

    Bu heyecan dolu günlerde çabuk zengin olma düzenleri bollaştı. Borsa fırsatçıları bir gecede hazineler kazandılar; buna karşılık çok kişi de tüm tasarruflarını yitirdi. Bunlara karşın uzak görüşlülüğün ve yabancı yatırımların bir araya gelmesi altın yataklarının bulunması ve Amerikan halkının ve kişisel zenginliğin büyük katkısı sonucu ülkede yaygın bir demiryolu sistemi kurulabildi ve bu da endüstrileşme için temel oluşturdu.

    ENDÜSTRİYEL BÜYÜME

    Endüstri Devrimi XVIII. Yüzyıl’ın sonlarında ve XIX. Yüzyıl’ın başlarında Avrupa’da oluştu ve hızla Birleşik Devletler’e yayıldı. 1860’ta Abraham Lincoln başkan seçildiğinde ülke nüfusunun yüzde 16’sı kentlerde yaşmakta ve ulusal gelirin üçte biri imalattan sağlanmaktaydı. Kentleşmiş endüstri genelde Kuzey Doğu’da toplanmıştı; pamuklu bez üretimi önde gelen endüstriydi ayakkabı yünlü giysi ve makine üretimi de yayılmaktaydı. İşçilerin çoğunluğunu göçmenler oluşturuyordu. 1845-1855 arasında Avrupa’dan yılda yaklaşık 300.000 göçmen geliyordu. Bunların çoğu yoksul kişilerdi; Doğu kentlerinde ve çok kez de ülkeye varış limanlarında yerleşmişlerdi.

    Buna karşılık Güney tarım bölgesi olmayı sürdürdü; sermaye ve endüstri ürünleri için de Kuzey’e bağlı kaldı. Güney’in köle kullanımını da içeren ekonomik çıkarları ancak siyasal güç tarafından ve Güney federal hükümeti kontrol ettiği sürece korunabilirdi.1856’da kurulmuş olan Cumhuriyetçi Parti endüstrileşmiş Kuzey’i temsil ediyordu. 1860’ta Cumhuriyetçiler ve başkan adayları olan Lincoln köle kullanılmasından pek söz etmiyorlar ama ekonomik politika konusunda çok açık konuşuyorlardı. 1861’de bir koruyucu gümrük tarifesi kabul ettirmeyi başardılar. 1862’de ilk Büyük Okyanus demiryolunu kurma imtiyazı verildi. 1863 ve 1864’te bir ulusal banka yasası taslağı hazırlandı.

    ABD İç Savaş’ında (1861 - 1865) Kuzey’in zafer kazanması ile ülkenin ve ekonomi politikasının geleceği kesinleşmiş oldu. Köle işgücüne dayalı sistem kaldırıldı ve Güney’deki büyük pamuk çiftlikleri daha az kar getirir oldular. Savaş gereksinimleri nedeniyle hızla gelişmiş olan Kuzey endüstrisi ilerlemesini sürdürdü. Endüstriciler ülkenin toplumsal ve siyasal faaliyetleri de içeren yaşamının pek çok kesiminde egemen olmaya başladılar. Güney’in 70 yıl sonra çevrilecek film klasiği Rüzgar Gibi Geçti’de duygusal biçimde dile getirilecek olan büyük çiftlik aristokrasisi ortadan kalktı.

    İCATLAR KALKINMA VE BÜYÜK İŞ ADAMLARI

    İç Savaş’ı izleyen hızlı ekonomik gelişme modern ABD endüstriyel ekonomisinin temellerini oluşturdu. Bir yeni keşifler ve icatlar patlaması görüldü ve bu olgu yarattığı derin değişiklikler nedeniyle bazıları tarafından “ikinci bir endüstri devrimi” olarak tanımlandı. Batı Pennsylvania’da petrol keşfedildi. Yazı makinesi geliştirildi. Soğutmalı demiryolu vagonları kullanıma girdi. Telefon gramofon ve elektrik ampulü icat edildi. XX. Yüzyıl’ın ilk yıllarında at arabalarının yerini otomobiller aldı ve uçakla yolculuk başladı.

    Anılan başarılara koşut olarak ülkenin endüstriyel alt yapısı da geliştirilmeye başlandı. Appalachian Dağları’nda kuzeyde Pennsylvania’dan güneyde Kentucky’e kadar uzanan bölgede zengin kömür yatakları bulundu. Orta Batı’nın kuzeyinde Superior Gölü bölgesinde büyük demir madenleri açıldı. Bu iki önemli ham maddenin biraraya getirilebildiği yerlerde çelik üreten fabrikalar geliştirildi. Açılan büyük bakır ve gümüş madenlerini kurşun madenleri ve çimento fabrikaları izledi.

    Endüstri büyüdükçe seri imalat yöntemleri geliştirildi. Frederick W. Taylor bilimsel yöneticilik konusunda öncü oldu; her işçinin işlevini özenli bir biçimde belirledi; onların çalışmalarıyla ilgili yeni ve daha etkin yöntemler yarattı. (Gerçek seri imalat fikrini Henry Ford geliştirdi ve 1913’te her işçinin tek bir basit işlem yapacağı hareketli otomobil montaj bandını kurdu. Çok uzak görüşlü olduğu daha sonra anlaşılan bir atılım yapan Ford işçilerine günde 5 dolar gibi pek cömert bir ücret önerdi ve böylelikle işçilerin çoğu ürettikleri otomobillerin aynı zamanda müşterisi haline geldiler ve endüstrinin yayılmasına yardım sağladılar.)

    XIX. Yüzyıl’ın ikinci yarısının “Parıltılı Çağ”ı büyük iş adamlarının ortaya çıktığı dönemdi. Pek çok Amerikalı büyük parasal imparatorluklar kuran bu iş adamlarını ideal olarak algıladı. Bahis konusu kişilerin başarısı çok kez John D. Rockefeller’in petrolde yaptığı gibi yeni bir hizmet ya da ürünün uzun vadedeki gelişme olasılığını görebilmekte yatıyordu. Şiddetli bir rekabet içindeydiler ve tek amaçları parasal başarı ve güç peşinde koşmaktı. Bu devler arasında John D.Rockefeller ve Ford’a ek olarak demiryolu işletmeciliğiyle zengin olan Jay Gould banker J.Pierpont Morgan ve çelik üğretimcisi Andrew Carnegie sayılabilir. Aralarından bazıları o günün işletmecilik anlayışına göre dürüst kişilerdi; buna karşın diğer bazıları zenginlik ve güç elde edebilmek için kuvvete rüşvete ve hileye başvurdular. İş çevreleri şu ya da bu şekilde hükümet üzerinde büyük etki sahibi oldular.

    Girişimcilerin belki de en gösterişlisi sayılan Morgan hem özel hem de iş yaşamında büyüklüğü kendisine ölçü olarak almıştı. Kendisi ve dostları kumar oynuyorlar yatlarda geziyorlar zengin partiler düzenliyorlar saray benzeri evler yapıyorlar ve Avrupa’nın sanat eserlerini satın alıyorlardı. Buna karşın Rockefeller ve Ford gibi kişiler püritenlerinkine benzer özellikler sergiliyorlardı. Küçük kasaba değerlerini ve yaşam biçimini sürdürüyorlardı. Sürekli kiliseye giden kişiler olarak diğer bireyler üzerinde de bir sorumlulukları olduğuna inanıyorlardı. Kişisel erdemlerin başarı sağlayabileceğini düşünüyorlardı; çalışmaya ve tutumlu olmaya inançları büyüktü. Daha sonra varisleri de Amerika’daki en büyük insancıl yardım vakıflarını kurdular.

    Avrupa’daki üst düzey aydınların genelde ticareti aşağılık bir işlev gibi görmelerine karşılık daha akışkan sınıf yapısına sahip bir toplum içinde yaşayan Amerikalıların çoğu para kazanma olgusuna hevesle sarılıyorlardı. Ticari girişimin riskinden ve verdiği heyecandan hoşlandıkları kadar ticari başarının sağlayabileceği yüksek yaşam standardlarını gücü ve ünü de seviyorlardı.

    Bunlara karşın her istediğini yapan büyük girişimciler Amerikan ekonomisi XX. Yüzyıl’da olgunluğa eriştikten sonra Amerikalıların ideali olma çekiciliklerini büyük ölçüde yitirdiler. Önce demiryollarında daha sonra diğer iş alanlarında anonim şirketlerin ortaya çıkmasıyla yaşamsal bir değişim kendini gösterdi. Büyük iş adamlarının yerini anonim şirketlerin başına geçen “teknokratlar” yani yüksek ücretli yöneticiler aldı. Anonim şirketin yükselişine bağlı olarak işletmelerin gücünü ve etkisini dengeleyici bir kuvvet hizmeti gören örgütlenmiş işçi hareketi de gelişti.

    1980’lerin ve 1990’ların teknolojik devrimi büyük iş adamları çağını anımsatan yeni bir teşebbüs kültürü ortaya çıkardı. Microsoft’un başı olan Bill Gates bilgisayar yazılımları düzenleyip satarak muazzam bir servet oluşturdu. Gates’in büyük karlar sağlayan bir imparatorluk yaratması nedeniyle kurduğu şirket 1990’ların sonunda rakiplerini sindirmek ve tekel yaratmak suçlamasıyla ABD Adalet Bakanlığı’nın antitröst dairesi tarafından mahkemeye verildi. Buna karşın Gates bir insancıl yardım vakfı da kurdu ve vakıf kısa sürede benzerleri arasında en büyük olma konumuna erişti. Günümüzdeki Amerikalı iş çevresi liderlerinin pek çoğu Gates kadar göze batan bir yaşam sürdürmemekte anonim şirketlerin geleceğini onlar belirlemekte ancak bunun yanı sıra insancıl yardım örgütlerinin ve okulların yönetim kurullarında da görev yapmaktadırlar. Ulusal ekonominin durumuyla ve Amerika’nın diğer ülkelerle olan ilişkileriyle ilgilenmekte ve hükümet yetkilileriyle danışmak için her an Washington’a gidebilmektedirler. Kuşkusuz hükümeti etkilemekte fakat Parıltılı Çağ’daki bazı büyük iş adamlarının inandığının aksine onu kontrol etmemektedirler.

  4. #4
    BaŞKa ZaMaN.... YaGMuR_YüReKLiM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.09.2009
    Bulunduğu yer
    Hayat 0'ın 6'da
    Mesajlar
    4.368
    Post Thanks / Like
    Blog Girişleri
    4

    Sosyal Aglarim

    Add YaGMuR_YüReKLiM on Facebook
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    210

    Standart

    HÜKÜMET MÜDAHALESİ

    Amerika tarihinin ilk yıllarında politikadaki liderlerin çoğunluğu federal hükümetin ulaştırma alanı hariç özel sektöre pek fazla karışmasında isteksiz davranmışlardır. Genelde “bırakınız yapsınlar” doktrinini benimsemişlerdir; anılan doktrin yasaların ve düzenin korunması dışında hükümetin ekonomiye müdahale etmesine karşıdır. XIX. Yüzyıl’ın ikinci yarısında küçük işletmeler çiftlikler ve işçi hareketleri hükümetlerin onlar adına müdahalesini istemeye başlayınca bu davranış da değişmeler gösterdi.

    Yüzyılın sonlarına doğru hem iş çevreleri liderlerine hem de Orta Batı ve Batı’daki çiftçilerin ve işçilerin oldukça köktenci siyasal hareketlerine kuşkuyla bakan bir orta sınıf gelişti. İlericiler olarak anılan bu kişiler hükümetin rekabeti ve serbest teşebbüsü güvence altına almak için iş yaşamını düzenlenmesinden yanaydılar. Ayrıca özel sektördeki yolsuzluklarla da savaştılar.

    Kongre 1887’de demiryolu işletmeciliğini düzenleyen bir yasa (Eyaletlerarası Ticaret Yasası) ve 1890’da da büyük şirketlerin tek bir endüstriyi kontrol etmesini engelleyen bir yasa (Sherman Antitröst Yasası) kabul etti. Ancak 1900-1920 yılları arasında Cumhuriyetçi Başkan Theodore Roosevelt (1901-1909) Demokrat Başkan Woodrow Wilson (1913-1921) ve ilericilere yakınlık duyan diğerleri iktidara gelinceye kadar bu yasalar kararlı bir biçimde uygulanmadı. Aralarında günümüzün Eyaletlerarası Ticaret Komisyonu Gıda ve İlaç İdaresi Federal Ticaret Komisyonu da bulunan pek çok düzenleyici kuruluş bu dönemde yaratıldı.

    Ekonomiye hükümet müdahalesi en önemli yükselişini 1930’ların Yeni Düzen döneminde elde etti. 1929’da sermaye piyasasının çöküşü ülke tarihindeki en ciddi ekonomik karışıklığı yani Büyük Bunalım’ı (1929-1940) yaratmıştı. Başkan Franklin D.Roosevelt (1933-1945) bu olağanüstü durumu aşmak amacıyla Yeni Düzen’i başlattı.
    Amerika’nın modern ekonomisini belirleyen en önemli yasaların ve kurumların çoğu Yeni Düzen döneminde yaratılmıştır. Yeni Düzen yasaları federal hükümetin yetkisini bankacılık tarım ve sosyal güvenlik alanlarına yaydı. Ücretlere ve çalışma saatlerine ilişkin asgari standardları belirledi ve çelik otomobil ve kauçuk ürünleri gibi endüstri alanlarında işçi sendikalarının yayılmasında aracı rolü oynadı. Günümüzde ülkenin modern ekonomisinin işlemesi için vazgeçilmez sayılan programlar ve daireler yaratıldı: menkul sermaye borsasını düzenleyen Hisse Senetleri ve Senet Borsası Komisyonu; banka mevduatını güvence altına alan Federal Mevduat Sigortası Kurumu; belki de en önemli kurum sayılan ve yaşlıların işgücünün bir parçası çalıştıkları sırada yaptıkları katkılara dayanarak onlara emekli maaşı sağlayan Sosyal Güvenlik İdaresi gibi.

    Yeni Düzen liderleri iş çevreleriyle hükümet arasında daha yakın bağlar kurma konusunda belirli bir heves gösterdiler; fakat bu çabaların bazıları İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yok oldu. Kısa ömürlü bir Yeni Düzen programı olan Ulusal Endüstriyel Güçlenme Yasası ile iş çevresi liderlerinin ve işçilerin aralarındaki anlaşmazlıkları hükümetin gözetimi altında çözümlemeye teşvik edilmelerine ve böylelikle üretkenliğin ve etkinliğin arttırılmasına çalışıldı. Amerika’daki bu işveren-işçi-hükümet düzenlemelerinde hiçbir zaman Almanya ve İtalya’da görüldüğü gibi faşizme gidilmediyse de Yeni Düzen girişimleri bu üç anahtar ekonomi aktörü arasındaki güç paylaşımını yeni bir yöne döndürdü. Savaş sırasında ABD hükümetinin ekonomiye büyük müdahalesi sonucu bahis konusu güç birleşmesi daha da yoğunlaştı. Savaş Üretimi Kurulu savaş önceliklerinin karşılanabilmesi için ülkenin üretim yeteneklerinde eşgüdüm sağladı. Yapısı değiştirilen tüketim malı fabrikaları pek çok askeri siparişi karşıladı. Otomobil yapımcıları tank ve uçak üreterek Birleşik Devletler’i “demokrasinin silah deposu” haline getirdiler. Ulusal gelirin artmasının ve tüketim mallarının yetersiz kalmasının enflasyona neden olmasını önleyebilmek amacıyla kurulan Fiyat Yönetim Bürosu belirli yerleşim birimlerinin kiralarını kontrol altına aldı; şekerden benzine kadar pek çok tüketim malını vesikaya bağladı ve daha başka önlemler uygulayarak fiyat artışlarını engellemeye çalıştı.

    SAVAŞ SONRASI EKONOMİSİ: 1945-1960

    Çok sayıda Amerikalı İkinci Dünya Savaşı’nın sona erip büyük askeri harcamaların azalması sonucu Büyük Bunalım dönemindeki sıkıntılı günlerin geri geleceğinden korkuyorlardı. Bunun aksine savaş sonrası dönemde yoğun tüketici talebi olağanüstü güçlü bir ekonomik büyümeyi besledi. Otomotiv endüstrisi başarılı bir biçimde yeniden araç üretmeye döndü ve havacılık ve elektronik gibi yeni endüstriler büyük bir gelişme gösterdiler. Kısmen askerden dönenlere sağlanan ipotek kolaylıklarının yarattığı teşvik sayesinde hızla büyüyen inşaat sektörü de bu gelişmeye katkıda bulundu. Ulusun 1940’ta yaklaşık 200 milyar dolar olan gayri safi milli hasılası 1950’de 300 milyara ve 1960’ta da 500 milyar doları aşan bir düzeye yükseldi. Aynı zamanda savaş sonrası doğumlarda gerçekleşen ve “bebek patlaması” denilen büyük sıçrama da tüketici sayısını yükseltti. Her geçen gün daha çok sayıda Amerikalı orta sınıfa katıldı.

    Savaş malzemesi üretme gereksinimi büyük bir askeri-endüstriyel karma (1953-1961 arasında ABD Başkanlığı yapmış olan Dwight D. Eisenhower tarafından ortaya atılan bir deyim) doğmasına yol açtı. Bahis konusu karma savaş sona erince ortadan kaybolmadı. Demir Perde Avrupa’nın üzerine çöküp Birleşik Devletler de kendisini Sovyetler Birliği’ne karşı bir soğuk savaşa girmiş bulunca hükümet önemli bir savaş gücü bulundurmayı sürdürdü ve hidrojen bombası benzeri gelişmiş silahlara yatırım yaptı. Savaşta yıkılmış bulunan Avrupa ülkelerine Marshall Planı çerçevesinde ekonomik yardım aktı ve bu da çok sayıda ABD malı için piyasa yaratılmasına yardımcı oldu. Hükümet ekonomik konularda odak rolü oynadığını anladı. Hükümet politikası çerçevesinde “en yüksek istihdamı üretimi ve satın alma gücünü yaratmak” için 1946 tarihli İstihdam Yasası kabul edildi.

    Savaş sonrası dönemde uluslararası parasal düzenlemelerin yeniden yapılandırılması gerektiğini fark eden Birleşik Devletler açık ve kapitalist bir uluslararası ekonomi kurulmasını güvence altına alacak Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi kurumların yaratılmasında öncülük yaptı.

    Bu arada işletmeler de birleşmelerin simgelediği bir döneme girdi. Şirketler büyük ve çeşitli alanlara el atan konglomeralar oluşturmak için birleştiler. Sözgelimi Uluslararası Telefon ve Telgraf A.Ş. (ITT) Sheraton Otelleri’ni Continental Bankacılık’ı Hartford Yangın Sigortası’nı Avis Kiralık Otomobil’i ve diğer başka şirketleri satın aldı.

    Amerikan işgücü de önemli ölçüde değişti. 1950’lerde hizmet sağlayan işlerde çalışan işçi sayısı önce mal üretimindeki işçi sayısına yetişti sonra da bu sayıyı geçti. 1956’da ABD çalışanlarının çoğunluğu imalattan (mavi yakalılar) daha çok hizmette (beyaz yakalılar) yer alıyordu. Aynı zamanda işçi sendikaları da üyeleri için uzun vadeli iş sözleşmeleri gerçekleştirdiler ve daha başka çıkarlar sağladılar.

    Buna karşın çiftçiler sıkıntılı günler geçirdiler. Çiftçiliğin büyük işletmelere dönüşmesiyle etkinliğin artması tarımda aşırı üretime yol açtı. Küçük aile çiftlikleri her geçen gün rekabet etmekte daha çok zorlandılar ve gittikçe artan sayıda çiftçi toprağından ayrıldı. Bunun sonucu olarak tarım sektöründe çalışanların sayısı 1947’de 79 milyon iken bu sayı gittikçe azaldı; 1998’e gelindiğinde ABD’deki çiftliklerde sadece 34 milyon işçi çalışıyordu.

    Başka Amerikalılar da yer değiştirdiler. Tek ailenin oturduğu evlere olan talebin artması ve otomobil sahipliğinin yaygınlaşması çok sayıda Amerikalının kentlerden banliyölere göç etmesine yol açtı. Hava soğutma aygıtlarının icadı gibi teknolojik yenilikler de buna eklenince ortaya çıkan göç dalgası güney ve güneydoğu eyaletlerinde Houston Atlanta Miami ve Phoenix benzeri “Güneş Kuşağı” (Sun Belt) kentlerin geliştirilmesini teşvik etti. Federal hükümetçe desteklenen otoyollar banliyölere erişimi kolaylaştırdığı için işyeri biçimleri de değişmeye başladı. Alışveriş merkezleri çoğaldı ve sayıları İkinci Dünya Savaş’ı sonunda 8 iken 1960’da 3.840’a erişti. Kısa bir süre sonra kentleri bırakıp daha az kalabalık kesimlere yerleşen çok sayıda endüstri kuruluşu da bunları izledi.



    DEĞİŞİM YILLARI: 1960’LAR VE 1970’LER

    Amerika’da 1950’ler çok kez bir rahatlık dönemi olarak tanımlanır. Bunun aksine 1960’lar ve 1970’ler büyük bir değişmeler dönemi oldu. Dünya çevresinde yeni ülkeler ortaya çıktı; mevcut hükümetleri yıkma amacı güden ayaklanmalar görüldü; daha önce kurulmuş ülkeler büyüdüler ve Birleşik Devletler’e rakip ekonomik dinamolar haline geldiler; askeri gücün tek büyüme ve yayılma aracı olmadığının gittikçe daha açık bir biçimde anlaşıldığı dünyada ekonomik ilişkiler başat bir konum kazandı.

    Başkan John F.Kennedy (1961-1963) yönetime daha etkin bir yaklaşım başlattı. 1960 seçim kampanyası sırasında Amerikalıları “Yeni Ufuklar”ın gereksinimlerini yerine getirmeye çağıracağını söyledi. Başkan olarak hükümet harcamalarını arttırıp vergilerde kısıntı yaparak ekonomik büyümeyi hızlandırmayı hedef aldı; yaşlılara sağlık yardımı yapılmasını kent merkezlerine parasal yardım verilmesini ve eğitime daha fazla ödenek ayrılmasını sağlamaya çalıştı. Bahis konusu önerilerinin büyük kesimi yaşama geçirilmedi; ancak Barış Gönüllüleri’nin yaratılmasıyla Kennedy’nin Amerikalıları kalkınmakta olan ülkelere gönderip onlara yardımcı olmak düşü gerçekleşti. Kennedy ayrıca Amerika uzay araştırmalarını da hızlandırdı. Ölümünden sonra Amerikan uzay programı Sovyet başarılarını geçti ve Temmuz 1969’da Amerikalı astronotlar aya indiler.

    Kennedy’nin 1963’te öldürülmesi Kongre’yi harekete geçirdi ve oluşturduğu yasama projelerinin büyük kesimi onaylandı. Ardılı Lyndon Baines Johnson (1963-1969) başarılı Amerikan ekonomisinin kazanımlarını daha çok sayıda vatandaşa yayarak bir “Büyük Toplum” kurmayı amaçladı. Hükümetin Medicare (yaşlılara sağlık yardımı) Yiyecek Pulları (yoksullara besin yardımı) ve çok sayıda eğitim girişimi (öğrencilere yardımın yanı sıra okullara ve üniversitelere bağış) nedeniyle federal harcamalar dramatik ölçüde çoğaldı.

    Vietnam’daki Amerikalıların sayısı arttıkça askeri harcamalar da yükseldi. Kennedy döneminde küçük bir askeri harekat olarak başlayan müdahale Johnson’un başkanlığı sırasında büyük bir askeri girişime dönüştü. İşin garip yanı hem yoksulluğa karşı savaş hem de Vietnam savaşı için yapılan harcamalar kısa vadede gönencin artmasına yardımcı oldu. Buna karşılık 1960’ların sonuna doğru hükümetin bu harcamaları karşılamak için vergileri yükseltmedeki başarısızlığı gittikçe artan bir enflasyon yarattı ve bu da ekonomik gönenci aşındırdı. Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) üyelerinin 1973-1974 yıllarındaki petrol ambargosu enerji fiyatlarını hızla yükseltti ve yakıt kısıntıları ortaya çıktı. Ambargo sona erdikten sonra bile fiyatlar aynı kalarak enflasyonu arttırdı ve giderek işsizlik oranını yükseltti. Federal bütçe açıkları arttı yabancı rekabet yoğunlaştı ve menkul kıymetler borsasında gerilemeler oldu.

    Vietnam Savaşı 1975’e kadar sürdü; Başkan Richard Nixon (1969-1973) meclis soruşturması açılması talepleri karşısında istifa etti; bir gurup Amerikalı Tahran’daki ABD büyükelçiliğinde rehine alındı ve bir yıldan uzun bir süre serbest bırakılmadı. Ulus ekonomik durum dahil olaylarla başa çıkamıyormuş gibi görünüyordu. Otomobillerden çeliğe ve yarı-iletkenlere kadar ucuz ve çok kez de yüksek nitelikli ithal malları Birleşik Devletler’e aktıkça Amerika’nın ticaret açığı büyük ölçüde arttı.

    Yeni ekonomik hastalığı - bir yandan enflasyon sürerken bir yandan da ekonomik durgunluk olması ve aynı zamanda işsizlik oranının artması - tanımlamak için “stagflasyon” terimi kullanılıyordu. Enflasyon kendi kendini besliyor gibiydi. Halk fiyatların sürekli artacağını beklediği için da daha fazla mal almaya başladı. Artan talep fiyatları fiyatlar ücretleri ücretler fiyatları daha da yükseltti ve durmadan yükselen bir sarmal doğdu. İş sözleşmelerine yaşam standardına ilişkin maddelerinin otomatik olarak konulması giderek yaygınlaştı; hükümet te sosyal güvenlik ödemeleri gibi belirli kalemleri enflasyonun bilinen en iyi ölçütü sayılan Tüketici Fiyat Endeksine bağlamaya başladı. Söz konusu uygulamalar işçilerin ve emeklilerin enflasyonla başa çıkabilmelerine yarım etti ama enflasyonu da kalıcı konuma getirdi. Hükümetin gittikçe artan gelir gereksinimi bütçe açığını büyüttü ve daha çok borçlanılmasına yol açtı ve bu da faiz hadlerini yükselterek iş çevrelerinin ve tüketicilerin yükünü daha ağılaştırdı. Enerji maliyetinin ve faizlerin yüksekliği yüzünden yatırımlar zayıfladı ve işsizlik de huzursuzluk yaratacak oranda çoğaldı.

    Çaresiz kalan Başkan Jimmy Carter (1977-1981) hükümet harcamalarını arttırarak ekonomik durgunluk ve işsizlikle savaşmaya çalıştı ve enflasyonu durdurmak için gönüllü ücret ve fiyat kontrolü yöntemleri geliştirdi. Her iki konuda da başarısız oldu. Enflasyonla savaşta belki bir parça daha başarılı ancak dramatik olmayan atılım yapılarak aralarında havayolu kara taşımacılığı ve demiryolu şirketlerinin de bulunduğu bazı endüstrilerde “düzenlemelerin azaltılması”na gidildi. Anılan endüstriler güzergahları ve taşıma ücretleri hükümet tarafından denetlenerek sıkı bir düzenleme altında tutuluyordu. Düzenlemelerde yumuşama uygulaması Carter yönetiminden sonraki yıllarda da desteklendi. Hükümet 1980’lerde banka faiz oranlarındaki ve şehirlerarası telefon hizmetlerindeki düzenlemeleri gevşetti ve 1990’larda da yerel telefon hizmetlerindeki düzenlemeleri yumuşatmaya başladı.

    Bunlara karşın 1979’dan başlayarak para arzını sıkı bir denetim altında bulunduran Federal Rezerv Kurulu enflasyonla savaştaki en önemli öge oldu. Enflasyonun perişan ettiği ekonominin gereksinim duyduğu paranın tümünü vermeyi reddeden Federal Rezerv böylelikle faiz oranlarını yükselmesine neden oldu. Bunu sonucu olarak da tüketici harcamalarında ve ticari kredi taleplerinde büyük düşüşler görüldü. Kısa zamanda ekonomide önemli bir daralma gerçekleşti.

    1980’LERDE EKONOMİ

    1982 boyunca ulus büyük bir daralma yaşadı. İflaslarda bir önceki yıla oranla yüzde elli artış görüldü. Tarım ürünleri ihracatı azaldığı ürün fiyatları düştüğü ve faiz oranları yükseldiği için özellikle çiftçiler büyük sıkıntıya uğradılar. Buna karşın hızlı daralma ilacı yutulması zor olmakla birlikte ekonominin kapıldığı yıkıcı döngüyü kırdı. 1983’e gelindiğinde enflasyon yavaşlamış ekonomi yeniden toparlanmış ve Birleşik Devletler sürekli bir ekonomik büyüme dönemine girmişti. 1980’li yılların çoğunda ve 1990’larda yıllık enflasyon artışı % 5’in altında kaldı.

    1970’lerdeki ekonomik tepkilerin önemli siyasal sonuçları olmuştu. Amerikan halkı federal politikalara yönelik hoşnutsuzluğunu 1980’de Carter’i görevden uzaklaştırıp yerine eski Hollywood aktörü ve California valisi Ronald Reagan’ı başkan seçerek sergiledi. Reagan (1981-1989) ekonomik programını arza yönelik ekonomi kuramına dayandırdı. Anılan ekonomi kuramı halkın kazancının daha büyük bir bölümünü kendisine ayırabilmesine yol açması için vergi oranlarının düşürülmesini öngörüyordu. Daha düşük vergi oranları bireyleri daha yoğun ve daha uzun süreli çalışmaya özendirir ve bu da giderek daha çok tasarrufa ve yatırıma ve bu da daha çok üretime yol açar ve genel ekonomik büyümeyi teşvik ederdi. Reagan’dan esinlenen vergi oranı indirimleri genelde daha zengin Amerikalıların yararına sonuçlar verdiyse de bunun dayandığı ekonomik kuramda ileri sürüldüğüne göre yükselen yatırımlar yeni istihdam alanları yaratılmasına ve daha yüksek ücretlere yol açacağı için bu gelişmelerden daha düşük gelirli bireyler de yararlanırdı.

    Bunlara karşın Reagan’ın ulusal gündeminin temelinde federal hükümetin gereğinden fazla büyüdüğü ve müdahaleci olduğu inancı yatmaktaydı. 1980’lerde Reagan bir yandan vergileri indirirken bir yandan da sosyal içerikli programlarda büyük kesintiler yapıyordu. Reagan görev süresi boyunca tüketiciyi işyerini ve çevreyi etkileyen hükümet düzenlemelerini kısmak ya da tümüyle ortadan kaldırmak için de çaba gösterdi. Bunun yanı sıra Vietnam Savaşı’ndan sonra Birleşik Devletler’in silahlı kuvvetlerini ihmal ettiğinden korktuğu için savunma harcamalarının arttırılmasına çalıştı ve bunda başarılı oldu.

    Vergi oranlarının indirilmesi ile birlikte askeri harcamaların da artması yüzünden iç programlarda yapılan sınırlı kısıntılar büyük ölçüde aşıldı. Bunun sonucu olarak federal bütçedeki açıklar 1980’lerin başlarındaki ekonomik daralma dönemindeki oranları bile geçti. 1980’de 74 milyar dolar olan bütçe açığı 1986’da 221 milyar dolara yükseldi. 1987’de 150 milyar dolara düştü ancak yeniden yükselmeye başladı. Bazı ekonomistler federal hükümetin gerçekleştirdiği büyük harcamaların ve borçlanmaların enflasyonu yeniden canlandıracağından korktular; fakat Federal Rezerv Kurulu fiyat artışlarını denetleme konusundaki duyarlılığını sürdürdü ve bir tehdit görülür görülmez faiz oranlarını hemen yükseltti. Federal Rezerv Paul Volcker ve ardılı Alan Greenspan’ın yönetiminde ekonomik trafik polisliği baş rolünü sürdürdü ve ülke ekonomisinin yönlendirilmesinde hem Kongre’yi hem de başkanı gölgede bıraktı.

    1980’lerin başlarında hız kazanmaya başlayan ekonomik iyileşme sırasında da sorunlar görüldü. Özellikle küçük aile çiftlikleri işleten çiftçiler yaşamlarını sürdürmekte önemli güçlüklerle savaşmaya devam ettiler. 1986’da ve 1988’de ülkenin orta bölgelerinde karşılaşılan ciddi kuraklık ve birkaç yıl sonra oluşan büyük seller sıkıntıları daha da arttırdı. Bazı bankalar ve özellikle de tasarruf ve kredi birlikleri denilen kuruluşlar üzerlerindeki denetimin kısmen azaltılması üzerine sorumsuz bir borç verme kampanyası sürdürdükleri için sıkı para politikaları ve akıllıca olmayan kredi uygulamaları sonucu büyük sıkıntıya düştüler. Federal hükümet bu kuruluşların pek çoğunu kapatmak ve mevduat sahiplerinin alacaklarını vergi mükelleflerinin sırtından ödemek zorunda kaldı.

    1970’lerde ülkeyi sarmış olan ekonomik hastalık Sovyetler Birliği’ndeki ve Doğu Avrupa’daki komünist rejimlerin çöktüğü yıllarda başkanlık yapan Reagan ile ardılı George Bush (1989-1992) döneminde yani 1980’lerde de tümüyle iyileşmedi. 1970’lerde 10 yılın yedisinde ticaret açığı gerçekleşti ve bu açık 1980’ler boyunca daha da büyüdü.

    Asya’da birer ekonomik dinamo gibi hızla büyüyen ekonomiler Amerika’ya meydan okur konumuna geldiler; özellikle uzun vadeli planlamaya ve şirketler bankalar ve hükümet arasında yakın eşgüdüme ağırlık veren Japonya ekonomik büyümede alternatif bir model gibi görülmeye başlandı.

    Bu sırada Birleşik Devletler’de “şirket baskıncıları” hisse senedi değerleri düşen çeşitli şirketleri satın alıp ya belirli işletmelerini satarak ya da parçalara bölerek onları yeniden yapılandırıyorlardı. Bazı durumlarda şirketler kendi hisse senetlerini almak ya da baskıncılara ödemede bulunmak için büyük paralar harcadılar. Eleştirmenler bu çatışmaları endişeyle izliyor ve baskıncıların iyi şirketleri yok ettiklerini ve şirketlerin yeniden yapılandırılması sırasında pek çoğu açıkta kalan işçiler arasında huzursuzluk yarattıklarını ileri sürüyorlardı. Buna karşın diğer bazıları da baskıncıların ya kötü yönetilen şirketleri devralıp küçülterek yeniden karlı duruma geçirdiklerini ya da onları satıp hisse senedi sahiplerinin kar paylarını daha üretken şirketlere yatırmalarını sağladıklarını ve böylelikle de ekonomiye anlamlı katkılarda bulunduklarını söylüyorlardı.

  5. #5
    BaŞKa ZaMaN.... YaGMuR_YüReKLiM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.09.2009
    Bulunduğu yer
    Hayat 0'ın 6'da
    Mesajlar
    4.368
    Post Thanks / Like
    Blog Girişleri
    4

    Sosyal Aglarim

    Add YaGMuR_YüReKLiM on Facebook
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    210

    Standart

    1990’LAR VE ÖTESİ

    1990’lar yeni bir başkanla Bill Clinton’la (1993-2000) başladı. Dikkatli ve ılımlı bir Demokrat olan Clinton kendinden önceki başkanların belirli yaklaşımlarını dile getirdi. Clinton sağlık sigortasının kapsamının genişletilmesine yönelik iddialı önerisinin Kongre tarafından yasalaştırmasını başardıktan sonra Amerika’da “büyük hükümet” döneminin sona erdiğini ilan etti. Belirli kesimlerde piyasa güçlerinin devreye sokulmasına çalıştı ve Kongre ile işbirliği yaparak yerel telefon hizmetlerinin rekabete açılmasını sağladı. Sosyal yardım ödemelerinin azaltılması konusunda da Cumhuriyetçilerle işbirliği yaptı. Buna karşın Clinton her ne kadar kamu çalışanlarının sayısını azalttıysa da hükümet ülke ekonomisinde yaşamsal bir rol oynamayı sürdürdü. Yeni Düzen döneminde yaratılan yeniliklerin çoğunluğu ve Büyük Toplum dönemindekilerin de pek çoğu olduğu gibi kaldı. Enflasyonun yeniden başladığı izlenimi yaratabilecek gelişmeleri yakından izleyen Federal Rezerv sistemi de ekonominin genel hızını düzenlemeyi sürdürdü.

    1990’lar boyunca ekonomide de giderek artan sağlıklı bir gelişme sağlandı. 1980’lerin sonlarında Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa’da komünist rejimlerin çökmesi sonucu ticaret olanakları büyük ölçüde arttı. Teknolojik gelişmeler çok sayıda yeni ve gelişmiş elektronik ürünler ortaya çıkardı. Telekomünikasyon ve bilgisayarla haberleşme ağı konusundaki yenilikler geniş bir donanım ve yazılım endüstrisi geliştirdi ve pek çok endüstrinin çalışma yöntemlerinde devrim yarattı. Ekonomi hızla büyüdü ve şirket gelirleri de büyük ölçüde arttı. Düşük enflasyon ve düşük işsizlikle bir araya gelen büyük karlar menkul kıymetler borsasında patlama yarattı; 1970’lerin başında sadece 1.000 olan Dow Jones Endüstri Endeksi 1999’da 11.000’e yükseldi ve böylece herkesin değilse bile pek çok Amerikalının zenginliği arttı.

    1980’lerde Amerikalılar tarafından bir model olarak görülen Japon ekonomisi uzun süreli bir daralmaya girdi ve bu gelişme de pek çok ekonomistin gerçekte daha esnek daha az planlanmış ve daha rekabetçi Amerikan yaklaşımının yeni ve küresel ölçüde birleşmiş bir ortamda ekonomik büyüme için daha iyi bir strateji oluşturduğu sonucuna varmasına yol açtı.

    Amerikan işgücü de 1990’larda belirgin bir biçimde değişti. Uzun vadeli bir hale gelmiş olan çiftçi sayısının azalması eğilimi sürdü. İşçilerin küçük bir kesiminin endüstride kalmasına karşın büyük bir kesimi de hizmet sektöründe mağaza tezgahtarlığından mali planlamacılığa kadar yayılan görevlerde çalışmaya başladı. Çelik ve ayakkabı üretimi Amerikan endüstrisinin temeli olmaktan çıktı ve bu endüstrilerin yürümesini sağlayan bilgisayarlar ve tasarımlar onların yerine geçti.

    Ekonomik büyüme nedeniyle vergi gelirleri yükseldikçe 1992’de 290 milyar dolarla en üst düzeyine erişmiş olan federal bütçe de gittikçe küçüldü. Hükümet 1998’de bebek patlaması için gelecekte yapılacağı vaad edilen Sosyal Güvenlik ödemeleri yüzünden büyük bir borç altına girmiş bulunmakla birlikte 30 yıldır ilk kez bir bütçe fazlası elde etti. Hızlı büyüme ile sürekli düşük enflasyonun birlikte yürümesi karşısında şaşıran ekonomistler Birleşik Devletler’in geçmiş 40 yıldır edinilen deneyimlere dayanılarak sağlanandan daha hızlı bir ekonomik büyüme gösterme kapasitesi bulunan bir “yeni ekonomi”ye mi sahip olduğunu tartışmaya başladılar.

    Sonunda Amerikan ekonomisi küresel ekonomiyle o güne kadar görülenden daha yakından bağlantılı bir konuma geldi. Kendinden önceki başkanlar gibi Clinton da ticaret engellerinin ortadan kaldırılması için bir çaba sürdürdü. Bir Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) imzalandı ve böylelikle Birleşik Devletler’le en büyük ticaret ortakları olan Kanada ve Meksika arasındaki ekonomik bağlar daha da güçlendirildi. Özellikle 1980’lerde büyük bir hızla büyüyen Asya da önemli bir mamul mallar sağlayıcısı ve Amerikan ihraç malları için de bir pazar olarak Avrupa’ya katıldı. Dünyaya yayılan çok gelişmiş telekomünikasyon ağları sayesine dünya finans piyasaları birkaç yıl öncesine kadar düşünülemeyecek bir ölçüde birbirine bağlandı.

    Çok sayıda Amerikalı küresel ekonomik birleşmenin tüm uluslar için yararlı olduğuna inanmakla birlikte gittikçe artan karşılıklı bağımlılık bir takım karışıklıklara da yol açtı. Birleşik Devletlerin büyük başarı elde ettiği ileri teknoloji endüstrilerinde çalışanların pek iyi durumda bulunmalarına karşılık genelde işçiliğin ucuz olduğu çok sayıda yabancı ülkenin rekabeti karşısında geleneksel imalat endüstrilerinde ücretler azalma eğilimi gösterdi. Daha sonraları Japonya’nın ve diğer yeni endüstrileşmiş ülkelerin ekonomileri 1990’larda duraklamaya başlayınca küresel finans sisteminde şok dalgaları oluştu. Amerikan ekonomik politika yapımcıları yerli ekonominin gelecekteki yolunu çizerken küresel ekonomik koşulları göz önünde bulundurmak zorunda olduklarının farkına vardılar.

    Yine de Amerikalılar 1990’ları yenilenmiş bir güven duygusu içinde bitirdiler. 1999 sonunda ekonomi Mart 1991’den beri sürekli bir büyüme göstermişti ve bu da tarihteki en uzun süreli barış dönemi gelişmesi oluyordu. İşsizlik Kasım 1999’da yaklaşık 30 yılın en düşük düzeyine indi ve yüzde 41 olarak gerçekleşti. 1998’de sadece yüzde 16 (1994’ten beri bir yıl dışında en düşük oran) yükselmiş bulunan tüketici fiyatları ise biraz daha hızlı arttı (Ekim 1999’da yüzde 24). Gelecekte pek çok tehlike ile karşılaşılacaktır; fakat ulus XX. Yüzyıl’ı ve berberinde getirdiği çok büyük değişiklikleri sağlıklı bir biçimde atlatmış bulunmaktadır.


    BÖLÜM IV

    KÜÇÜK İŞLETME VE ANONİM ŞİRKET

    Amerikalılar iyi bir yeni fikre ve kararlılığa sahip bulunan ve yoğun çalışmayı kabul eden herkesin bir iş kurabileceği ve zengin olabileceği bir fırsatlar ülkesinde yaşadıklarına her zaman inanmışlardır. Bu teşebbüs inancı uygulamada tek sahipli işletmeden uluslararası konglomeralara kadar değişen çeşitli biçimlerde sergilenmiştir.

    17’nci ve 18’inci yüzyıllarda halk vahşi doğada kendine bir yuva ve yaşam biçimi kurarken karşılaştığı güçlükleri yenmiş olan ilk yerleşimciyi göklere çıkarıyordu. XIX. Yüzyıl Amerikası’nda küçük tarımsal işletmeler Amerika’nın sınır bölgelerindeki geniş alanlara yayıldıkça buralarda yerleşen çiftçiler ekonomik bireyselcilerin tüm ideallerini kendilerinde topladılar. Buna karşın ülke nüfusu artıp kentler gittikçe daha büyük bir ekonomik önem kazanınca da kendi işinin sahibi olma düşü küçük tüccarları bağımsız zanaatkarları ve kendi kendine yeterli profesyonelleri içine alacak biçimde gelişti.

    XIX. Yüzyıl’ın ikinci yarısında oluşan bir eğilim XX. Yüzyıl’da da sürdü ve ekonomik faaliyetin hacminde ve karmaşıklığında büyük bir sıçrama görüldü. Pek çok endüstri dalındaki küçük işletmeler giderek gelişen ve zenginleşen halkın talep ettiği malları en etkin biçimde üretebilecek büyüklükte çalışabilmekte ve para bulmakta zorlandılar. Bu ortamda yüzlerce ve hatta binlerce işçi çalıştıran modern anonim şirketler giderek daha fazla önem kazandılar.

    Günümüzde Amerikan ekonomisi tek kişilik tek sahipli işletmeden dünyanın en büyük anonim şirketlerine kadar yayılan çeşitli teşebbüslere sahip olmakla övünmektedir. 1995’te Birleşik Devletler’de 164 milyon tarımsal olmayan tek sahipli işletme 16 ortaklık ve 45 milyon anonim şirketi içeren toplam 225 milyon teşebbüs bulunmaktaydı.

    KÜÇÜK İŞLETME

    Yabancı ziyaretçiler ABD ekonomisinin hiçbir şekilde dev anonim şirketlerin egemenliği altında olmadığını öğrenince şaşırırlar. Ülkedeki bağımsız teşebbüslerin yüzde 99’u 500’den az işçi çalıştırmaktadır. ABD Küçük İşletmeler Yönetimi’ne (KİY) göre bahis konusu küçük teşebbüsler ABD işçilerinin yüzde 52’sini barındırmaktadır. 196 milyon dolayında Amerikalı 20’den az 184 milyon 20-99 arasında ve 146 milyon da 100-499 arasında işçi bulunduran şirketlerde çalışmaktadır. Bunun aksine 500 ve daha fazla personeli bulunan firmalarda 477 milyon Amerikalı çalışmaktadır.

    Küçük işletmeler Amerikan ekonomisinde sürekli bir hareketlilik kaynağı oluşturmaktadır. 1990-1995 arasında ekonomideki tüm yeni istihdamın dörtte üçünü yaratmışlardır ve bu da 1980’deki katkının çok üstündedir. Ayrıca ekonomiye yeni gurupların girmesine de yol açmışlardır. Sözgelimi kadınlar yoğun biçimde küçük işletmelerde çalışmaktadırlar. 1987-1997 arasında kadınların sahip olduğu işletme sayısı yüzde 89 artarak tahminen 81 milyona erişmiştir; kadınların elindeki tek sahipli işletme oranının 2000 yılında toplamın yüzde 36’sına ulaşması beklenmektedir. Küçük işletmeler aynı zamanda daha çok sayıda yaşlıyı ve yarım gün çalışmak isteyen kimseyi işe almak eğilimindedir.

    Küçük işletmelerin bir özel gücü de değişen ekonomik koşullara hemen ayak uydurabilmeleridir. Çok kez müşterilerini tek tek tanırlar ve yerel gereksinimleri kolaylıkla karşılamaya yatkınlardır. Küçük işletmeler - sözgelimi California’nın “Silikon Vadisi”ndeki ve diğer ileri teknoloji bölgelerindeki bilgisayarla ilgili teşebbüsler - bir teknik yenilik kaynağı oluşturmaktadır. Bilgisayar endüstrisindeki yaratıcıların çoğu işe elde yapılmış makinelerle garajlarında çalışarak başlamış ve bu işletmeler kısa zamanda büyük ve güçlü anonim şirketlere dönüşmüştür. Ulusal ve uluslararası ekonomide hızla büyük rol oynamaya başlayan küçük işletmeler arasında bilgisayar yazılım şirketi Microsoft paket posta servisi Federal Express spor giysileri üreticisi Nike bilgisayar ağı firması America OnLine ve dondurma üreticisi Ben & Jerry’s sayılabilir.

    Kuşkusuz çok sayıda küçük işletme başarısız olmaktadır; ancak Birleşik Devletler’de iş hayatındaki başarısızlık bazı ülkelerde olduğu gibi toplumsal küçümseme nedeni sayılmamaktadır. Çok kez başarısızlığın müteşebbise bir deneyim dersi oluşturacağı ve onun bir sonraki girişiminde başarı sağlayabileceği düşünülür. Ekonomistlere göre başarısızlık piyasa güçlerinin nasıl işlediğini sergiler ve daha etkin çalışmayı teşvik eder.

    Halkın küçük işletmelere gösterdiği büyük saygı ABD Kongresi’nde ve yerel meclislerde onlara yönelik küçümsenmeyecek lobicilik gücü sağlar. Küçük şirketler sağlık ve güvenlik önlemleri gibi konulardaki federal düzenlemelere karşı bağışıklıklar elde etmişlerdir. Kongre ayrıca küçük işletme kurmak ya da yönetmek isteyen bireylere profesyonel ve mali yardım sağlamak amacıyla 1953’te Küçük İşletmeler Yönetimi’ni kurdu (federal ödeneklerin yüzde 35’i küçük işletmelere verilecek ihaleler için ayrılmıştır). KİY tipik bir yıl içinde küçük işletmelere işletme sermayesi ya da bina makine ve gereç alımı için 10 milyar dolar dolayında kredi vermeyi garanti eder. KİY’nin desteklediği küçük işletme yatırım şirketleri de işletme sermayesi olarak 2 milyar dolarlık yatırım yaparlar.

    KİY azınlıklara ve özellikle Afrika Asya ve İspanya kökenli Amerikalılara yönelik programları desteklemeye çalışır. İhracat olasılıkları bulunan küçük işletmeler için pazar ve ortak teşebbüs olanaklarını belirlemek amacıyla iddialı bir program yürütür. KİY ayrıca emekli yöneticilerin yeni kurulmuş olan ya da zor durumda bulunan işletmelere yönetim yardımında bulunmalarını sağlayan bir programı da destekler. Teknik yardım ve yönetim yardımı yapmak için bireysel eyalet kuruluşları ve üniversitelerle birlikte yaklaşık 900 Küçük İşletme Geliştirme Merkezi işletir.

    KİY bunlara ek olarak sellerden fırtınalardan tayfunlardan ve diğer felaketlerden zarar gören ev sahiplerine kiracılara ve her düzeyde işletmeye 26 milyar dolardan fazla düşük faizli kredi sağlamıştır.

    KÜÇÜK İŞLETME YAPISI

    Tek İşletmeci: İşletmelerin çoğunluğu tek sahiplidir yani onlara tek bir kişi sahip olur ve yönetir. Bu tür işletmelerde teşebbüsün başarı ya da başarısızlığından tümüyle o kişi sorumlu olur. Karları o alır; ancak teşebbüs zarar eder ve işletme bunu karşılayamazsa işletmeci kişisel varlığını bu yüzden yitirme pahasına faturaları ödemekle yükümlüdür.

    Tek sahipli işletmelerin diğer işletme türleri karşısında belirli üstünlükleri vardır. Girişken ve kendi kendilerinin patronu olmaktan hoşlanan kişilerin karakterine uygundur. İş sahibinin başkalarına danışma gereği kalmadan çabuk ve kesin kararlar verebilmesi sayesinde esnek işletmelerdir. Yasalar gereği bireysel işletmeciler anonim şirketlerden daha az vergi öderler. Müşteriler de çok kez sorumlu bir kimsenin daha iyi çalışacağına inandıkları için tek sahipli işletmeler onlara çekici gelir.

    Bu tür işletmelerin üstün olmayan yanları da vardır. İşletmecinin çalışamaz olması ya da ölümü sonucu işletmenin varlıkları bir mirasçıya geçebilir ve o da işi sürdürebilir; fakat tek sahipli işletme yasal açıdan sona erer. Ayrıca böyle bir işletme sahibinin biriktirebildiği ya da borç alabildiği paraya bağlı kaldığı için genellikle büyük bir teşebbüs olabilmek için gerekli kaynakları yoktur.

    İş Ortaklığı: Bir teşebbüse girişmenin ya da onu genişletmenin bir yolu da iki ya da daha çok sayıda iş sahibi ile ortaklık kurmaktır. Ortaklık müteşebbislerin becerilerinin birleştirilmesine olanak sağlar; sözgelimi bir ortak üretimde yetenekli öteki de pazarlamada usta olabilir. Ortaklıklar hükümetin anonim şirketleri yapmaya zorunlu kıldığı bildirim işlemlerine uymak zorunda değillerdir ve anonim şirketlere oranla daha elverişli vergi yükümlükleri vardır. Ortaklar bireysel olarak kar payları için vergi öderler; ancak işletmeleri ayrıca vergilendirilmez.

    Ortaklıkların haklarını ve yükümlülüklerini eyaletler düzenler. İş ortakları genelde her ortağın görevlerini belirten yasal belgeler imzalarlar. Ortaklık sözleşmesinde yönetime katılmayacak ama işletmeye para yatıracak olan “sessiz ortaklar”a da yer verilebilir.

    Ortaklığın önemli bir sakıncası her ortağın tüm borçlardan sorumlu olması ve herhangi bir ortağın hareketlerinin ötekilerin tümünü de yasal açıdan bağlamasıdır. Sözgelimi eğer bir ortak işletmenin parasını gereksiz işlere harcarsa diğerleri de bu borcu paylaşmak zorundadırlar. Ortaklar ciddi ve sürekli bir anlaşmazlık içinde bulunurlarsa bir başka önemli sakınca daha ortaya çıkabilir.

    Franchising ve Mağaza Zincirleri: Başarılı küçük teşebbüsler bazan “franchising” denilen yöntemle işlerini genişletirler. Tipik bir franchising düzenlemesinde başarılı bir şirket isminin ve bazı hallerde de ürünlerinin bir birey ya da küçük bir müteşebbis gurubu tarafından satış gelirlerinden belirli kar yüzdesi karşılığı kullanılmasına yetki verir. Kurucu şirket pazarlama deneyimini ve ününü ortaya koyar; buna karşılık franchising hakkı tanınan müteşebbis de bireysel işletmeleri yönetir ve genişlemeye ilişkin yükümlülüklerin ve risklerin büyük bir kesimini üzerine alır.

    Franchising işine girişmek yeni bir teşebbüse sıfırdan başlamaktan daha masraflı olmakla birlikte bu tür girişimlerin işletilmeleri daha ucuzdur ve başarısızlığa uğramaları olasılığı da daha azdır. Buna bir bakıma büyük ölçüde reklam dağıtım ve işçi eğitimi yapılması neden olur.

    Franchising o kadar karmaşık ve yaygındır ki kapsamının ne olduğu konusunda kimsenin tam bir görüşü yoktur. KİY’nin tahminlerine göre 1992’de Birleşik Devletler’de otomobil satış mağazalarını benzin istasyonlarını lokantaları emlak komisyonculuklarını oteller ve motelleri ve kuru temizleme merkezlerini de içeren yaklaşık 535.000 franchising işletmesi bulunuyordu. Bu 1970’e oranla yüzde 35’lik bir artış demekti. 1975-1980 arasında franchising sistemi içindeki perakendeci işletmelerin satışlarındaki artış bu sisteme dahil olmayanlardaki artışın çok üstündeydi ve 2000 yılına gelindiğinde franchising şirketlerinin ABD’deki perakende satışların yaklaşık yüzde 40’ını gerçekleştirmesi bekleniyordu.

    Buna karşın güçlü ekonomi franchising dışında da pek çok teşebbüs olanağı yarattığı için bu sistemin yayılması 1990’larda bir parça yavaşlamış olabilir. Bazı franchising işletmecileri de aynı işi yapan diğer birimleri satın alıp birleşerek kendi sistemlerini kurma yolunu seçtiler. Sears Roebuck & Co. gibi şirketlerin sahip olduğu mağaza zincirleri de yoğun bir rekabet oluşturdu.


    Mağaza zincirleri büyük ölçüde mal alıp satarak ve bireylerin kendi hizmetlerini kendilerinin yapmalarına ağırlık vererek çok kez küçük mağazalara oranla daha düşük fiyatlar uygulayabilirler. Sözgelimi Safeway gibi süper market zincirleri müşteri çekmek için düşük fiyatla satış yaparak çok sayıda bağımsız küçük bakkalı piyasadan uzaklaştırmışlardır.

    Yine de pek çok franchising işletmesi ayakta kalabilmektedir. Bazı bireysel işletme sahipleri diğerleriyle güç birliği yaparak kendi zincirlerini oluşturmakta ya da kooperatifler kurmaktadırlar. Bu gibi işletmeler çok kez özel mallar satan ya da seçkin müşterileri olan piyasalara hizmet vermektedirler.

  6. #6
    BaŞKa ZaMaN.... YaGMuR_YüReKLiM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.09.2009
    Bulunduğu yer
    Hayat 0'ın 6'da
    Mesajlar
    4.368
    Post Thanks / Like
    Blog Girişleri
    4

    Sosyal Aglarim

    Add YaGMuR_YüReKLiM on Facebook
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    210

    Standart

    ANONİM ŞİRKETLER

    Çok sayıda küçük ve orta boy şirketin varlığına karşın büyük işletme birimleri Amerikan ekonomisinde başat bir rol oynamaktadırlar. Büyük şirketler pek çok kişiye mal ve hizmet sağlayabilirler ve çok kez küçük işletmelere oranla daha etkin çalışabilirler. Büyük miktarlarda mal aldıkları ve birim başına düşen maliyet daha küçük olduğu için ürünlerini daha ucuza satabilirler. Tüketicilerin çoğunluğu satın aldıkları malların belirli bir nitelikte olmasını garantilediğini düşündükleri tanınmış “markalar”a yöneldikleri için bahis konusu şirketler piyasada daha üstün bir konum elde ederler.

    Büyük işletmelerin araştırmaya ve yani mallar geliştirmeye ayırabilecekleri parasal kaynakları küçük şirketlere oranla daha çok olabileceği için genel ekonomide de büyük bir önem taşırlar. Ayrıca genelde daha çeşitli iş olanakları sağlarlar daha sağlam iş güvencesi verirler daha yüksek ücret öderler ve daha iyi sağlık ve emeklilik koşulları sunarlar.

    Bunlara karşın Amerikalıların büyük şirketlere ilişkin görüşleri pek kesin değildir; bir yandan ekonominin iyi işlemesine yaptıkları önemli katkıları kabul ederken bir yandan da yeni teşebbüslerin ortaya çıkmasını engelleyip tüketicilerin seçim şanslarını ortadan kaldıracak kadar güçlenmelerinden korkarlar. Kaldı ki büyük anonim şirketler de zaman zaman değişen ekonomik koşullara ayak uyduramayacak kadar esneklikten yoksun olduklarını kanıtlamışlardır. Sözgelimi otomobil üreticileri 1970’lerde yükselen benzin fiyatları yüzünden daha küçük ve daha az benzin tüketen otomobillere karşı bir talep doğmakta olduğunu pek geç anladılar. Bunun sonucu olarak da iç piyasanın büyük bir kesimini yabancı imalatçılara ve özellikle de Japonya’ya kaptırdılar.

    Birleşik Devletler’de büyük işletmelerin çoğunluğu anonim şirket olarak örgütlenmişlerdir. Anonim şirket 50 eyaletten biri tarafından imtiyaz verilen yasal bir ticari örgütlenme türüdür ve yasalar karşısında da bir gerçek kişi olarak işlem görür. Anonim şirket taşınmaz mal sahibi olabilir mahkemelerde davacı ya da davalı olabilir ve sözleşmeler yapabilir. Anonim şirketin tüzel kişiliği olduğu için sahipleri de onun yaptıklarından doğan sorumluluklar karşısında belirli bir ölçüde bağışıklık taşırlar. Anonim şirket sahiplerinin parasal sorumlulukları da sınırlıdır; sözgelimi şirketin borçlarından sorumlu değillerdir. Bir pay sahibi 100 dolara anonim şirketin 10 hissesini satın almışsa ve şirket iflas ederse bu 100 dolarlık yatırımından başka bir kaybı olmaz. Şirket hisseleri devredilebildiği için belirli bir hisse sahibi ölür ya da ilgisini yitirirse şirketin bundan bir kaybı olmaz. Hisse sahibi hisselerini satabilir ya da hisseler varislerine kalır.

    Anonim şirketlerin sakıncalı yanları da olabilir. Tüzel kişiler olarak vergi ödemek zorundadırlar. Buna karşın hisse sahiplerine ödedikleri kar payları bono faizlerinin aksine işletme gideri olarak vergiden düşülemez; fakat hisse sahipleri bu paylar için vergi öderler. (Şirket kazancı üzerinden zaten vergi ödemiş bulunduğu için hisse sahiplerinin kar paylarından vergi alınması eleştiricilere göre “çifte vergileme” anlamına gelmektedir.)

    Pek çok büyük anonim şirketin çok sayıda sahibi ya da hisse sahibi vardır. Büyük bir şirketin her biri 100’den az hissesi bulunan bir milyon ya da daha çok sahibi olabilir. Bu yaygın hisse sahipliği nedeniyle pek çok Amerikalının ülkedeki en büyük şirketlerle doğrudan ilişkisi bulunmaktadır. 1990’ların ortalarında ABD’deki ailelerin yüzde 40’ından fazlasının kendi aldıkları ya da karşılıklı fonlar veya başka aracılar kullanarak edindikleri hisse senetleri vardır.

    Diğer yandan hisse senedi sahiplerinin ülkenin her yöresinde yaşamakta olmaları sahipliğin ve kontrolün ayrılması anlamına gelir. Hisse sahipleri çok kez anonim şirketin nasıl işlediğini ayrıntılarıyla bilemeyecekleri ve onu yönetemeyecekleri için şirketin genel politikasını saptamak amacıyla bir yönetim kurulu seçerler. Tipik bir anonim şirkette yönetim kurulu üyeleri ve yöneticiler hisse senetlerinin yüzde beşinden azına sahip olurlar ama bazılarının hisseleri bundan fazla olabilir. Çok kez hisse senedi blokları bireyler bankalar ya da emeklilik fonları tarafından alınmakla birlikte bunlar toplamın çok küçük bir bölümünü oluşturur. Genelde yönetim kurulu üyelerinin pek azı şirkette çalışan görevlilerdir. Bazı üyeler yönetim kuruluna saygınlık kazandırmak belirli becerileri sağlamak ya da kredi kuruluşlarını temsil etmek için şirket tarafından aday gösterilirler. Aynı kişinin birkaç anonim şirketin yönetim kurulunda birden görev yapması olağan dışı değildir.

    Yönetim kurulu işletmenin günlük yönetimiyle ilgili kararları aynı zamanda yönetim kurulunun başkanı ya da genel müdürü olan bir baş yönetim yetkilisine (BYY) bırakır. BYY şirketin çeşitli işlevlerinden sorumlu birkaç başkan yardımcısının yanı sıra mali işler genel müdürünün işletme genel müdürünün ve iletişim genel müdürünün de amiridir. 1990’ların sonlarında yüksek teknolojinin ABD iş yaşamında yaşamsal bir yer kazanması nedeniyle şirketlerde bir iletişim genel müdürüne görev verilmeye başlanmıştır.

    BYY yönetim kurulunun güvenine sahip olduğu sürece anonim şirketin yönetilmesinde kendisine büyük bir özgürlük tanınır. Buna karşılık hisse senedi sahibi gerçek ve tüzel kişiler zaman zaman birlikte çalışıp yönetim kurulundaki muhaliflerin de desteğini elde ederek baskı yaparlar ve yönetimde bir değişikliğe gidilmesine yol açarlar.

    Genelde anonim şirketlerin yıllık toplantılarına pek az hisse senedi sahibi katılır. Yönetim kurulu üyesi seçimlerine ve şirket politikasına ilişkin önemli önerilere “vekalet” yoluyla yani seçim pusulalarını postalayarak katılırlar. Günümüzde ise bazı yıllık toplantılara daha çok sayıda hatta bazan birkaç yüz üyenin katıldığı görülmüştür. Hisse Senetleri ve Senet Borsası Komisyonu tüm senet sahiplerinin görüşlerini açıklayabilmelerini sağlamak amacıyla her şirketin senet sahipleri adres listesini yönetimi eleştiren guruplara açık bulundurması zorunluluğu getirmiştir.


    ANONİM ŞİRKETLER SERMAYELERİNİ NASIL OLUŞTURURLAR

    Büyük anonim şirketler daha fazla yayılmak amacıyla sermaye oluşturmakta yepyeni yollar bulamasalardı günümüzdeki boyutlarına erişemezlerdi. Anonim şirketler yeni sermaye sağlamak için beş temel yöntem uygularlar.

    Bono Çıkarmak: Bono ilerideki bir tarihte ya da tarihlerde belirli bir miktar para ödeneceğini gösteren yazılı bir taahhüttür. Elinde bono bulunduranlara ödeme tarihine kadar belirli tarihlerde önceden saptanmış oranda faiz ödemesi yapılır. Bonoyu elide bulunduran kişi vermiş olduğu parayı ödeme tarihinden önce almak isterse bonoyu bir başka kişiye satabilir.

    Bono faizleri bunun dışında kalan borçlanma türlerinin çoğunda ödenecek faizden daha düşük belirlendiği ve bonolar için ödenen faizler anonim şirketin işletme gideri olarak vergiden düşülebildiği için bu yönteme başvuran anonim şirketler karlı çıkarlar. Buna karşın şirketler kar etmeseler bile bono faizlerini ödemek zorundadırlar. Eğer yatırımcılar bir şirketin faiz borçlarını ödeyebileceğinden şüphe duyarlarsa ya o şirketin bonolarını almazlar ya da daha büyük bir risk altına girecekleri için faiz oranının yüksek tutulmasını isterler. Bu nedenle daha küçük anonim şirketler çok ender durumlarda bono çıkararak sermaye sağlayabilirler.

    İmtiyazlı Hisse Senedi Çıkarmak: Bir şirket sermaye sağlamak için yeni “imtiyazlı hisse senedi” çıkarma yolunu seçebilir. Şirket parasal sıkıntıya düşerse bu tür senet sahiplerinin öncelik hakları olur. Eğer kar sınırlı ise imtiyazlı hisse senedi sahiplerine ellerinde bono olanlar güvenceli faizlerini aldıktan sonra fakat adi senet sahiplerinden daha önce ödeme yapılır.

    Adi Hisse Senedi Satmak: Eğer bir şirketin parasal durumu sağlıklı ise adi hisse senedi çıkararak sermayesini arttırabilir. Şirketin çıkaracağı yeni hisse senetleri borsada en düşük fiyattan alıcı bulamazsa genelde yatırım bankaları onları belirli bir fiyattan almayı garanti ederek şirketlerin hisse senedi çıkarmalarına yardımcı olurlar. Adi hisse senedi sahiplerinin şirketin yönetim kurulu üyelerini seçme hakları var olmakla birlikte kar paylaşımı sırasında bono ve imtiyazlı hisse senedi sahiplerinin ardından gelirler.

    Hisse senedi alımı yatırımcılar için iki şekilde çekici hale getirilebilir. Bazı şirketler yatırımcılara düzenli bir gelir sağlama olasılığı sunar ve yüksek kar payları öderler. Buna karşın diğer bazıları şirketin karlılığını ve böylelikle de hisse senetlerinin değerini yükseltip yatırımcıları çekmeyi umarak ya düşük kar payları öderler ya da hiç pay ödemezler. Genelde yatırımcılar şirket gelirlerinin artacağını bekledikleri zamanlarda hisse senetlerinin değeri de yükselir. Senetlerinin değeri büyük oranda yükselen şirketler çok kez payları “bölerler” örneğin yatırımcıya elindeki her senet karşılığı bir pay daha öderler. Bu yöntem şirketin sermayesini arttırmaz; fakat pay sahiplerinin senetlerini açık piyasada satmalarını kolaylaştırır. Sözgelimi bire iki bölünmesi yapılmışsa senedin değeri ikiye bölünmüş olur ve yatırımcılara daha çekici gelir.

    Borç Almak: Şirketler bankalardan ya da diğer kredi kuruluşlarından borç alarak kısa süreli sermaye - genellikle mal almak amacıyla- sağlayabilirler.

    Karları Kullanmak: Daha önce belirtildiği gibi şirketler gelirlerini elde tutarak da faaliyetlerini finanse edebilirler. Bu amaçla çeşitli stratejilere başvurulur. Elektrik gaz ve benzeri ürünleri satan belirli anonim şirketler gelirlerinin çoğunu hisse senedi sahiplerine kar payı olarak dağıtırlar. Diğer bazıları ise sözgelimi gelirlerinin yüzde 50’sini senet sahiplerine kar payı olarak dağıtır ve geri kalanını da faaliyetlerini yürütmek ya da şirketi büyütmek için kullanırlar. Özellikle daha küçük bazı anonim şirketler de net gelirlerinin büyük bir bölümünü ya da tümünü araştırma ve yayılma amacıyla yeniden değerlendirirler ve bu yoldan hisse senetlerinin değerini yükselterek pay sahiplerini ödüllendireceklerini umarlar.

    TEKELLER BİRLEŞMELER VE YENİDEN YAPILANMA

    Anonim şirket açıkça pek çok Amerikan işletmesinin başarılı bir biçimde büyümelerini sağlayan bir örgütlenme türü olmuştur. Buna karşın Amerikalılar büyük anonim şirketleri zaman zaman kuşkuyla karşılamışlar ve birleşen şirketlerin kendileri de büyüklüğün yararı konusunda kararsız kalmışlardır.

    XIX. Yüzyıl’ın sonlarında pek çok Amerikalı anonim şirketlerin daha küçük şirketleri içlerine almak ya da rekabeti önlemek amacıyla diğer şirketlerle birleşmek ve yasal olmayan işbirliğine girmek için büyük miktarlarda sermaye toplayabileceklerinden korkuyorlardı. Eleştiricilere göre her iki durumda da işletme tekelleri tüketicileri daha yüksek fiyatlar ödemeye zorlarlar ve istedikleri mal seçimini yapma hakkından yoksun bırakırlar. Bahis konusu endişeler tekelleri bölmeye ya da kurulmalarını önlemeye yönelik iki yasa çıkarılmasına yol açtı: 1890 tarihli Sherman Antitröst Yasası ile 1914 tarihli Clayton Antitröst Yasası. Hükümet XX. Yüzyıl boyunca tekelleşmeyi sınırlamak amacıyla bu iki yasayı kullandı. Hükümetin “tröst yıkıcıları” 1984’te American Telephone & Telegraph (AT&T) şirketinin telefon hizmetlerini neredeyse tekeline almasını engelledi. Adalet Bakanlığı da 1990’da birkaç yıl içinde toplam varlığı 22357 milyar dolara erişmiş bulunan Microsoft firmasının gittikçe gelişmekte olan bilgisayar yazılım piyasası üzerindeki egemenliğini azaltmaya çalıştı.

    Hükümet antitröst yetkilileri genelde bir firma herhangi bir mal ya da hizmet piyasasının yüzde 30’unu ele geçirdiği zaman tekelleşme tehdidi oluştuğunu düşünürler. Ancak bu çok basit bir ölçüttür. Pek çok şey piyasadaki diğer rakip şirketlerin büyüklüğüne bağlıdır. Bir şirket piyasanın yüzde 30’undan fazlasını kontrol etse bile rakipleri de aşağı yukarı eşit piyasa payına sahip bulunuyorlarsa o firmanın tekel olma gücü bulunmadığı düşünülür.

    Antitröst yasalar rekabeti arttırmış olmakla birlikte ABD şirketlerinin büyümelerini engellemedi. 1999’da her birinin varlığı 300 milyar doları aşan yedi dev şirket daha önceki yılların en büyük firmalarının birer cüce gibi görülmelerine yol açtı. Gerçekten de bazı eleştiriciler birkaç büyük anonim şirketin temel endüstriler üzerindeki kontrolünün artmasından endişe duyup otomotiv endüstrisi ve çelik üretimi endüstrisi gibi işletmelere birkaç büyük anonim şirketin egemenliği altındaki “oligopol”ler gözüyle bakıldığını ileri sürmüşlerdir. Buna karşılık diğer bazı eleştiriciler ise pek çoğu yoğun bir küresel rekabetle karşı karşıya bulunan büyük anonim şirketlerin gereğinden fazla güç kullanabilecek konumda olmadıklarını söylemektedirler. Sözgelimi tüketiciler yerli otomobil üreticilerin mallarından hoşlanmıyorlarsa yabancı şirketlerin araçlarını alabilirler. Kaldı ki tüketiciler ve imalatçılar zaman zaman benzer başka ürünlere yönelip olası tekelleşmeleri boşa çıkarabilirler; sözgelimi çelik yerine kolaylıkla alüminyum cam plastik ya da beton kullanılabilir.

    İş dünyasındaki liderlerin şirketlerin büyüklüğü karşısındaki davranışları değişkenlik göstermektedir. 1960’ların sonlarında ve 1970’lerin başlarında pek çok iddialı şirket en azından sıkı federal antitröst uygulamalar aynı alanda birleşmeleri engellediği için birbiriyle ilişkisi olmayan endüstrileri elde ederek çeşitlenmeye çalıştılar. Söz konusu liderlerin görüşüne göre bir holding ve ona bağlı olan ve petrol arama ve sinema filmi yapma gibi farklı alanlarda faaliyet gösteren ikincil firmalardan oluşan konglomeralar yapıları gereği daha istikrarlı işletmelerdir. Kuramsal olarak bir ürüne karşı talep zayıflarsa diğer bir işletme dengeyi sağlar.

    Buna karşın inceden inceye belirlenmiş ürünlerde yoğunlaşmak yerine çeşitli alanlardaki çalışmaları yönetmekten doğan zorluklar sözü edilen üstünlüğü ortadan kaldırabilir. 1960’lardaki ve 1970’lerdeki birleşmeleri gerçekleştiren pek çok iş dünyası lideri giderek ya çok geniş bir alana yayıldıklarını ya da yeni devraldıkları ikincil şirketleri yönetemediklerini anladılar. Çok kez daha zayıf olan işletmelerini elden çıkardılar.

    1980’lerde ve 1990’larda anonim şirketler kendilerini değişen ekonomik koşullara uydurmak çabasına girişince belirli endüstrilerde yeni dostça birleşme ve “düşmanca” el koyma dalgaları oluştu. Sözgelimi hepsi önemli değişiklikler geçirmekte olan petrol perakende ve demiryolu endüstrilerinde birleşmeler daha yaygınlaştı. Hükümet kontrollerinin azaltılması üzerine rekabetin hızlanması sonucu 1978 den başlayarak çok sayıda havayolu şirketi birleşmeye çalıştı. Kontrollerin azaltılması ve teknolojik değişiklikler yapılması telekomünikasyon endüstrisinde de bir dizi birleşmeye gidilmesine yol açtı. Yerel telefon hizmeti sunan birkaç şirket hükümet bu piyasadaki rekabeti teşvik etmeye başlayınca birleşme yolunu seçtiler; Doğu Kıyısı’nda Bell Atlantic şirketi Nymex’i içine aldı. SBC Communications şirketi kendi ikincil Southwestern Bell firmasını Batı’daki Pacific Telesis ile ve Southern New England Group Telecommunications firmasıyla birleştirdi ve Ortabatı’daki Ameritech’i de buna eklemeye çalıştı. Bu sırada şehirlerarası telefon hizmeti veren MCI Communications ve WorldCom birleştiler ve AT&T de kablolu televizyon alanındaki iki dev şirket olan Tele-Communications ve MediaOne Group’u alarak yerel telefon hizmetleri alanına girmek için harekete geçti. ABD’deki konutların yaklaşık yüzde 60’ına kablolu televizyon hizmeti sağlayacak duruma gelen bahis konusu devralmalar AT&T’nin kablolu televizyon ve hızlı İnternet bağlantısı piyasalarında da önemli bir söz sahibi olmasına yol açabilecekti.

    1990’larda Travelers Group ve Citicorp şirketleri birleşerek dünyadaki en büyük finansal hizmet firmasını oluşturdukları gibi Ford Motor Company de İsveçli AB Volvo şirketinin otomobil bölümünü satın aldı. 1980’lerde Japonların ABD şirketlerini ele geçirme furyasının ardından 1990’larda Alman ve İngiliz şirketleri sahneye çıktılar ve Chrysler Corporation Alman Daimler-Benz firmasıyla birleşirken Deutsche Bank AG de Bankers Trust’u devraldı. Exxon Corporation ve Mobil Corporation da birleşip 1911’de endüstriye egemen olduğu için Adalet Bakanlığı tarafından dağıtılmış bulunan John D. Rockefeller’e ait Standard Oil Company’nin yarısından büyük bir bölümünü yine bir araya getirerek iş dünyasının en büyük kara güldürüsünü yarattılar. 81380 milyar dolarlık birleşme Federal Ticaret Komisyonu (FTK) tarafından onaylanmakla birlikte antitröst yetkilileri arasında endişe doğurdu.

    Komisyon’un talebi üzerine Exxon ve Mobil Kuzeydoğu ve Orta Atlantik bölgesi ile California ve Texas eyaletlerinde bulunan 2.143 benzin istasyonuyla yapılmış sözleşmeleri satmaya ya da iptal etmeye ve California’daki büyük bir arıtma istasyonunu petrol boşaltma tesislerini bir boru hattını ve diğer varlıklarını bırakmaya razı oldular. Söz konusu gelişme antitröst kuruluşların yaptırdığı en büyük elden çıkarma işlemlerinden biridir. FTK Başkanı Robert Pitofsky buna benzer “ulusal çapta” petrol endüstrisi birleşmelerinin de “antitröst alarm zilleri” çaldırabileceği uyarısında bulundu. Bunun üzerine FTK görevlileri hemen BP Amoco PLC’nin Atlantic Richfield Company firmasını alma önerisine karşı çıkılması tavsiyesinde bulundular.

    Bazı şirketler iş dünyasındaki güçlerini arttırmak için birleşmek yerine rakipleriyle ortak teşebbüslere girişmeyi denediler. Bu yoldaki düzenlemeler de şirketlerin işbirliği yapmaya karar verdikleri alanlarda rekabeti ortadan kaldıracağı için piyasa düzeni karşısında tekellerin yarattığının aynı bir tehdit oluşturmaktadır. Buna karşın federal antitröst kuruluşları bazı ortak girişimlerin yararlı olacağına inandıkları için onları onayladılar.

    Pek çok Amerikan şirketi de ortak araştırma ve geliştirme faaliyetine girişmiştir. Şirketler ortak araştırmaları geleneksel olarak temelde ticaret örgütleri aracılığıyla yürütmekte ve ancak böylelikle çevre ve sağlık düzenlemelerine uymaktadırlar. Buna karşılık yabancı şirketlerin ürün geliştirme ve imalat konularında işbirliği yaptıklarını gören Amerikan şirketleri tüm araştırmayı kendileri yürütecek kadar zamana ve paraya sahip olmadıkları kanısına vardılar. Bazı belli başlı araştırma konsorsiyumları arasında Yarı İletken Araştırma Konsorsiyumu ve Yazılım Üretkenlik (prodüktivite) Konsorsiyumu bulunmaktadır.

    Büyük rakipler arasındaki işbirliğinin en çarpıcı örneği 1991’de oluştu ve dünyadaki en büyük bilgisayar şirketi olan International Business Machines (IBM) ile bireysel bilgisayarların öncüsü Apple Computer çeşitli bilgisayarlarda kullanılabilecek bir işletme sistemi yazılımı yaratmak için biraraya geldiler. Benzeri bir işletme sistemi yazılımı hazırlamak için IBM ile Microsoft arasında işbirliği yapılması önerisi 1980’lerin ortalarında sonuçsuz kalmış ve Microsoft piyasaya egemen olan kendi yazılımı Windows sistemini geliştirmişti. 1999’da IBM de piyasaya yeni girmiş olan güçlü Dell Computer şirketiyle birlikte yeni bilgisayar teknolojileri geliştirmek için anlaştı.

    Bir dizi şirketin yeniden örgütlenmesine ve elden çıkarılmasına yol açan 1960’lardaki ve 1970’lerdeki birleşme dalgası gibi en yeni birleşme dönemi de şirketlerin faaliyetlerini yeniden yapılandırma çabalarına sahne oldu. Gerçekten de küresel rekabetin giderek artması Amerikan şirketlerini daha yalın ve daha etkin olmak için büyük çaba harcamaya yöneltti. Pek çok şirket gelecek vaad etmediğini düşündüğü malların üretimini durdurdu ikincil firmalar ya da birimler oluşturdu birçok fabrikayı depoyu ve perakende satış birimlerini birleştirdi ya da kapattı. Bahis konusu küçülme dalgasına kapılan ve aralarında Boeing AT&T ve General Motors da bulunan çok sayıda şirket birçok yöneticisini ve alt düzey görevlisini işten çıkardı.

    Pek çok imalat firmasında personel sayısının azaltılmasına karşın ekonomi 1990’lardaki yükseliş sırasında işsizliği düşük düzeyde tutabilecek kadar esnekti. Gerçekten de işverenler nitelikli yüksek teknoloji işçileri bulmak için koşuşturmak zorunda kaldılar ve imalat sektöründe artan üretkenlik (prodüktivite) yüzünden açıkta kalan işgücünü de hizmet sektörü kaptı. Fortune dergisinin listesindeki en büyük 500 ABD endüstri şirketindeki işçi sayısı 1986’da 134 milyon iken 1994’te 116 milyona düştü. Buna karşın Fortune çözümleme yöntemini değiştirip hizmet sektöründeki şirketleri de hesaba katarak her sektörü kapsayan en büyük 500 şirketi listesine alınca 1994 yılında bu sayı 202 milyon oldu ve 1999’da da 223 milyona yükseldi.

    Ekonominin uzun süreli canlılığı ve Amerikan iş dünyasındaki birleşmeler ve diğer birliktelikler sayesinde 1988-1996 yılları arasında şirketlerin ortalama boyu büyüdü ve çalıştırdıkları görevli sayısı da 17.730’dan 18.654’de yükseldi. Sözü edilen durum birleşmeleri ve yeniden yapılanmaları izleyen işten çıkarmalara ve küçük şirketlerin ve çalıştırdıkları görevlilerin sayısındaki büyük artışa karşın gerçekleşti.

  7. #7
    BaŞKa ZaMaN.... YaGMuR_YüReKLiM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.09.2009
    Bulunduğu yer
    Hayat 0'ın 6'da
    Mesajlar
    4.368
    Post Thanks / Like
    Blog Girişleri
    4

    Sosyal Aglarim

    Add YaGMuR_YüReKLiM on Facebook
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    210

    Standart

    BÖLÜM V

    HİSSE SENETLERİ MALLAR VE BORSALAR

    Birleşik Devletler’deki sermaye piyasaları kapitalizmin kanını oluştururlar. Şirketler fabrikaların ve iş yerlerinin kurulması uçakların trenlerin gemilerin telefon hatlarının ve benzeri varlıkların üretilmesi araştırma ve geliştirme faaliyetleri yapılması ve pek çok diğer şirket çalışmasının yürütülmesi için gerekli parayı toplayabilmek için bahis konusu piyasalara yönelirler. Paranın büyük bir kesimi emeklilik fonları sigorta şirketleri bankalar vakıflar yüksek okullar ve üniversiteler gibi temel kuruluşlar tarafından sağlanır. Bireyler de gittikçe artan biçimde bu sürece katılmaya başlamışlardır. Yukarıda Bölüm III’te balirtildiği gibi 1990’ların ortalarında ABD’deki ailelerin yüzde 40’ından fazlasının elinde hisse senedi bulunmaktaydı.

    İleride başka bir amaçla kullanmak için paraya gereksinimleri olduğunda ellerindeki hisse senetlerini satabileceklerini bilmeselerdi pek az yatırımcı bir şirkette pay sahibi olmak isterlerdi. Menkul kıymetleri borsaları ve diğer sermaye piyasaları yatırımcıların sürekli biçimde hisse senedi alıp satmalarını kolaylaştırır.

    Borsalar Amerikan ekonomisinde çeşitli başka roller de oynarlar. Yatırımcılar için bir gelir kaynağı oluştururlar. Hisse senetlerinin ve diğer parasal varlıkların değeri artınca yatırımcılar daha zengin olurlar; çok kez bu ek gelirlerini harcarlar ve böylelikle satışlar ve ekonomik büyüme teşvik edilmiş olur. Ayrıca yatırımcılar şirketlerin gelecekte ne kadar kar elde edeceğine ilişkin beklentilerine dayanarak her gün hisse senedi alıp sattıkları için hisse senedi fiyatları da şirket yöneticileri açısından yatırımcıların firmalarını nasıl değerlendiği konusunda her an başvurulabilecek bir bilgi kaynağı oluşturur.

    Hisse senedi değerleri yatırımcıların hükümet politikalarına yönelik tepkilerini de yansıtır. Eğer yatırımcılar hükümetin benimsediği politikaların ekonomiye zarar vereceğine ve şirket karlarını olumsuz yönde etkileyeceğine inanırlarsa borsa geriler; buna karşılık anılan politikanın ekonomiye yardımcı olacağına inanırlarsa borsa yükselir. Eleştiriciler zaman zaman Amerikan yatırımcılarının kısa vadeli kar amacına çok yoğun bir biçimde odaklandıklarını ileri sürerler; onlara göre gerek şirketler gerekse politika yapıcıları uzun vadede yararlı olabilecek belirli adımları atmaya çekinirler; çünkü bu adımların hisse senedi fiyatlarını düşürebilecek kısa vadeli düzenlemeler yapılmasını gerektirebileceğini düşünürler. Borsalar milyonlarca yatırımcının milyonlarca kararını yansıttığı için bu varsayımın doğruluğunu sağlıklı olarak belirleyebilecek bir yöntem de bulunmamaktadır.

    Amerikalılar yine de çok sayıda alıcı ve satıcının her gün milyonlarca işlem yapmalarını sağlayan menkul kıymetler borsalarının ve diğer sermaye piyasalarının etkinliğinden gurur duyarlar. Söz konusu piyasalar başarılarını kısmen bilgisayar kullanımına borçludurlar; fakat aynı zamanda gelenek ve güvene yani komisyoncuların birbirlerine karşı besledikleri güvene ve müşterilerinin satılan hisse senetlerini hemen getirecekleri ve aldıklarının parasını da ödeyecekleri konusunda duydukları güvene de borçludurlar. Bahis konusu güven zaman zaman kötüye kullanılır; ancak federal hükümet geçtiğimiz yarım yüzyıl boyunca dürüst ve eşit işlem yapılmasını sağlamak konusunda önemi gittikçe artan bir rol oynamıştır. Bunun sonucu olarak ta borsalar ekonominin sürekli büyümesine yol açan bir yatırım fonu kaynağı ve çok sayıda Amerikalıyı ülke zenginliğini paylaşmasını sağlayan bir araç olarak gelişmişlerdir.

    Borsaların etkin bir biçimde işleyebilmesi için serbest bilgi akışına gereksinim vardır. Bu olmazsa yatırımcılar gelişmeleri izleyemeyecekleri gibi hisse senetlerinin gerçek değerini de sağlıklı olarak anlayamazlar. Çok sayıda bilgi kaynağı sayesinde borsadaki olası gelişmelerin günü gününe saati saatine ve hatta dakikası dakikasına yatırımcılar tarafından izlenmesine olanak yaratılır. Şirketler ne durumda olduklarını hisse senedi sahiplerine duyurmak için yasa gereği üç ayda bir gelir raporu her yıl daha kapsamlı bir rapor ve vekalet bildirimleri yayınlamakla yükümlüdürler. Yatırımcılar ayrıca bir önceki borsa seansında hangi hisse senetlerinin el değiştirdiğini öğrenmek amacıyla günlük gazetelerin borsa sayfalarını izleyebilirler. Borsalardaki işlemleri genel olarak değerlendiren çeşitli endeksleri de inceleyebilirler. Bu endekslerin en tanınmışı 30 önemli hisse senedinin izlendiği Dow Jones Endüstri Ortalaması’dır (Dow Jones Industrial Avarage – DJIA). Yatırımcılar ayrıca belirli senetlerle ilgili gelişmeleri çözümleyen dergi ve bültenlere de abone olabilirler. Bazı kablolu televizyon programlarında hisse senedi fiyatlarındaki gelişmeler konusunda kesintisiz yayın yapılmaktadır. Günümüzde yatırımcılar İnternet aracılığıyla da belirli hisse senetleri konusunda istedikleri an bilgi edinebilmekte ve hatta senet alım-satımı bile yapabilmektedirler.


    MENKUL KIYMETLER BORSALARI

    Sürümde binlerce hisse senedi bulunmasına karşın bunlar arasında en büyük en iyi tanınmış ve en çok alım-satım gören şirketlerin hisse senetleri genelde New York Menkul Kıymetler Borsası’na (New York Stock Exchange - NYSE) kayıtlıdır. Borsa’nın geçmişi bir gurup aracının New York kentinde Wall Street’teki (Wall Sokağı) bir çınar ağacının altında toplanıp hisse senetlerinin nasıl alınıp satılacağına ilişkin belirli kurallar saptadıkları 1792 yılına kadar uzanır. 1990’ların sonlarına gelindiğinde NYSE’de 3.600 değişik hisse senedi kayıtlıydı. NYSE’de 1.366 üye ya da aracı şirket tarafından büyük paralar ödenerek satın alınan ve bireyler adına hisse senedi alıp satmak için kullanılan “yer” vardır. Borsa ile aracı şirketler arasında iletişim elektronik olarak yapılır. Fiyatları bildirebilmek ve siparişleri alabilmek için 200 mil (yaklaşık 320 kilometre) fiber-optik kablo döşenmesi ve 8.000 telefon bağlantısı kurulması gerekmiştir.

    Hisse senetleri nasıl alınıp satılır? Sözgelimi California’da bir öğretmen denizaşırı geziye çıkmak istesin. Gezi giderlerini karşılamak için elindeki 100 adet General Motors hisse senedini satmaya karar verir. Müşterisi olduğu aracıyı arar ve senetlerini en kısa sürede en iyi fiyattan satmasını ister. Aynı gün Florida’daki bir mühendis biriktirdiği parayı 100 adet General Motors hisse senedi almak için kullanmayı düşünür ve kendi aracısını arayıp piyasadaki fiyattan 100 senet “satın alma”sı için emir verir. Her iki aracı bu emirleri NYSE’deki temsilcilerine ileterek gerekli pazarlığa başlamalarını isterler. Tüm bunlar bir dakikadan daha kısa bir zaman içinde gerçekleşir. Sonuçta öğretmen parasını mühendis de hisse senetlerini alır ve aracılarına gereken komisyonu öderler. Söz konusu işlem borsadaki diğer işlemler gibi açıkça yapılır ve sonuçlar ülkedeki her bir borsa kuruluşuna elektronik ortamda duyurulur.

    Bu süreçte yaşamsal bir rol oynayan borsa “uzmanları” alım ve satım emirlerini ustaca uyuşturup piyasanın düzenli bir biçimde işlemesini sağlarlar. Yeterli alıcı ya da satıcı bulunmadığı durumlarda gerekirse uzmanlar kendileri de hisse senedi alır ya da satarlar.

    Enerji endüstrisine ilişkin çok sayıda hisse senedinin kayılı bulunduğu ve daha küçük bir kuruluş olan Amerikan Menkul Kıymetler Borsası da Wall Sokağı bölgesindedir ve aşağı yukarı NYSE gibi çalışır. Diğer bazı büyük ABD kentlerinde de daha küçük bölgesel menkul kıymetler borsaları vardır.

    En yoğun hisse senedi alışverişi Hisse Senedi Alım-Satımcıları Otomatikleştirilmiş Fiyat Ulusal Derneği (National Association of Securities Dealers Automated Quotation – NASDAQ) sistemi çerçevesinde yapılır. Tezgah üstü borsası denilen ve yaklaşık 5.240 değişik hisse senedinin alım-satımını düzenleyen bu kuruluş belirli bir mekanda faaliyet göstermez; hisse senedi ve bono alım-satımcılarının oluşturdukları bir elektronik iletişim ağıdır. Tezgah üstü işlemleri denetleyen Hisse Senedi Aracıları Ulusal Derneği yasa dışı çalıştığı ya da borçlarını ödeyemez duruma geldiği anlaşılan şirketleri ya da aracıları sistemden uzaklaştırma yetkisine sahiptir. Bahis konusu piyasada işlem gören hisse senetlerinin çoğu daha küçük ve daha istikrarsız şirketlere ait olduğu için NASDAQ diğer iki büyük borsadan daha riskli bir piyasa olarak bilinir. Buna karşılık yatırımcılara pek çok fırsat sunar. 1990’larda hızla büyüyen ileri teknoloji hisse senetlerinin çoğunluğu NASDAQ’ta işlem görmüştür.

    BİR YATIRIMCILAR ÜLKESİ

    Menkul kıymetler borsalarında eşi görülmemiş bir yükselmeye hisse senedi sahibi olmaktaki kolaylık da eklenince bireyler 1990’larda borsalarda büyük ölçüde işlem yapmaya başladılar. New York Borsası’nda ya da diğer adıyla “Büyük Tabela”da 1980’de bir yılda 114 milyar hisse el değiştirmişken bu sayı 1998’de 169 milyar oldu. 1989-1995 yılları arasında ABD’de doğrudan doğruya ya da emeklilik fonları gibi aracılar kullanarak hisse senedi sahibi olmuş bulunan ailelerin oranı toplamın yüzde 31’inden yüzde 41’ine yükseldi.

    Bireylerin parasını alıp onlar adına çeşitli hisse senedi portföylerine yatırım yapan karşılıklı fonlar sayesinde halkın borsa faaliyetlerine katılması çok kolaylaştı. Karşılıklı fonlar kendilerini bu iş için yeterli bulmayan ya da binlerce hisse senedi arasında seçim yapmaya zamanı olmayan küçük yatırımcıların paralarını profesyoneller aracılığıyla değerlendirmelerine olanak yaratırlar. Sözü edilen kuruluşların elinde çeşitli hisse senedi gurupları bulunduğu için yatırımcıları bireysel hisselerin değerinde görülebilecek ani değişikliklere karşı belirli bir ölçüde korumuş olurlar.

    Her biri değişik türde yatırımcıların gereksinimlerini ve önceliklerini karşılayacak biçimde düzenlenmiş düzinelerce karşılıklı fon vardır. Bazı fonlar kısa sürede gelir sağlamaya yönelikken bazıları da uzun vadede sermaye değeri yükselişi yaratmaya çalışırlar. Bazıları ihtiyatlı bir biçimde yatırım yaparlar; buna karşın bazıları da daha büyük kazanç elde etmek umuduyla daha büyük risklere atılırlar. Bazılarının sadece belirli endüstrilere ya da yabancı şirketlere ait hisse senetleriyle ilgilenmelerine karşılık bazıları da değişken piyasa stratejileri uygularlar. Bahis konusu fonların sayısı 1980’de 524 iken 1998 sonunda 7.300’e fırladı.

    Sağlıklı kazanç elde etmenin ve geniş bir seçenek alanına sahip olmanın çekiciliği nedeniyle Amerikalılar 1980’lerde ve 1990’larda karşılıklı fonlara büyük ölçüde yatırım yaptılar. 1990’ların sonlarında yatırımcıların karşılıklı fonlarda 54 trilyon dolarları vardı; bu fonlarda parası olan aile oranı da 1979’da yüzde 6’dan 1997’de yüzde 37’ye çıktı.

    HİSSE SENEDİ FİYATLARI NASIL BELİRLENİR

    Hisse senedi fiyatları çeşitli ögelerin hiçbir uzman tarafından sağlıklı olarak anlaşılamayacak ya da önceden kestirilemeyecek bir biçimde birleşmesi sonucunda belirlenir. Ekonomistlere göre fiyatlar genelde şirketlerin gelecekteki para kazanma kapasitelerini yansıtır. Yatırımcılar gelecekte önemli kar edineceğini bekledikleri şirketlerin hisse senetlerine yönelirler; çok kişi bu gibi şirketlerin hisse senetlerini almak istedikleri için de söz konusu senetlerin fiyatı yükselir. Buna karşın yatırımcılar geleceği pek parlak olmayan şirketlerin hisse senetlerini almaktan kaçınırlar; az sayıda birey böyle senetleri almak isteyeceği ve çok sayıda birey de onları elden çıkarmaya çalışacağı için fiyatlar düşer.

    Yatırımcılar hisse senedi almaya ya da satmaya karar verirlerken iş çevrelerinin genel durumunu ve geleceğini yatırım yapmayı düşündükleri şirketin parasal konumunu ve gelişme olasılıklarını incelerler ve hisse senedi getirilerinin geleneksel düzeyin altında mı üstünde mi olduğuna bakarlar. Faiz oranlarındaki eğilimler de hisse senedi fiyatlarını önemli ölçüde etkiler. Faiz oranlarının yükselmesi genelde hisse senedi fiyatlarını düşürür; çünkü bu kısmen ekonomik faaliyetlerdeki genel yavaşlamanın ve şirket karlarındaki azalmanın habercisidir kısmen de yatırımcıların borsayı bırakıp yüksek faiz getiren başka alanlara yönelmelerini teşvik eder. Bunun aksine faiz oranlarının düşmesi hem daha kolay borç alınabileceği ve daha hızlı büyüme sağlanabileceği anlamına geldiği hem de faiz getiren yeni alanların yatırımcılar açısından çekiciliğini yitirmesi sonucunu doğurduğu için çok kez hisse senedi fiyatlarının yükselmesine yol açar.

    Buna karşılık belirli başka ögeler durumu karmaşıklaştırır. İlk olarak yatırımcılar genellikle o andaki getirileri göz önünde tutmak yerine belirsiz bir geleceğe yönelik beklentilerine uyarak hisse senedi alırlar. Bahis konusu beklentiler de çok kez mantıklı ve doğru olmayan çeşitli faktörlerin etkisinde kalır. Bu nedenle fiyatlar ve getiriler arasındaki kısa vadeli bağ çok zayıf olabilir.

    İvme de hisse senedi fiyatlarını etkileyebilir. Fiyatların yükselmesi doğal olarak daha çok sayıda alıcıyı piyasaya çeker ve bunun üzerine fiyatlar daha da yükselir. Onları ileride daha da yüksek bir fiyatla satma beklentisi içinde hisse senedi alan spekülatörler de bu yükselme baskısını arttırırlar. Uzmanlar hisse senedi fiyatlarının sürekli yükselişini “ayı” piyasası olarak tanımlarlar. Spekülasyon humması daha fazla sürdürülemeyince fiyatlar düşmeye başlar. Fiyatların düşmesinden endişelenen yatırımcıların sayısı çoğalınca ellerindeki hisse senetlerini satmaya çalışırlar ve bu da düşüş eğilimini hızlandırır. Bu duruma ise “boğa” piyasası denir.

    PİYASA STRATEJİLERİ

    Ellerindeki hisse senetlerini uzun süre tutmaya razı olan yatırımcılar başka finansal yatırımlar yapmak yerine menkul kıymetler borsasına yönelince XX. Yüzyıl’ın büyük bir bölümünde daha yüksek gelir sağladılar.

    Hisse senedi fiyatları kısa vadede çok oynak olabilir ve bu nedenle de borsadaki düşüş sırasında ellerindeki senetleri satan yatırımcılar kolayca zarara uğrayabilirler. Sözgelimi Amerika’daki en büyük karşılıklı fon kuruluşlarından birinin ünlü bir eski başkanı olan Peter Lynch 1998’de ABD hisse senetlerinin geçmiş 72 yılın 20’sinde değer yitirdiğini söyledi. Lynch’e göre borsanın 1929’daki çöküşünde değer yitiren hisse senetlerinin eski değerine yükselmesi için yatırımcıların 15 yıl beklemeleri gerekti. Buna karşılık ellerindeki senetleri 20 yıl ya da daha uzun süreyle bekleten bireylerin hiç kaybı olmadı. Federal hükümetin Genel Muhasebe Dairesi tarafından Kongre’ye sunulmak amacıyla hazırlanan bir incelemede 1926’dan beri yaşanan en kötü 20 yıllık dönemde hisse senedi fiyatlarının yüzde 3 arttığı belirtildi. En iyi 20 yıl içindeyse fiyatlar yüzde 17 yükseldi. Bunun aksine hisse senedi yerine en yaygın yatırım aracı olan 20 yıl vadeli tahvillerin getirisi yüzde 1’le yüzde 10 arasında değişti.

    Anılan incelemelere dayanan ekonomistler çeşitli hisse senetlerini içeren bir portföy oluşturup uzun süre ellerinde tutan küçük yatırımcıların en yüksek getiriyi sağladıkları sonucuna varmışlardır. Buna karşın bazı yatırımcılar kısa vadede daha yüksek gelir sağlayacaklarını umarak belirli riskleri göze alırlar. Bu amaçla da çeşitli stratejiler geliştirirler.

    Teminat Karşılığı Hisse Senedi Alımı: Amerikalılar krediyle pek çok şey alırlar ve hisse senetleri de bunun dışında kalmaz. Belirli yatırımcılar yüzde elli 50 peşin ödeyip kalanı için de aracılarına borçlanarak “teminat karşılığı” hisse senedi satın alabilirler. Teminat karşılığı alınan hisse senetleri değer kazanırsa bu yatırımcılar onları satıp aracılarına olan borçlarını faizleri ve komisyonu ödeyebilir ve yine de kar sağlayabilirler. Eğer senetler değer yitirirse aracı bir “teminat çağrısı” yapar ve yatırımcıyı hesabına ek para ödemeye zorlar ve böylelikle alacağı olan para hisse senetleri değerinin yarısından az bir miktarda kalır. Yatırımcı nakit ödeyemezse aracı senetlerin bir kısmını zararına satıp borcu karşılar.

    Teminat karşılığı hisse senedi alımı bir tür finansal kaldıraçtır. Yüksek risk taşıyan işlemlere girişerek kumar oynamak isteyen spekülatörlere daha çok hisse senedi alma fırsatı yaratır. Eğar yatırıma ilişkin kararları doğruysa spekülatörler daha büyük bir kar elde edebilirler; fakat piyasayı yanlış değerlendirirlerse daha büyük zarara uğrayabilirler.

    ABD’nin merkez bankası olan Federal Rezerv Kurulu (çok kez “the Fed” adıyla tanınır) yatırımcıların satın alınacak hisse senedi için ödemeleri gereken para miktarını belirleyen en düşük teminat oranlarını saptar. Kurul bu oranları değiştirebilir. Eğer piyasanın canlanmasını amaçlıyorsa düşük oranlar belirler. Spekülatif alımları sınırlamak istediğinde de oranları yüksek tutar. Federal Rezerv Kurulu zaman zaman yüzde 100 ödeme yapılmasını talep eder; fakat XX. Yüzyıl’ın son yirmi yılı süresince oranı daha çok yüzde 50’de tutmuştur.

    Açığa Satış Yapmak: Bir başka spekülatör gurubu da “açığa satış yapanlar” diye bilinir. Belirli bir hisse senedinin değer yitireceğini düşünürlerse aracılarından ödünç aldıkları hisse senetlerini satıp onların yerine başka senetleri ileride açık piyasada daha düşük fiyatla alarak kar etmeyi umarlar. Söz konusu yöntem ayı piyasası oluştuğunda kar etme fırsatı verirse de hisse senedi alım-satımındaki en riskli yoldur. Eğer açığa satış yapan yatırımcı yanlış tahminde bulunmuşsa sattığı hisse senetleri birden değer kazanıp onun büyük zarar görmesine yol açabilir.

    Opsiyon (Seçmeli Vadeli İşlem): Pek fazla olmayan bir miktar nakit paraya finansal kaldıraç uygulamanın bir başka yolu da belirli bir hisse senedini ileride şimdiki fiyatına yakın bir fiyatla almak için “alım” opsiyonu sözleşmesi yapmaktır. Piyasadaki fiyat yükselirse alıcı opsiyon hakkını kullanıp hisse senetlerini bu daha yüksek fiyattan satarak kar edebilir ya da hisse senedinin fiyatı yükseldiği için kendi değeri de artmış olan opsiyon hakkını satabilir. “Satım” opsiyonu sözleşmesi yapmak ise bunun tersine işler ve belirli bir hisse senedini ileride şimdiki fiyatına yakın bir fiyatla satma taahhüdü oluşturur. Açığa satış gibi satış opsiyonu da yatırımcıların piyasanın düşmesinden yararlanmalarını sağlar. Buna karşılık fiyatlarda bekledikleri gelişmeler olmazsa yatırımcılar büyük zarara uğrayabilirler.

    MAL VE DİĞER ALİVRE SÖZLEŞMELERİ

    Alivre mal sözleşmeleri belirli malların belirlenmiş bir tarihte belli bir fiyattan satılmasına ya da alınmasına ilişkin anlaşmalardır. Alivre sözleşmeleri geleneksel olarak buğday canlı hayvan bakır ve altın gibi mallar için yapılırdı; fakat geçtiğimiz yıllarda döviz ya da başka mali varlıklara da ilişkin çok sayıda alivre sözleşmesi yapılmaya başlanmıştır. Birleşik Devletler’de bahis konusu işlemlerin yapıldığı yaklaşık bir düzine mal borsası vardır. Bunların en ünlülerinden bazıları Chicago Ticaret Odası Chicago Ticaret Borsası ve New York’taki birkaç borsadır. Chicago Amerika’daki tarıma bağlı endüstrilerin tarihsel merkezidir. Alivre sözleşmelerinin toplam sayısı 1991’de 261 milyondan 1997’de 417 milyona yükselmiştir.

    Mal alım-satımı yapanlar iki genel gurupta toplanır: güvenceciler ve spekülatörler. Güvenceciler belirli bir malı teslim almayı garantiye bağlamak ya da sözü edilen malları garanti edilmiş bir fiyattan satabilmek için anlaşma yapan şirketler çiftçiler ya da bireylerdir. Kendilerini beklenmeyen fiyat dalgalanmalarına karşı korumak amacıyla alivre sözleşmelerini kullanırlar. Risk altına girmeyi göze alan binlerce kişi de alivre mal satışlarında spekülasyon yaparlar. Küçük teminatlar karşılığı büyük kar elde etme olasılığı onlar için çekici olur (alivre sözleşmeleri de pek çok hisse senedi gibi sözleşme tutarının yüzde 10’u 20’si kadar düşük teminata bağlı olarak yapılır).

    Alivre mal alım-satımı yapmak risk göze almaktan çekinen kişilere göre bir faaliyet değildir. Hava koşulları gibi gözle görülemeyen güçler arz ve talebi etkileyip mal fiyatlarında ani iniş- çıkışlara yol açabilir ve büyük kar ya da zarar yaratabilir. Piyasada görülebilecek tepkileri iyi bilen profesyonellerin borsa oyunlarında çok kez para kazanması olasılığı fazladır; bahis konusu borsaya giren küçük alıcıların neredeyse yüzde 90’ının bu oynak piyasada zarara uğradığı tahmin edilmektedir.

    Alivre mal alım-satımları bir “türev” - varlıklara bağlı finansal spekülasyon yapılmasında kullanılan karmaşık yöntemler - biçimidir. Türevler 1990’larda ipotekler ve faiz oranlarını da içeren çok sayıda varlığı kapsayacak biçimde büyüdü. Mali durumu bozuk olan yüksek kaldıraç uygulayan ve belirli durumlarda da düzenlemelerin etkisinden kurtulmak amacıyla Birleşik Devletler dışında tescil yaptıran türev alıcısı fonlara para yatırmış bulunan bazı bankaların aracı şirketlerin ve bireylerin büyük zararlara uğramaları sonucunda düzenleyici kuruluşların ve Kongre’nin dikkati bu gittikçe yaygınlaşan ticaret türüne çekildi.

  8. #8
    BaŞKa ZaMaN.... YaGMuR_YüReKLiM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.09.2009
    Bulunduğu yer
    Hayat 0'ın 6'da
    Mesajlar
    4.368
    Post Thanks / Like
    Blog Girişleri
    4

    Sosyal Aglarim

    Add YaGMuR_YüReKLiM on Facebook
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    210

    Standart

    DÜZENLEYİCİLER

    1934’te kurulmuş olan Menkul Kıymetler ve Borsalar Komisyonu (Securities and Exchange Commission - SEC) Birleşik Devletler’deki borsaların en başta gelen düzenleyicisidir. 1929’dan önce borsaları eyaletler düzenlemekteydiler; fakat 1929 yılında borsadaki çöküşün Büyük Bunalım’ı başlatması bu yöntemin yetersiz olduğunu kanıtladı. 1933 tarihli Menkul Kıymetler Yasası ve 1934 tarihli Menkul Kıymetler Borsası Yasası küçük yatırımcıları sahtecilikten koruma ve şirketlerin mali raporlarını kolaylıkla anlamalarını sağlama konularında federal hükümete birbiri ardından önemli roller kazandırdı.

    Komisyon bu amaçlara erişmek için bir düzenlemeler ağı uygular. Halka hisse senedi bono ve başka senetler sunan şirketler SEC’e ayrıntılı bir mali kayıt belgesi vermek zorundadır ve bu bilgiler halka açıklanır. SEC bu belgelerin tam ve doğru olup olmadığına karar verir ve böylelikle yatırımcıların piyasadaki menkul kıymetler konusunda sağlam ve gerçekçi kararlar almaları güvence altına konulmuş olur. SEC hisse senetleri çıkarıldıktan sonra da borsadaki işlemleri denetler ve fiyatlarla oynanmasını engelleyen yönetmeliklerin uygulanmasını sağlar; bu nedenle aracılar tezgah üstü piyasada işlem yapanlar ve borsaların kendileri SEC’ye kayıt yaptırmak zorundadırlar. Komisyon bunlara ek olarak şirketlerin hisse senetleri kendi elemanları tarafından alınıp satıldığında bunun da kamuya bildirilmesi zorunluluğu getirir; Komisyon’un görüşüne göre bahis konusu “içerdekiler” kendi şirketleri hakkında özel bilgi sahibi sahibidirler ve onların yaptıkları hisse senedi alımları ya da satımları diğer yatırımcıların şirketin geleceğine ilişkin güvenleri konusundaki düşüncelerini etkileyebilir.

    Kuruluş ayrıca içerdekilerin henüz yayınlanmamış bilgilere dayanarak alım-satım yapmalarını da engellemeye çalışır. SEC 1980’lerde sadece şirket üst düzey yetkililerini ve başkanlarını değil şirketlere ilişkin açıklanmamış bilgilere erişebilecek sıradan görevlilerin hatta şirket dışındaki avukatlar benzeri kişilerin yaptığı alışverişleri bile izlemeye başladı.

    SEC’de Başkan tarafından atanan beş komiser görev yapar. En fazla üç komiser aynı siyasi partinin üyesi olabilir; her yıl bir komiserin beş yıllık görev süresi sona erer.

    Alivre Mal Alım-Satım Komisyonu (Commodity Futures Trading Commission) alivre borsalarını denetler. Komisyon özellikle çok sayıdaki tezgah üstü satışları yakından izler ve izin verdiği alışverişlerin borsalarla sınırlı kalmasına özen gösterir. Yine de genellikle SEC’den daha ılımlı davranan bir düzenleyici olduğu düşünülmektedir. Sözgelimi 1996’da rekor sayıda 92 yeni alivre alım-satım ve mal opsiyonu sözleşmesini onaylamıştır. Zaman zaman çok gayretli bir SEC başkanının kendi komisyonunu alivre alım-satımları da incelemekle görevlendirdiği görülmüştür.

    “KARA PAZARTESİ” VE UZUN SÜRELİ BOĞA PİYASASI

    19 Ekim 1987’de dünya piyasalarında hisse senedi değerleri büyük bir düşüş gösterdi. Dow Jones Endüstriyel Ortalaması yüzde 22 azalarak 173842 kapanış puanına indi. Bu azalma 1914’ten beri bir gün içinde görülen en büyük düşüş oldu ve ünlü Ekim 1929 borsa çöküşünü bile gölgede bıraktı.

    Brady Komisyonu (çöküşü araştırmakla yükümlü bir başkanlık komisyonu) SEC ve diğer kuruluşlar yatırımcı psikolojisindeki olumsuz gelişmeler yatırımcıların ABD federal bütçesine ve dış ticaret açıklarına ilişkin kaygıları New York Menkul Kıymetler Borsası salonunda çalışan uzmanların kurtarıcı alımlar yapma görevlerini yerine getirmemeleri bilgisayarların belirli gelişmeler ortaya çıkınca otomatik olarak çok sayıda hisse senedi alımı ya da satımı talimatı verecek biçimde programlanmaları anlamına gelen “program alım-satım”ları gibi çeşitli ögelerin 1987 bunalımına neden olduğunu iddia ettiler.

    Borsa söz konusu gelişmelerin ardından çeşitli koruyucu önlemler yürürlüğe koydu. Anılan önlemlere göre Dow Jones Endüstriyel Ortalaması bir gün içinde 50 puan azalır ya da yükselirse program alım-satımı talimatı veren elektronik siparişler kesilecek ve Dow Jones Endüstriyel Ortalaması 250 puan düşerse tüm alışverişleri geçici olarak durduran bir “sigorta” sistemi uygulanacaktı. Bahis konusu olağanüstü durum yöntemleri ileride Dow Jones Endüstriyel Ortalaması’nda görülen yükselmeyi yansıtacak biçimde büyük ölçüde değiştirildi. 1998 sonlarında yapılan bir değişiklikle Dow Jones Endüstriyel Ortalaması bir gün içinde son bir kapanış ortalamasına göre yüzde 2 artar ya da azalırsa program alım-satımlarının sınırlandırılması yoluna gidildi; 1999 sonlarında bu formül borsada 210 puan dolayında değişiklik olursa program alım-satımının durdurulacağı anlamına gelmeye başladı. Yeni kurallar uyarınca tüm alım-satımın durdurulması için de daha yüksek eşikler getirildi; 1999’un son üç ayı sırasında bu eşik Dow Jones Endüstriyel Ortalaması’ndaki en az 1.050 puanlık bir düşüş olarak belirlendi.

    Sözü edilen reform önlemleri borsaya karşı güveni arttırmış olabilir; fakat ekonominin güçlü bir gelişme göstermesinin daha büyük bir etki yarattığı da söylenebilir. Federal Rezerv 1929’da yaptığının aksine yatırımcıların teminat çağrılarını karşılayabilmelerini ve faaliyetlerini sürdürmelerini güvence altına almak için borç verme koşullarını yumuşatacağını açıkladı. Bir bakıma bu açıklamanın sonucu olarak 1987 çöküşü kolayca atlatıldı ve borsa yeniden yüksek düzeylere erişti. Dow Jones Endüstriyel Ortalaması 1990'ların başlarında 3.000 puanı ve 1999’da da 11.000 puanı aştı. Buna ek olarak alım-satımlar da büyük ölçüde yoğunlaştı. 1960’larda bir günde 5 milyon hisse senedi el değiştirirse New York Borsası için olağanüstü hareketli bir gün sayılırdı. 1997 ve 1998’de bir milyar senedin alınıp satıldığı günler oldu. NASDAQ’ta ise 1998’e gelindiğinde böyle günler olağan sayılıyordu.

    Görülen bu hareketliliğin bir nedeni de günlükçüler olarak tanımlanan ve kısa sürelerde çabuk kar sağlamak umuduyla bir gün içinde aynı senetleri birkaç kez alıp satan kişilerdi. Bahis konusu bireyler gittikçe artan bir biçimde İnternet aracılığıyla alışveriş yapan guruplar arasında sayılabilirler. 1999 başlarında tüm hisse senedi alıp satanların yüzde 13’ünü bireyler oluşturuyor ve bunların yüzde 25’i de her türde menkul kıymet alım-satımı için İnternet’ten yararlanıyorlardı.

    İşlemlerin yoğunluğu arttıkça fiyatlardaki oynaklık da çoğaldı. Günde 100 puanı aşan değişmeler gittikçe daha sık görülmeye başladı ve 27 Ekim 1997’de Dow Jones Endüstriyel Ortalaması 55426 puan birden düşünce sigorta sistemi devreye girdi. 31 Ağustos 1998’de 51261 puanlık bir büyük düşüş daha gerçekleşti. Buna karşın aynı günlerde borsa o kadar yükselmişti ki düşüş hisse senetlerinin toplam değerinin yüzde 7’si dolayında oldu yatırımcılar piyasada kaldılar ve borsa kısa zamanda toparlandı.
    BÖLÜM VI

    HÜKÜMETİN EKONOMİDEKİ ROLÜ

    Amerika uyguladığı serbest teşebbüs sistemini diğer ülkelere bir örnek olarak göstermektedir.
    İşletmelerin ve bireylerin faaliyetlerini kendi erdemleri sayesinde açık ve rekabete yönelik piyasalarda yürüterek kar ya da zarar etmelerine hükümetler tarafından olanak tanınırsa ekonominin en güzel işleyeceği yolundaki görüş ülkenin bu konuda elde ettiği başarıyla kanıtlanır gibi görünmektedir. Buna karşılık Amerika’daki serbest teşebbüs sistemi acaba ne kadar “serbest”tir? Yanıt “tam anlamıyla değil”dir. İş dünyasındaki faaliyetlerin birçok yönü hükümetin hazırladığı bir düzenlemeler ağı çerçevesinde biçimlenmektedir. Hükümet her yıl işletmelerin neler yapıp neler yapamayacaklarını inceden inceye açıklayan binlerce sayfalık yeni yönetmelik hazırlar.

    Buna karşın Amerikalıların hükümet düzenlemelerine bakışları kesinleşmiş olmaktan çok uzaktır. Geçtiğimiz yıllarda belirli alanlardaki düzenlemeler yoğunlaştırılırken diğer bazı alanlardakiler gevşetilmiştir. Gerçekten de hükümetin iş dünyasına ne zaman ve ne kadar yaygın müdahalede bulunması gerektiğine ilişkin bitmez tükenmez tartışmalar Amerikan ekonomi yakın tarihinde süregelen bir temayı oluşturmuştur.

    BIRAKINIZ YAPSINLAR MI HÜKÜMET MÜDAHALESİ Mİ

    ABD hükümetinin iş çevrelerine yönelik politikasının kuramsal temeli Fransızca “laissez-faire (bırakınız yapsınlar)” yani “kendi hallerine bırakın” deyimiyle özetlenebilir. Söz konusu kavram 18’inci yüzyılda yaşayan İskoçyalı ekonomist Adam Smith’in ekonomik kuramlarına dayanmakta olup onun yazıları Amerikan kapitalizminin güçlenmesi üzerinde büyük etki yaratmıştır. Smith özel işletmelerin tümüyle serbest bırakılmaları gerektiğine inanıyordu. Kişisel çıkarları dürtüsüyle iş gören bireylerin faaliyetlerinin piyasalar serbest ve rekabete açık olduğu sürece topluma daha büyük yararı dokunacağını söylüyordu. Smith sadece serbest teşebbüsün temel kurallarının hazırlanmasında bir tür hükümet müdahalesini hoş görüyordu. Buna karşılık bireylere karşı güven ve otoriteye karşı güvensizlik üzerine kurulmuş olan Amerika’da bırakınız yapsınlar görüşünü savunduğu için beğeni kazanmıştır.

    Bırakınız yapsınlar görüşüne olan bağlılık yine de özel işletmelerin çok kez yardım için hükümete başvurmasını engellemedi. 19’uncu yüzyılda demiryolu şirketleri arazi bağışlarını ve parasal desteği kabul ettiler. Güçlü yabancı rekabetle karşı karşıya kalan endüstriler uzun süredir ticaret politikasında daha geniş korumacılığa yönelinmesini isteyegeldiler. Hemen hemen tümüyle özel ellerde bulunan Amerikan tarımı çeşitli hükümet yardımlarından yararlandı. Pek çok başka endüstri de vergi kolaylıklarından açık parasal desteğe kadar yayılan çeşitli hükümet yardımları peşinde koştu ve bunları elde etti.

    Özel endüstri üzerindeki hükümet düzenlemeleri ekonomik ve toplumsal olarak iki sınıfa ayrılabilir. Ekonomik düzenlemeler en başta fiyatları kontrol etmeyi amaçlar. Kuramsal olarak tüketicileri ve belirli şirketleri (genellikle küçük şirketleri) daha güçlü diğer şirketlere karşı koruma amacı güden ekonomik düzenlemeler çok kez piyasada rekabet koşulları tümüyle uygulanmadığı ve bu nedenle de gerekli güvencelerin kendiliğinden sağlanamadığı ileri sürülerek haklı gösterilir. Buna karşın ekonomik düzenlemeler sık sık şirketlerin arasındaki kendilerinin yıkıcı olarak tanımladıkları rekabeti önlemek için geliştirilir. Toplumsal düzenlemeler ise daha güvenli iş yerleri ya da daha temiz çevre gibi ekonomik olmayan amaçlara yöneliktir. Toplumsal düzenlemeler şirketlerin zararlı faaliyette bulunmalarını zorlaştırmak ya da yasaklamak veya toplumsal açıdan yararlı görülen davranışları teşvik etmek amacı güder. Sözgelimi hükümet fabrika bacalarından yayılan gazları kontrol eder ve çalışanlarına belirli standardlara uygun sağlık ve emeklilik yardımı sağlayan şirketlere vergi indirimleri uygular.

    Amerika tarihi boyunca sarkaç bırakınız yapsınlar ilkeleri ile her iki türde hükümet düzenlemesi talepleri arasında sürekli olarak sallanıp durdu. Geçtiğimiz 25 yıl içinde hem liberaller hem de muhafazakarlar düzenlemelerin şirketleri rekabetten alıkoyarak tüketiciler aleyhine koruduğu konusunda görüş birliğine vardılar ve ekonomik düzenlemeler uygulamanın belirli alanlarda gevşetilmesini ya da tümüyle kaldırılmasını sağlamaya çalıştılar. Buna karşılık toplumsal düzenlemeler politika liderleri arasında çok daha büyük görüş ayrılıklarına yol açtı. Liberallerin ekonomik olmayan amaçlara yönelik hükümet müdahalelerini kolaylıkla benimseyebilmelerine karşılık muhafazakarlar bunu işletmeleri rekabete daha az açık ve daha az etkin konuma getiren bir saldırı olarak görme eğiliminde olabilirler.

    HÜKÜMET MÜDAHALESİNİN ARTMASI

    Birleşik Devletler’in gençlik yıllarında Hükümet ileri gelenleri genellikle iş dünyasını düzenlemekten kaçındılar. Buna karşın 20’nci yüzyıl yaklaştıkça ABD endüstrisinin gittikçe güçlenen anonim şirketler halinde birleşmesi hükümetin küçük işletmecileri ve tüketicileri korumak için müdahalede bulunmasına yol açtı. Kongre 1890’da tekelleri dağıtarak rekabeti ve serbest teşebbüsü yeniden kurma amacı güden Sherman Antitröst Yasası’nı onayladı. 1906’da besin maddelerinin ve ilaçların dürüst olarak etiketlenmesini ve etlerin satışa sunulmadan önce denetlenmesini güvence altına alan yasalar çıkarıldı. Hükümet 1913’te ülkedeki para arzını düzenlemek ve bankalar üzerinde kısmen denetim sağlamak için Federal Rezerv olarak adlandırılan yeni bir federal banka sistemini uygulamaya koydu.

    Hükümetin rolündeki en büyük değişiklikler Büyük Bunalım’la başa çıkmak için Başkan Franklin D.Roosevelt tarafından yaratılan “Yeni Düzen” yıllarında gerçekleştirildi. 1930’ların bu döneminde Birleşik Devletler tarihindeki en büyük iş dünyası bunalımı ve en yaygın işsizlik yaşadı. Pek çok Amerikalı başı boş bırakılan kapitalizmin başarısızlığa uğradığı görüşüne vardı. Bu nedenle de sıkıntıların aşılması ve kendi kendini yok ediyormuş gibi görülen rekabetin azaltılması için hükümete yöneldiler. Başkan Roosevelt ve Kongre bir dizi yasa kabul ettiler. Bahis konusu yasalar alınan diğer önlemlerin yanı sıra hisse senedi satışlarını düzenledi işçilere sendika kurma hakkı tanıdı ücretleri ve çalışma saatlerini saptadı işsizlere para yardımı ve yaşlılara emeklilik geliri sağladı tarımsal destek alımları getirdi banka mevzuatını sigorta etti ve Tennessee Vadisi’nde büyük bir bölgesel kalkınma kuruluşu yarattı.

    1930’lardan beri işçileri ve tüketicileri daha fazla korumak için pek çok yasa ve yönetmelik kabul edildi. İşverenlerin işçi alırken yaşa cinsiyete ırka ya da dinsel inanca dayalı ayırım yapmaları yasaya aykırıdır. Çocukların çalıştırılması genelde yasaktır. Bağımsız sendikaların kurulma pazarlık etme ve grev yapma hakları güvence altına alınmıştır. Hükümet işyerinde güvenlik ve sağlık koşullarını düzenleyen yasalar çıkarmakta ve uygulamaktadır. Birleşik Devletler’de satılan hemen hemen her ürün bir tür hükümet düzenlemesi altındadır: besin maddesi üreticileri bir konserve kutusunun ya da başka bir kutunun veya bir kavanozun içinde ne bulunduğunu kesinlikle belirtmek zorundadırlar; bir federal kuruluş tarafından ayrıntılı biçimde incelenip onaylanmamış hiçbir ilaç satışa sunulamaz; otomobiller güvenlik standardlarına uygun biçimde imal edilmeli ve hava kirlenmesini önleyecek düzenekler taşımalıdır; malların fiyatları açıkça belirtilmelidir; reklamlar tüketiciyi yanıltmamalıdır.

    1990’ların başlarında Kongre tarafından 100’den çok düzenleyici federal kuruluş yaratılmıştı ve söz konusu kuruluşlar ticaretten iletişime nükleer enerjiden ürün güvenliğine ilaçlardan istihdam fırsatlarına kadar yayılan çeşitli alanlarda çalışıyordu. En yeni daireler arasında 1966’da kurulan ve havayolu şirketlerine uçuş güvenliği kurallarını uygulayan Federal Havacılık Dairesi ile 1971’de kurulan ve hem otomobil hem de sürücü güvenliğini denetleyen Ulusal Karayolları Trafik Güvenliği Yönetimi bulunmaktadır. Her iki kuruluş ta federal Ulaştırma Bakanlığı’na bağlıdır.

    Pek çok düzenleyici kuruluş Başkanın etkisi ve kuramsal olarak politik baskılar dışında kalacak biçimde yapılandırılmıştır. Bu kuruluşlar üyelerini Başkan’ın atadığı ve Senato’nun onayladığı bağımsız kurullar tarafından yönetilir. Bahis konusu kurullarda her iki ana siyasi partinin üyesi bulunan ve genellikle beş ya da yedi yıl olarak saptanmış sabit bir süre boyunca görev yapan komiserler bulunması yasalar uyarınca gereklidir. Her kuruluş çok kez 1000’den fazla görevli çalıştırır. Kongre kuruluşlara ödenek sağlar ve çalışmalarını denetler. Anılan kuruluşlar bir bakıma mahkemelere benzeyen bir faaliyet gösterirler. Mahkemede bir dava görülüyormuş gibi bireylerin ifadesine başvurabilirler ve kararları da federal mahkemelerce incelemeye alınabilir.

    Düzenleyici kuruluşlar resmi açıdan bağımsız olmakla birlikte seçmenleri adına hareket eden Kongre üyeleri komiserleri sık sık etki altına almaya çalışırlar. Eleştiriciler iş çevrelerinin zaman zaman kendilerini düzenleyen kuruluşları gereksiz derecede etkileri altına alabilecek konuma geldiklerini iddia etmektedirler; kuruluş görevlileri çok kez düzenledikleri iş alanlarına ilişkin ayrıntılı bilgi edinirler ve çalışma süreleri sona eren bazı görevlilere bu endüstrilerde yüksek ücretli iş teklifleri de yapılır. Buna karşın şirketlerin de dertleri vardır. Sözgelimi bazı şirket yetkilileri iş koşulları sık sık değiştiği için bu alanlara ilişkin hükümet yönetmeliklerinin çok kez yazılır yazılmaz çağ dışı kaldığından yakınırlar.


    TEKELLEŞMEYİ ÖNLEMEK İÇİN FEDERAL DÜZEYDE YÜRÜTÜLEN ÇABALAR

    Tekeller ABD hükümetinin kamu yararına düzeltmeye çabaladığı ilk işletme birimleri arasında yer almaktaydı. Küçük şirketlerin büyük şirketler halinde birleşmeleri bazı çok büyük anonim şirketlerin fiyat “belirleyerek” ya da rakiplerinden çok daha düşük fiyat vererek piyasa disiplininden kaçmalarına olanak sağladı. Reformcular bu uygulamaların sonuçta tüketicilerin daha yüksek fiyat ödemek zorunda kalmalarına ya da mal seçme olanaklarının ortadan kalkmasına yol açtığını iddia ettiler. 1890’da kabul edilen Sherman Antitröst Yasası ile herhangi bir kişi ya da işletmenin ticarette tekel yaratamayacağı ya da ticareti engellemek için bir başkasıyla birleşme gerçekleştiremeyeceği veya düzen hazırlayamayacağı ilan edildi. Hükümet 1900’lerin başlarında ekonomik güçlerini kötüye kullandıklarını ileri sürüp John D. Rockefeller’in Standard Oil şirketini ve diğer birkaç büyük şirketi dağıtmak için bu yasayı kullandı.

    Kongre 1914’te Sherman Antitröst Yasası’nı güçlendirmeye yönelik iki yeni yasa daha çıkardı: Clayton Antitröst Yasası ve Federal Ticaret Komisyonu Yasası. Clayton Antitröst Yasası ticaretin engellenmesinden ne anlaşıldığına açıklık getirdi. Yasa belirli alıcılara diğerleri karşısında yarar sağlayabilecek fiyat ayrıcalıklarını kanuna aykırı sayıyor; sadece rakip üreticilerin mallarını almamayı kabul eden şirketlere mal satışını öngören anlaşmaları yasaklıyor; rekabeti azaltabilecek türdeki belirli birleşmeleri ve diğer çalışmaları engelliyordu. Federal Ticaret Komisyonu Yasası da haksız ve rekabet karşıtı ticari işlemleri önleyecek bir komisyon kuruyordu.

    Eleştiriciler bu yeni tekel karşıtı önlemlerin bile tümüyle etkili olamadığına inanıyorlardı. 1912’de Birleşik Devletler’deki çelik üretiminin yarısından fazlasını kontrolü altında bulunduran United States Steel Corporation tekelcilikle suçlandı. Şirket aleyhine açılan dava 1920’ye kadar sonuçlandırılamadı; o yıl Yüksek Mahkeme dönüm noktası oluşturan bir karar verdi ve ticareti “makul ölçülere aykırı” biçimde engellemediği için U.S.Steel şirketinin bir tekel olmadığını açıkladı. Mahkeme kararında büyüklükle tekelleşme arasında özenle tanımlanmış bir fark belirledi ve anonim şirketlerin büyümesinin her zaman kötü olmadığını vurguladı.

    Hükümet antitröst davalar açmayı İkinci Dünya Savaşı’ndan beri sürdürmüştür. Federal Ticaret Komisyonu ve Adalet Bakanlığı’nın Antitröst Bölümü olası tekelcilik girişimlerini izlemekte ya da rekabetin tüketicileri incitecek derecede azalmasına yol açma tehdidi yaratan birleşmeleri engellemek için harekete geçmektedirler. Bu çabaların kapsamı aşağıda verilen dört önemli örnekle açıklanmaktadır:

    -1945’te Aluminum Company of America’ya karşı açılan bir davada bir federal temyiz mahkemesi herhangi bir şirketin tekelleşmeye gittiği düşüncesiyle inceleme altına alınabilmesi için piyasanın ne kadarına egemen olması gerektiğini gözden geçirdi. “Yüzde altmış ya da altmış beşin yeterli sayılmasının şüpheli görüldüğünü ve yüzde otuz üçün ise kesinlikle yetersiz kalacağını” belirtip yüzde 90 oranı üzerinde anlaşmaya vardı.

    -1961’de elektrik gereçleri endüstrisindeki bazı şirketler rekabeti engellemek amacıyla fiyat belirleme suçundan mahkum oldular. Şirketler tüketiciye büyük miktarlarda tazminat ödemeyi kabul ettiler ve bazı şirket yöneticileri hapse atıldılar.

    -1963’te ABD Yüksek Mahkemesi piyasada büyük payları bulunan bir şirketler topluluğunun rekabet karşıtı olarak tanımlanabileceklerine karar verdi. Dava Philadelphia National Bank ile ilgiliydi. Mahkeme eğer bir birleşme ile belirli bir şirketin piyasada gereğinden büyük bir pay elde etmesine yol açılırsa ve bu birleşmenin zararsız olduğunu gösterir herhangi bir kanıt yoksa o zaman birleşmenin gerçekleştirilemeyeceğine karar verdi.

    -1997’de bir federal mahkeme perakendecilikte genellikle yoğunlaşma olmamakla birlikte sözgelimi büro malzemesi satan “süper marketler” gibi belirli perakendecilerin bazı ekonomik piyasalarda rekabete giriştiklerine karar verdi. Mahkeme bahis konusu piyasalarda iki büyük şirketin birleşmesinin rekabeti önleyeceğini belirtti. Dava büro malzemesi pazarlayan Staples şirketi ile yapı malzemesi pazarlayan Home Depot şirketiyle ilgiliydi. Planlanan birleşmeden vazgeçildi.

    Yukarıdaki örneklerden anlaşılacağı gibi antitröst yasaların ihlal edildiğini belirlemek her zaman kolay değildir. Yasalara getirilen yorumlar çok farklı olmaktadır ve uzmanlar da şirketlerin piyasa faaliyetlerine müdahale edebilecek kadar güçlenip güçlenmediğini belirlemekte çok kez anlaşmazlığa düşmektedirler. Kaldı ki koşullar da değişebildiği için bir kesimde antitröst tehdit yaratır gibi görünen şirket düzenlemeleri bir başka kesimde daha az tehdit oluşturabilir. Sözgelimi Standard Oil tekelinin 1900’lerin başlarında çok büyük güç kazanmasının yarattığı endişeler Rockefeller’in petrol imparatorluğunun çok sayıda şirkete bölünmesine yol açtı. Bunlar arasında Exxon ve Mobil adıyla anılacak olan petrol şirketleri de vardı. Fakat Exxon ve Mobil 1990’ların sonlarında birleşmeyi planladıklarını açıkladıkları zaman hükümetin düzenlemeyi onaylamadan önce belirli ödünler istemesine karşılık kamuda pek bir endişe belirtisi görülmedi. Benzin fiyatları düşüktü ve diğer güçlü petrol şirketlerinin rekabeti sağlamaya yeterli olacakları düşünülüyordu.

    ULAŞTIRMADAKİ DÜZENLEMELERİN GEVŞETİLMESİ

    Antitröst yasaların rekabeti teşvik amacıyla çıkarılmış olmalarına karşın diğer pek çok düzenlemeler de bunun aksi etki yaratmıştır. Amerikalıların 1970’lerde enflasyondan endişe duymaya başlamaları üzerine fiyat yarışmasını düzenleyen uygulamalar yeniden incelemeye alındı. Pek çok alanda hükümet şirketleri piyasa baskısına karşı koruyan kontrolleri gevşetmeye karar verdi.

    Ulaştırma sektörü düzenlemelerin gevşetilmesinin hedef alındığı ilk alan oldu. Başkan Jimmy Carter’in görev döneminde (1977-1981) Kongre hava kara ve demiryolu taşımacılığını koruyan düzenleme kalkanlarının çoğunu ortadan kaldırmak amacıyla bir dizi yasa kabul etti. Şirketlerin istedikleri hava kara ya da demiryolunu kullanmalarına ve sağladıkları hizmet karşılığı talep ettikleri bedeli daha serbest saptamalarına izin verildi. Ulaştırmadaki düzenlemelerin gevşetilmesi sürecinde Kongre giderek iki temel ekonomik düzenleyici kuruluşu kapattı: 109 yıl önce kurulmuş olan Eyaletlerarası Ticaret Komisyonu ve 45 yaşındaki Sivil Havacılık Kurumu.

    Düzenlemelerin gevşetilmesinin kesin etkisinin belirlenmesi zor olmakla birlikte uygulandıkları kesimlerde çok büyük gelişme yarattıkları açıktır. Havayolu şirketlerini ele alalım. Hükümet kontrolleri kaldırılınca havayolu şirketleri bu daha yeni ve belirsiz ortamda yollarını bulma telaşına kapıldılar. Çok kez daha az ücret karşılığı sendikasız pilotlar ve personel istihdam eden ve ucuz “gösterişsiz” hizmet sunan yeni rakipler türedi. Hükümet tarafından saptanan ve tüm giderlerini karşılamalarını güvence altına alan sabit bilet fiyatlarına alışmış olan büyük şirketler rekabetle başa çıkmakta zorlandıklarını gördüler. Çok sayıda Amerikalı için havayoluyla seyahat çağıyla eş anlamlı tutulan Pan American World Airways ve ülkede her yıl tek başına en çok yolcu taşıyan Eastern Airlines gibi bazıları iflas ettiler. Ülkenin en büyük havayolu işletmecisi olan United Airlines sıkıntıya düştü ve ancak kendi işçileri şirketi satın almayı kabul ettikten sonra kurtuldu.

    Gelişmelerden müşteriler de etkilendiler. Pek çoğu ortaya çıkan bu yeni şirketler ve hizmet seçenekleri karşısında şaşkına döndüler. Bilet fiyatlarındaki çeşitlilik de şaşırtıcı oluyor ve her zaman müşterilerin hoşuna gitmiyordu. Tekeller ve düzenleme altındaki şirketler bilet fiyatlarını genellikle genel gelir gereksinimlerini tümüyle karşılayacak biçimde belirliyorlar ve her bireysel hizmetin kendi gereksinimini karşılayabilecek oranda gelir elde edip etmeyeceği konusunda pek endişe taşımıyorlardı. Havayolu şirketleri düzenleme altında oldukları günlerde ülkeyi bir uçtan öbür uca geçen diğer uzak noktalara giden ve kalabalık kentlere yapılan uçuşlara ilişkin bilet fiyatları genellikle gerçek düzeyinden daha yüksek tutuluyor buna karşılık kısa mesafelere ve nüfusu az bölgelere yapılan daha masraflı uçuşlar için gerekenden daha düşük bilet fiyatları saptanıyordu. Düzenlemelerin gevşetilmesi üzerine küçük rakipler fiyatların yapay biçimde yüksek tutulduğu daha karlı ve yoğunluğu yüksek piyasalara yönelerek daha çok iş elde edebileceklerini anlayınca söz konusu fiyat saptama planları suya düştü.



    Köklü havayolu şirketleri bahis konusu sorunlar karşısında bilet fiyatlarını düşürmeye başlayınca çok kez daha küçük ya da daha az karlı pazarlara sağladıkları hizmeti de kesmeye karar verdiler. Bir süre sonra genelde büyük şirketlerin parçası olan “banliyö” havayollarının kurulmasıyla bu hizmetler yeniden verilmeye başlandı. Sözü edilen küçük şirketler daha seyrek ve daha az elverişli hizmet sunmakla birlikte (jetler yerine pervaneli uçak kullanmak gibi) genelde havayolu faaliyetinin tümüyle kesileceğinden korkulan pazarlara iyi kötü bir servis sağlanmış oldu.

    Taşımacılık şirketlerinin çoğunluğu başlangıçta anılan düzenleme gevşetmelerine karşı çıktılar ama bunu benimsemedilerse de giderek kabullendiler. Müşteriler açısından ise durum karışıktı. Gevşetmelerin ilk günlerinde ortaya çıkmış bulunan düşük bedelli hizmet sunan havayolu şirketlerinin çoğu kayboldular ve belirli pazarlarda görülen birleşmeler sonucunda rekabet de azaldı. Yine de uzmanların genellikle paylaştıkları görüşe göre şimdiki bilet fiyatları eğer düzenlemeler yürürlükte kalsaydı bu kadar düşük bir düzeyde gerçekleşmezdi. Uçak yolculuğu ise büyük bir hızla yayılmaktadır. Düzenleme gevşetmelerine başlanan 1978 yılında yolcular ABD havayolu şirketlerinin uçaklarında toplam 226.800 milyon mil (362.800 milyon kilometre) uçmuşlardı. 1997’ye gelindiğinde bu sayı yaklaşık üç kat arttı ve 605.400 milyon mil/yolcu (968.640 milyon kilometre) olarak gerçekleşti.

    TELEKOMÜNİKASYON

    Birleşik Devletler’de 1980’lere gelininceye kadar “telefon şirketi” denilince akla American Telephone & Telegraph şirketi geliyordu. AT&T telefon hizmetlerinin hemen hemen her alanını kontrolü altına almıştı. Belirli alanlarda özel çalışma hakkı verilmiş olan ve “Baby Bells” diye bilinen bölgesel alt kuruluşları düzenleme altında tutulan tekellerdi. Federal İletişim Komisyonu eyaletler arasında yapılan şehirlerarası telefon görüşmesi ücretlerini düzenliyor eyaletlerdeki düzenleyicilerse yerel ve eyalet içi şehirlerarası görüşme ücretlerini saptamakla yükümlü bulunuyorlardı.

    Telefon şirketlerinin de elektrik üreticiler gibi doğal tekeller oldukları ileri sürülerek hükümet düzenlemeleri haklı gösteriliyordu. Ülkenin her yanına pek çok kablo döşenmesi anlamına gelen bir işlev gibi görülen rekabetin gereksiz harcamalar yapılmasına yol açacağı ve verimsiz bir faaliyet olacağı düşünülüyordu. Yaygın teknolojik gelişmelerin telekomünikasyon alanında hızlı ilerlemelere yol açacağı beklentileri nedeniyle bu görüş 1970’lerde değişmeye başladı. Bağımsız şirketler AT&T ile rekabete girişebileceklerini iddia ediyor buna karşın kendi büyük iletişim ağına bağlanmalarına izin vermeyen telefon tekelinin onları etkin bir biçimde devre dışı bıraktığını söylüyorlardı.

    Telekomünikasyon düzenlemelerindeki gevşemeler kapsamlı iki aşamada gerçekleşti. 1984’te bir mahkeme AT&T tekelini etkin bir biçimde sona erdirdi ve bu devi alt kuruluşlarını terk etmek zorunda bıraktı. AT&T yine de şehirlerarası telefon hizmetlerinde büyük bir pay sahibi olmayı sürdürdü; fakat MCI Communications ve Sprint Communications şirketleri piyasanın bir kesimini ele geçirdiler ve rekabetin hem görüşme ücretleri düşürebileceğini hem de hizmeti daha iyileştirebileceğini gösterdiler.

    On yıl kadar sonra baskı giderek yoğunlaştı ve Baby Bells’in yerel telefon hizmetindeki tekeli kırıldı. Kablolu televizyon cep (ya da telsiz) telefonları İnternet ve daha başka teknolojiler yerel telefon şirketlerine yeni seçenekler sundu. Buna karşın ekonomistler bölgesel tekellerin büyük gücünün bu seçeneklerin geliştirilmesini engellediği görüşündedirler. İleri sürdüklerine göre köklü şirketlerin iletişim ağlarına hiç olmazsa geçici bir süre için bağlanamazlarsa yeni rakiplerin yaşama şansları hiç yoktur ve Baby Bells de buna çeşitli yollardan direnmiştir.

    Kongre 1996 tarihli Telekomünikasyon Yasası’nı kabul ederek bu sorunlara el attı. Yasa AT&T gibi şehirlerarası telefon şirketleri kadar kablolu televizyon firmalarının ve yeni kurulan şirketlerin de yerel telefon faaliyetlerine girişmelerine izin veriyordu. Yine yasaya göre bölgesel tekeller yeni rakiplerin kendi ağlarına bağlanmalarına izin vermek zorundaydılar. Bölgesel şirketlerin rekabeti hoş karşılamalarını teşvik etmek için kendi alanlarında rekabet kurulduktan sonra şehirlerarası telefon hizmetleri alanına da girebilecekleri yasada belirtildi.

    1990’ların sonuna gelindiğinde yeni yasanın etkilerini değerlendirebilmek için henüz çok erkendi. Belirli olumlu işaretler görülüyordu. Özellikle pek çok müşteriye kolaylıkla ve düşük bir maliyetle erişilebilen kentsel alanlarda çok sayıda küçük şirket yerel telefon hizmeti sunmaya başlamıştı. Cep telefonu abonesi sayısı hızla yükseliyordu. Konutlara İnternet bağlantısı sağlayabilecek sayısız sunucu şirket kurulmuştu. Bunlara karşın Kongre’nin beklemediği ya da istemediği gelişmeler de oluyordu. Birçok telefon şirketi birleşmiş ve Baby Bells de rekabeti başarısızlığa uğratmak amacıyla çeşitli engeller yaratmıştı. Bu nedenle de bölgesel şirketlerin şehirlerarası telefon hizmetine girişmeleri yavaş yürüyordu. Bu sırada düzenlemelerin gevşetilmesi belirli tüketicilerin daha az değil daha yüksek fiyat ödemelerine yol açtı. Bahis konusu durum özellikle aldıkları hizmet daha önceleri işletmeler ve kentsel kesimlerdeki müşteriler tarafından parasal destek gören konut telefonu sahipleri ile kırsal kesim müşterileri için geçerliydi.

  9. #9
    BaŞKa ZaMaN.... YaGMuR_YüReKLiM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.09.2009
    Bulunduğu yer
    Hayat 0'ın 6'da
    Mesajlar
    4.368
    Post Thanks / Like
    Blog Girişleri
    4

    Sosyal Aglarim

    Add YaGMuR_YüReKLiM on Facebook
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    210

    Standart

    BANKACILIĞIN ÖZEL DURUMU

    Düzenlemelerin gevşetilmesi karşısında bankaların özel bir konumları vardır. Bir yandan aynı oyuncak üreticileri ve çelik şirketleri gibi özel işletmelerdir; fakat aynı zamanda ekonomide temel bir rol oynarlar ve bu nedenle de sadece kendi müşterilerinin değil herkesin parasal gönencini etkilerler. Amerikalılar 1930’lardan beri bankaların bu benzeri olmayan konumlarını göz önünde bulunduran düzenlemeler yapmışlardır.

    Bu düzenlemelerin en önemlilerinden biri mevduat garantisidir. Büyük Bunalım sırasında tasarruflarını yatırdıkları bankaların iflas edeceğinden korkan çok sayıda mevduat sahibi aynı anda tüm paralarını çekmeye başlayınca Amerika’daki ekonomik gerileme ciddi oranda derinleşmişti. Bunun sonucu olarak bankalara “koşuşan” mevduat sahipleri paralarını geri almak amacıyla panik içinde sokaklara düşüp kuyruklar oluşturdular. Aralarında çok ihtiyatlı faaliyet gösterenlerin de bulunduğu pek çok banka mevduat sahiplerini tatmin etmek için varlıklarını hemen paraya çeviremediği için çöktü. Böylece bankaların işletmelere ve endüstri kuruluşlarına sağladıkları nakit paranın azalması ekonominin daralmasına katkıda bulundu.

    Bankalara buna benzer “koşuşma”lar olmasını engellemek amacıyla mevduat garantisi yöntemi düzenlendi. Hükümet belirli bir miktara kadar olan - halen 100.000 dolar - mevduatı karşılayacağını açıkladı. Günümüzde bankalar parasal sıkıntıya düşseler bile mevduat sahiplerinin endişelenmelerine gerek kalmamıştır. Hükümetin mevduat garantisi kuruluşu olan Federal Mevduat Sigortası Anonim Şirketi bankalardan sigorta primi olarak toplanan paraları kullanarak mevduat sahiplerine ödeme yapar. Hükümet gerekirse mevduat sahiplerini zarardan kurtarmak amacıyla genel vergi gelirlerini de kullanır. Düzenleyici kuruluşlar hükümeti gereksiz parasal riskten korumak için bankaları denetler ve sağlıksız girişimler yaptığı görülenlerin buna karşı önlem almalarını isterler.

    1930’ların Yeni Düzen döneminde bankaların menkul kıymetler ve sigorta konularında faaliyet göstermelerini engelleyen düzenlemeler de yapıldı. Büyük Bunalım öncesinde pek çok banka menkul kıymetler borsasında büyük riskler aldıkları ya da banka müdürlerinin ya da yetkililerinin bireysel yatırımları bulunan endüstri şirketlerine kredi açtıkları için sıkıntıya düşmüşlerdi. Büyük Bunalım dönemi politikacıları Glass-Steagall Yasası’nı onaylayıp bankacılık menkul kıymetler ve sigorta faaliyetlerinin bir arada yürütülmesini yasakladılar. Buna karşılık bankalar müşterilerine daha çeşitli finansal hizmet sunamazlarsa onları başka şirketlere kaptıracaklarından yakınmaya başlayınca 1970’lerde bahis konusu düzenleme çelişkili bir durum yarattı.

    Bunun üzerine hükümet bankaların müşterilerine yeni finans hizmetlerde bulunmalarında serbestlik tanıdı. Kongre en sonunda Glass-Steagal Yasası’nı yürürlükten kaldıran 1999 tarihli Finansal Hizmetleri Modernleştirme Yasası’nı kabul etti. Yeni yasa bankaların o güne değin yararlandıkları tüketici bankacılığından menkul kıymetlere kefil olmaya kadar herşeyi kapsayan geniş özgürlüklerden de öteye gitti. Bankacılık menkul kıymetler ve sigorta şirketlerinin karşılıklı fonlar hisse senetleri ve tahviller sigorta ve otomobil kredileri gibi mali hizmetleri de kapsayan ürünleri pazarlayan finans konglomeraları kurmalarına izin verdi. Taşımacılık telekomünikasyon ve diğer endüstrilerdeki düzenlemeleri gevşeten yasalar gibi söz konusu yasanın da finans kuruluşları arasında bir birleşmeler dalgası yaratması bekleniyordu.

    Yeni Düzen dönemi mevzuatı genelde başarılı oldu ve Amerikan bankacılık sistemi İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda yeniden sağlığına kavuştu; fakat kısmen toplumsal düzenlemeler nedeniyle 1980’lerde ve 1990’larda yeniden sıkıntıya düştü. Hükümet savaştan sonra bireysel konut mülkiyetini yaygınlaştırmayı istediği için yeni bir bankacılık kesimi - “tasarruf ve kredi” (T&K) endüstrisi - yarattı. Sözü edilen kesim ipotek diye bilinen uzun vadeli konut kredileri sağlamaya yönelik olacaktı. Tasarruf ve kredi sistemi önemli bir sorunla karşılaştı: ipotekler genelde 30 yıl süreli oluyor ve sabit faiz oranları uygulanıyor buna karşılık diğer mevduatın çoğunluğuna daha kısa vade uygulanıyordu. Kısa vadeli faiz oranları uzun vadeli ipotek faizi oranlarını aşarsa tasarruf ve kredi kuruluşları zarara uğrayabilirlerdi. Tasarruf ve kredi kuruluşlarını ve bankaları bu olasılığa karşı korumak isteyen düzenleyici kuruluşlar mevduat faizi oranlarını kontrol etmeye karar verdiler.

    Sistem bir süre için iyi işledi. 1960’larda ve 1970’lerde hemen hemen tüm Amerikalılar ev satın almak için T&K finansmanı kullandılar. Mevduata verdikleri faizler düşük olmasına karşın T&K’ları son derecede güvenilir bir yatırım ortamı sayan milyonlarca Amerikalı onlara para yatırdılar; ancak genel faiz oranları enflasyon yüzünden 1960’larda yükselmeye başladı. 1980’lere gelindiğinde çok sayıda mevduat sahibi daha yüksek gelir elde etmek amacıyla tasarruflarını para piyasasındaki fonlara ve bankalar dışındaki kuruluşlara yatırmaya başlamıştı. Bahis konusu gelişme ellerindeki uzun vadeli kredi portföylerini karşılayacak yeni mevduat toplayamayan bankaları ve T&K’ları büyük bir parasal dar boğaza soktu.

    Onların zor durumda kaldıklarını gören hükümet banka ve T&K faiz oranları için getirdiği tavanları 1980’lerde yavaş yavaş kaldırmaya başladı. Anılan uygulama bu kuruluşların yeni mevduat bulmalarını bir süre için kolaylaştırdıysa da mevduat sahiplerine şimdi verdikleri faiz elde ettikleri faiz gelirinden düşük kaldığı için T&K’ların ipotek portföylerinde büyük ve yaygın zarara uğramalarına yol açtı. Yine yakınmaları göz önünde bulunduran Kongre T&K’ların daha yüksek gelir getiren yatırımlar yapabilmelerini sağlamak için kredilere ilişkin sınırlamaları gevşetti. Kongre özellikle T&K’ların tüketici işyeri ve ticari taşınmaz mal kredisi sunmalarına izin verdi. T&K’ların ellerinde bulundurmak zorunda oldukları sermaye miktarına ilişkin belirli düzenlemeleri de serbestleştirdi.

    Modalarının geçeceğinden korkan çok sayıda T&K taşınmaz mal alımları gibi yüksek riskli spekülatif teşebbüslere giriştiler. Çok kez özellikle ekonomik koşulların olumsuzlaşması yüzünden bu gibi girişimler kar getirmedi. Bazı T&K’lar giderek onları yağma eden (hortumlayan) kötü niyetli kişilerin eline geçti. Pek çok T&K büyük zarara uğradı. Düzenleyici kuruluşların personeli bütçe kısıntıları ve siyasal baskılar yüzünden azaldığı için de hükümet büyümekte olan bunalımı geç fark etti.

    T&K bunalımı birkaç yıl içinde Amerika tarihindeki en büyük finans skandalına dönüştü. 1980’lerin sonunda çok sayıda T&K iflasa sürüklendi; 1970’lerde faaliyet gösteren TK&’ların yaklaşık yarısı 1989’da iş dünyasından çekilmişti. Mevduat sahiplerinin yatırımlarını garanti altına alan Federal Tasarruf ve Kredi Sigortası Anonim Şirketi’nin kendisi de borçlarını ödeyemez duruma düştü. 1989’da Kongre ve Başkan vergi mükelleflerinin paralarıyla finanse edilen bir kurtarma yöntemi olarak Finans Kurumları Reform İyileştirme ve Uygulama Yasası’nın kabulü üzerinde anlaşmaya vardılar. Borçlarını ödeyemeyen T&K’leri tasfiye etmek için yasa ile 50 milyar dolar sağlandı tasarruf kuruluşlarına ilişkin düzenlemeler tümüyle değiştirildi ve yeni portföy sınırlamaları getirildi. İflasa sürüklenmiş olan kuruluşları tasfiye etmek amacıyla Likidite Güvencesi Anonim Şirketi adı verilen yeni bir hükümet kuruluşu yaratıldı. Söz konusu kuruluşa Mart 1990’da 78 milyar dolar daha verildi; ancak T&K’ların tasfiyesinin önceden tahmin edilen maliyeti giderek yükseldi ve 200 milyar doları aştı.

    Amerikalılar savaş sonrası döneminde bankacılığa getirilen düzenlemelere ilişkin deneyimlerinden bir takım dersler aldılar. Birinci ders: hükümetin sağladığı mevduat garantisi bankalara “koşuşma” tehlikesini azalttığı için küçük tasarruf sahiplerinin yatırımlarını güvence altına alır ve bankacılık sistemindeki istikrarı korur. İkinci ders: faiz oranı kontrolleri bir sonuç vermez. Üçüncü ders: hükümet yatırım bankalarının faaliyetlerini yönlendirmemelidir; aksine yatırımlar piyasa güçlerinin etkisine ve ekonomik niteliğe dayanılarak belirlenmelidir. Dördüncü ders: içerdekilere ya da içerdekilerle bağlantılı şirketlere banka kredisi verilmeden önce özenli bir inceleme yapılmalı ve bu gibi kredilere bir sınırlama getirilmelidir. Beşinci ders: bankalar borçlarını ödeyemez duruma düşer düşmez kapatılmalı mevduat sahiplerine ödeme yapılmalı ve bu bankaların açtıkları krediler daha sağlıklı başka kredi kuruluşlarına devredilmelidir. İflas etmiş kuruluşların faaliyetlerini sürdürmelerine göz yumulması sadece yeni krediler verilmesini durdurur ve ekonomik gelişmeyi engeller.

    Son olarak Amerikalıların inancına göre borçlarını ödeyemez duruma düşen bankaların iflas etmelerine izin verilmesi gerekmekte ise de hükümet onları sürekli olarak denetlemekle ve tüm ekonomiye zararı dokunabilecek gereksiz ölçüde riskli kredi açmalarını önlemekle yükümlüdür. Düzenleyici kuruluşlar yürüttükleri doğrudan denetlemelerin yanı sıra bankaların sermayelerinin büyük bir bölümünü kendilerinin yaratmalarının gerekli olduğunu da sürekli biçimde vurgulamaktadırlar. Zararlarını kapatmaları için bankalara fon sağlanmasına ek olarak sermaye birikimine gidilmesi de istenirse iflas durumunda bu paraları da yitireceklerini düşünen banka sahipleri daha sorumlu davranabilirler. Düzenleyici kuruluşlar bankalardan mali durumlarını açıklamalarını istemenin de önemli olduğunu vurgulamaktadırlar; ne gibi faaliyetlere giriştikleri ve hangi koşullarda çalıştıkları halk tarafından bilinen bankaların daha ihtiyatlı davranmaları olasılığı vardır.

    ÇEVRENİN KORUNMASI

    Birleşik Devletler’de çevreyi etkileyen faaliyetlerin düzenlenmesine oldukça yakın geçmişte başlanmışsa da bu uygulama ekonomiye hükümet tarafından toplumsal bir amaçla müdahale edilmesinin iyi bir örneği olmuştur.

    1960’ların başlarında Amerikalılar endüstriyel gelişmenin çevre üzerindeki etkisi konusunda giderek artan bir endişe duymaya başladılar. Sözgelimi karayollarını kullanan çok sayıda otomobilin çıkardığı egzost gazlarının büyük kentlerde görülmeye başlanan sis ve duman karışımından oluşan hava kirliliğine (smog) ve diğer çeşitli hava kirliliklerine neden olduğu açıklandı. Kirlenme ekonomistlerin dışsallık diye adlandırdığı ve ona neden olan kuruluşun kaçınabildiği ancak tüm toplumun katlanmak zorunda bulunduğu bir bedeli temsil ediyordu. Piyasa güçleri bu gibi sorunları ele alamayınca birçok çevreci hükümetin dünyadaki kırılgan çevresel sistemi koruma konusunda ahlaki bir yükümlülük altında olduğunu belirtip gerekirse ekonomideki büyümenin bir kısmından fedakarlık edilmesini önermeye başladılar. Kirliliği önlemek için aralarında 1963 tarihli Temiz Hava Yasası 1972 tarihli Temiz Su Yasası ve 1974 tarihli Güvenilir İçme Suyu Yasası da bulunan birçok yasa kabul edildi.

    Çevreyi korumak amacıyla çalışan çok sayıda federal programı tek bir kuruluş olarak içinde toplayan ABD Çevre Koruma İdaresi’nin Aralık 1970’te kurulması çevrecilerin büyük bir başarısı olmuştur. İdare kabul edilebilir kirlenme sınırlarını belirler ve uygular; kirlenmeye yol açanların bu standardlara uymalarını sağlamak için onlara süre tanır. Bahis konusu sorumlulukların pek çoğu yeni saptandığından endüstri kuruluşlarına uyum için yeterli süre verilir ve bu süreler çok kez birkaç yıl olarak belirlenir. İdare’nin bölgesel büroları kapsamlı çevre koruma çalışmalarına yönelik bölge programları geliştirir önerir ve onaylanan programları uygular.

    Derlenen veriler çevre niteliğinde büyük başarılar elde edildiğini ortaya çıkarmıştır; sözgelimi hemen hemen her tür hava kirliliğinde ülke genelinde bir azalma olmuştur. Buna karşın çok sayıda Amerikalı 1990’a gelindiğinde hava kirliliği ile savaşmaya yönelik daha çok çaba sarf edilmesi gerektiği düşünüyordu. Kongre Temiz Hava Yasası’nda önemli değişiklikler yaptı ve bu değişiklikler Başkan George Bush (1989-1993) tarafından imzalanıp yürürlüğe girdi. Ayrıca asit yağmuru diye bilinen olaya neden olan sülfür dioksit gazı yayılmasını önemli derecede azaltmak amacıyla piyasaya dayalı yenilikçi bir yöntem geliştirilmesi için yasalara hüküm konuldu. Bu tür kirliliğin özellikle Birleşik Devletler’in Doğu kesimlerinde ve Kanada’da ormanlar ve göllerde ciddi zarara yol açtığı düşünülmekteydi.

    BUNDAN SONRA NE OLACAK?

    Toplumsal düzenlemeler hakkında liberallerle muhafazakarlar arasında yaşanan görüş ayrılıkları zaman zaman diğer alanlara da yayılmakla birlikte çevre ve işyeri sağlığı ve güvenliği konularında en yoğun biçimde derinleşmektedir. Hükümet toplumsal düzenlemeleri 1970’lerde başarıyla uyguladı; bun karşılık Cumhuriyetçi Başkan Ronald Reagan (1981-1989) 1980’lerde anılan düzenlemeleri sınırlamaya çalıştı ve bunda bir ölçüde başarılı oldu. Ulusal Karayolları Trafik Güvenliği Yönetimi ve İş Güvenliği ve Sağlığı Yönetimi tarafından uygulanan düzenlemeler birkaç yıl boyunca önemli oranda frenlendi ve otomobil üreticilerinin araçlara hava yastıkları (pek çok kaza anında şişip araçtaki yolcuları koruyan düzenekler) konulmasını gerektiren federal standardların uygulanıp uygulanmayacağı tartışması benzeri gelişmeler görüldü. Sonuçta bu düzeneklerin konulması zorunluluğu getirildi.

    Demokrat Clinton yönetimi 1992’de görevi devraldıktan sonra toplumsal düzenlemeler yeni bir ivme kazanmaya başladı. Buna karşın Cumhuriyetçi Parti 40 yıldan beri ilk kez 1994’te Kongre’de kontrolü eline geçirince toplumsal düzenlemecileri yeniden tam anlamıyla savunmada bıraktı. Bunun üzerine İş Güvenliği ve Sağlığı Yönetimi gibi kuruluşlar düzenleme konusunda daha ihtiyatlı davranmaya başladılar.

    1990’larda yasama organının büyük baskısı altında kalan Çevre Koruma İdaresi sert düzenlemelere başvurmak yerine iş çevrelerini çevreyi korumaları için ikna etmeye yöneldi. İdare faaliyetleri sırasında havaya püskürtülen küçük kurum parçacıklarını azaltmaları için otomobil ve elektrik üreticilerine baskı yaptı ve fırtınaların ve çiftliklerde kullanılan kimyasal gübrelerin neden olduğu su kirlenmelerini kontrol etmeye çalıştı. Bu sırada Başkan Clinton’un iki dönem yardımcılığını yapan ve çevrenin korunmasına önem veren Al Gore İdare’nin politikasını destekleyip küresel ısınmayı sınırlamak için hava kirliliğinin azaltılmasına çok etkin yakıt kullanan ve havaya daha az kirletici maddeler saçan bir otomobil geliştirilmesine ve kitle taşıma araçları kullanan işçilerin teşvik edilmesine yönelik çalışmalar yaptı.

    Hükümet te düzenleme amaçlarına erişmek için piyasa güçlerini daha az bozacağını umut ettiği bir fiyat sistemini kullanma yolunu denedi. Sözgelimi kirliliği önleyici bir kredi sistemi geliştirdi. Şirketlerin bu kredileri birbirlerine satmalarına izin veriliyordu. Kirliliği önleyici yükümlülüklerini en ucuza gerçekleştirebilen şirketler kredilerini diğer şirketlere satabiliyorlardı. Yetkililer genel kirliliği önleme amaçlarına bu yoldan en etkin biçimde erişilebileceğini umuyorlardı.

    Ekonomik düzenlemelerin gevşetilmesi uygulaması çekiciliğini 1990’ların sonuna kadar şöyle böyle sürdürdü. Hizmet alanının dağınık olması yüzünden elektrik üreticilerine uygulanan düzenlemelerin çok karmaşık bir sorun yarattığı anlaşılınca pek çok eyalette buna son verildi. Bahis konusu üreticiliğin hem özel sektörde hem kamu sektöründe içiçe girmiş bulunması ve elektrik üretme tesislerinin kuruluş giderlerinin çok büyük bir sermaye birikimi gerektirmesi de bu karmaşıklığa katkıda bulundu.

    BÖLÜM VII

    PARA VE MALİYE POLİTİKASI


    Amerikan ekonomisinde hükümetin rolü belirli endüstri alanlarındaki düzenleme faaliyetlerinin çok ötesine geçer. Hükümet genel ekonomik faaliyetin hızını da ayarlayarak tam istihdam ve fiyat istikrarı sağlamaya çalışır. Söz konusu amaçlara erişmek için elinde iki temel araç vardır: hükümet harcamalarının ve vergilerin uygun düzeyini belirlediği maliye politikası ve para arzını düzenlediği para politikası.

    1930’lardaki Büyük Bunalım’dan beri Birleşik Devletler ekonomi politikası tarihinin büyük bir bölümü hükümetin durmadan sürekli büyümeyi ve fiyatlarda istikrarı sağlamaya yol açacak bir maliye politikası-para politikası karması arama çabalarıyla geçti. Bu çok kolay bir iş olmadığı için anılan süre içinde önemli başarısızlıklarla da karşılaşıldı.

    Buna karşılık hükümet sürekli büyüme sağlamakta gittikçe daha başarılı oldu. Amerikan ekonomisi 1854-1919 yılları arasında büyümek için olduğu kadar büzülmek için de zaman harcadı: mal ve hizmet üretimindeki artış olarak tanımlanan ortalama ekonomik büyüme 27 ay sürerken ortalama daralma yani üretimin azaldığı dönem de 22 ay devam etti. 1919-1945 arasında durum düzeldi ve ortalama büyüme 35 aya yükselirken ortalama daralma da 18 aya düştü. 1945-1991 arasında durum daha da düzeldi ve ortalama süreler sırasıyla 50 ay ve sadece 11 ay olarak gerçekleşti.

    Buna karşın enflasyonun kontrol edilmesinin daha zor olduğu ortaya çıktı. Fiyatlar İkinci Dünya Savaşı öncesinde dikkat çekici biçimde istikrarlıydı; sözgelimi 1940’ta tüketici fiyatlarının düzeyi 1778’deki düzeyinden fazla değildi. Bundan 40 yıl sonra ise 1980 yılı fiyat düzeyi 1940’takinin yüzde 400 üzerinde gerçekleşti.



    Hükümetin enflasyon konusundaki göreli başarısızlığı kısmen savaş sonrası döneminin başlarında daralmalarla çok daha fazla uğraşmak ve bunun sonucunda işsizliğe yol açmak zorunda kaldığı gerçeğini yansıtmaktadır. Hükümet bunun aksine 1979’dan başlayarak enflasyona daha büyük bir önem verdi ve bu konudaki başarısı da çarpıcı biçimde arttı. 1990’ların sonlarında ülkede mutluluk yaratıcı bir güçlü büyüme düşük işsizlik ve yavaş bir enflasyon birarada yaşanıyordu. Yine de politika yapıcılar bir yandan gelecek konusunda genelde iyimser davranırken bir yandan da yeni yüzyılın neler getireceği konusundaki kararsızlıklarını belirtmeden edemiyorlardı.

    MALİYE POLİTİKASI - BÜTÇE VE VERGİLER

    1930’lardan beri hükümet harcamalarındaki sürekli artış hükümetin de büyümesine eşlik etti. Federal hükümet 1930’da ülkedeki gayrı safi milli hasılanın (GDP) ya da ithalat ve ihracat dışında üretilen toplam mal ve hizmetlerin sadece yüzde 33’ünü sağlıyordu. Bu oran İkinci Dünya Savaşı’nın yoğunlaştığı 1944’te GDP’nin yaklaşık yüzde 44’ü oldu ve 1948’de yüzde 116’ya geriledi. Buna karşılık ilerideki yıllarda hükümetin harcamaları GDP’nin bir parçası olarak genellikle arttı ve önceleri bir parça azalmışken 1983’te hemen hemen yüzde 24 oldu. 1999’da ise yaklaşık yüzde 21’di.

    Maliye politikasının hazırlanması çok ayrıntılı bir süreçtir. Başkan her yıl Kongre’ye bir bütçe ya da harcama planı sunar. Yasama organı üyeleri başkanın önerilerini birkaç aşamada ele alırlar. İlk olarak genel harcama ve vergi düzeylerini kararlaştırırlar. Bundan sonra toplam miktarı sözgelimi milli savunma sağlık ve insan hizmetleri ulaştırma gibi bölümlere ayırırlar. Kongre son olarak her bölüm için paranın nasıl harcanacağını belirleyen bireysel ödenek yasa taslaklarını ele alır. Her bir ödenek yasa taslağının yürürlüğe girmesi için başkan tarafından imzalanması gereklidir. Bahis konusu süreç Kongre’nin hemen hemen tüm bir birleşim dönemini doldurur; başkan önerilerini Şubat başlarında sunar ve Kongre ödenek yasa taslakları üzerindeki çalışmalarını çok kez Eylül ayına ve bazan daha ileri bir tarihe kadar bitirmez.

    Federal hükümetin harcamalarını karşılamak amacıyla kullandığı başlıca gelir kaynağı bireylerden alınan ve 1999’da toplam federal gelirin yüzde 48’ini oluşturan gelir vergisi olmuştur. Sosyal güvenlik ve Medicare programları yaygınlaştıkça bu programların finansmanında kullanılan bordro vergilerinin önemi de gittikçe artmıştır. Bordro vergileri 1998’de tüm federal gelirlerin üçte birini oluşturmuştur; işverenler ve işçiler her yıl 68.400 dolara kadar olan ücretlerinin yüzde 765’ine eşit bir vergi ödemek zorundadırlar. Federal hükümet gelirinin yüzde 10’unu şirket karlarından aldığı kurumlar vergisi ile geri kalanını da diğer çeşitli vergilerle karşılar. (Yerel hükümetler bunun aksine gelirlerinin en büyük bölümünü emlak vergileriyle sağlarlar. Eyalet hükümetleri geleneksel olarak satış ve tüketim vergilerine dayanırlardı; fakat İkinci Dünya Savaşı’ndan beri eyalet gelir vergilerinin önemi de giderek arttı.)

    Günümüzde gelir vergisine ilişkin tartışmalar üç sorun çevresinde toplanmaktadır: vergilemenin uygun genel düzeyi ne olmalıdır; vergi nasıl bir aşamayla ya da “artan oranla” alınmalıdır; vergi ne dereceye kadar toplumsal amaçlara erişmek için kullanılmalıdır.

    Vergilemenin genel düzeyi bütçe görüşmeleri sırasında kararlaştırılır. Amerikalılar her ne kadar hükümetin bütçe açığı vermesini ve 1970’lerde 1980’lerde ve 1990’ların bir bölümünde toplanan vergilerden daha fazla harcamasını hoşgörüyle karşılamışlarsa da genellikle bütçenin dengeli olması gerektiğine inanırlar. Demokratların pek çoğunun daha hareketli bir hükümeti desteklemek için daha yüksek oranda vergi toplanmasına hoşgörüyle bakmalarına karşın Cumhuriyetçiler genelde daha az vergi alınmasını ve daha küçük bir hükümet olmasını benimsemektedirler.

    Gelir vergisi başlangıçtan itibaren artan oranlı olarak tahakkuk ettirilmiş yani daha çok kazanan bireyler daha yüksek oranda vergi ödemişlerdir. Demokratların çoğunluğu artan oranların daha yüksek belirlenmesini benimsemekte ve daha çok kazanan bireylerin daha çok vergi ödemelerinin adil olduğunu ileri sürmektedirler. Buna karşılık çok sayıda Cumhuriyetçi ise yüksek bir artan oran yapısının bireyleri çalışmaktan ve yatırım yapmaktan vazgeçireceğini ve bunun da tüm ekonomiye zarar vereceğini iddia etmekte bu nedenle de daha dengeli oranlar içeren bir vergi yapısı kurulmasını istemektedirler. Bazıları herkese tek düze ya da “sabit” bir vergi oranı uygulanmasını bile önermektedirler. (Hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi bazı ekonomistler hükümet gelir vergisinden tümüyle vazgeçip onun yerine bir tüketim vergisi getirir ve mükelleflerin kazandıklarından değil harcadıklarından vergi almaya başlarsa ekonominin daha iyiye gideceğini söylemektedirler. Bu görüşün yandaşları böylelikle tasarrufların ve yatırımların teşvik edileceğini belirtmektedirler. Buna karşılık bahis konusu görüş 1990’ların sonlarına kadar yeterli destek sağlayamadığı için yasalaşma şansı pek bulunmamaktadır.)

    Parlamenterler geçtiğimiz yıllarda belirli ekonomik faaliyet türlerini teşvik etmek amacıyla çeşitli vergi bağışıklıkları ve indirimleri onaylamışlardır. Vergi mükelleflerinin konut almak amacıyla sağladıkları krediler için ödedikleri faizleri vergilenebilir gelirlerinden düşmeleri bunun en iyi örneğidir. Hükümet aynı şekilde düşük ve orta gelirli mükelleflerin emeklilik sonrası harcamalarını ve çocuklarının üniversite giderlerini karşılamak için özel Bireysel Emeklilik Fonları’nda biriktirdikleri paranın belirli bir kesimine de vergi bağışıklığı uygulamaktadır.

    Belki de gelir vergisi uygulamasına başlandığından beri en kapsamlı ABD vergi sistemi reformunu oluşturan 1986 tarihli Vergi Reformu Yasası ile gelir vergisi oranları düşürüldü; buna karşılık benimsenmiş gelir vergisi indirimlerinden çoğu azaltıldıysa da konut ipotek indirimleri ile İç Gelirler Servisi indirimlerine dokunulmadı. Vergi Reformu Yasası bir önceki yasa ile saptanan ve en yükseği yüzde 50 olan 15 vergi dilimi yerine yüzde 15 ve yüzde 28 düzeyinde iki dilimli bir sistem oluşturuyordu. Diğer bazı hükümlerle de milyonlarca düşük gelirli Amerikalının vergileri düşürüldü ya da tümüyle vergileme dışında bırakıldılar.

  10. #10
    BaŞKa ZaMaN.... YaGMuR_YüReKLiM - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.09.2009
    Bulunduğu yer
    Hayat 0'ın 6'da
    Mesajlar
    4.368
    Post Thanks / Like
    Blog Girişleri
    4

    Sosyal Aglarim

    Add YaGMuR_YüReKLiM on Facebook
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    210

    Standart

    MALİYE POLİTİKASI VE EKONOMİK İSTİKRAR

    Birleşik Devletler 1930’lardaki Büyük Bunalım yüzünden sendeleyince hükümet sadece kendisini desteklemek ya da toplumsal politikaları uygulamak için değil aynı zamanda ekonomik büyümeyi ve istikrarı teşvik için de maliye politikasını kullanmaya başladı. Politika yapıcılar İngiliz ekonomisti John Maynard Keynes’in etkisinde kaldılar. Keynes İstihdam Faiz ve Paraya İlişkin Genel Kuram (1936) adlı çalışmasında o zamanlardaki önlenemez işsizliğin mal ve hizmetlere karşı yetersiz talep bulunması yüzünden ortaya çıktığını iddia ediyordu. Keynes’e göre halkın ekonomide üretilen herşeyi alabilecek ölçüde geliri yoktu ve bu nedenle de fiyatlar düşüyor şirketler ya zarara uğruyor ya da iflas ediyorlardı. Bu da bir kısır döngü yaratabiliyordu. İflas eden şirket sayısı çoğaldıkça daha çok kişi işsiz kalıyor bu durum gelirleri daha da azaltıyor ve böylece korkutucu bir iniş sarmalı başlıyor ve yeni yeni şirketler iflas etmeye başlıyordu. Keynes hükümetin ya kendi harcamalarını arttırarak ya da vergileri kısarak bu gerilemeyi durdurabileceğini iddia ediyordu. Her iki durumda da gelirler çoğalır halk daha fazla harcar ve ekonomi de yeniden büyümeye başlardı. Keynes ayrıca hükümetin söz konusu amaca erişmek için bütçesinde açık vermesi gerekiyorsa bunu da yapması gerektiği görüşündeydi; çünkü bunun aksi daha kötü olur ve ekonomik gerileme giderek derinleşirdi.

    Keynes’in görüşlerine 1930’larda sınırlı bir destek verilmişti; ancak İkinci Dünya Savaşı sırasında askeri harcamalarda oluşan büyük patlama onun ileri sürdüğü kuramları kanıtlar gibi görüldü. Hükümet harcamaları hızla yükselince bireylerin geliri arttı fabrikalar yeniden tam kapasiteyle çalışmaya başladı ve Büyük Bunalım’ın zorlukları geçmişte kaldı. Ekonomi bir konut sahibi olmaya ve aile kurmaya yönelik arzularını bastırmış olan bireylerin talebi ile beslenerek savaştan sonra da büyümesini sürdürdü.

    1960’lara gelindiğinde politika yapıcılar Keynes’in kuramlarına sıkı sıkıya bağlanmış gibi görünüyorlardı. Buna karşılık geriye dönüp bakınca Amerikalıların çoğu hükümetin giderek maliye politikasını yeniden gözden geçirmesini gerektiren ciddi yanlışlıklar yaptığı konusunda birleşmektedirler. Başkan Lyndon B. Johnson (1963-1969) ve Kongre ekonomik büyümeyi teşvik etmek ve işsizliği azaltmak amacıyla 1964’te bir vergi kesintisine gittikten sonra yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik bir dizi pahalı iç harcama programını uygulamaya giriştiler. Johnson ayrıca Amerika’nın Vietnam savaşına katılmasının yol açtığı giderlerini karşılamak için askeri harcamaları da arttırdı. Bahis konusu büyük hükümet programları tüketicilerin yoğun harcamalarıyla birleşip mal ve hizmetlere yönelik talebi ekonominin üretebileceğinin çok ötesine itti. Ücretler ve fiyatlar yükselmeye başladı. Yükselen ücretler ve fiyatlar da kısa sürede birbirini besleyip giderek yükselen bir döngü oluşturdu. Fiyatlardaki bu genel yükselme enflasyon olarak bilinmektedir.

    Keynes bu gibi aşırı talep dönemlerinde enflasyondan kaçınmak için hükümetin harcamaları azaltması ya da vergileri arttırması gerektiğini ileri sürüyordu. Buna karşılık politikacıların enflasyonu önleyici maliye politikalarını kabullenmeleri zor olduğu için hükümet bunları uygulamaya direndi. Daha sonra 1970’lerin başlarında ülke uluslararası petrol ve gıda maddesi fiyatlarındaki büyük bir yükselişin darbesini yedi. Bu durum politika yapıcılarını bir büyük ikilemle karşı karşıya bıraktı. Enflasyonla savaşta uygulanacak alışılagelmiş strateji federal harcamaları kısarak ya da vergileri arttırarak talebi dizginlemek olmalıydı; fakat bu yapılırsa zaten yüksek petrol fiyatlarının sıkıntısını çekmekte bulunan ekonomiden gelirler çıkarılmış olacaktı. Bunun sonucunda da işsizlikte büyük bir artma olacaktı. Eğer politika yapıcılar yükselen petrol fiyatlarının neden olduğu gelir kaybını karşılamaya karar verirlerse ya harcamaları arttırmak ya da vergileri kesmek zorunda kalacaklardı. Buna karşılık her iki politika da petrol ya da gıda maddesi arzını arttıramayacağına göre arzı değiştirmeden talebi teşvik etmek sadece fiyatların daha çok yükselmesine yol açacaktı.

    Başkan Jimmy Carter (1973-1977) sorunu iki yönlü bir politika izleyerek çözümlemeye çalıştı. Maliye politikasını federal bütçe açığının artmasına izin vererek ve işsizler için istihdam yaratma programları uygulayarak işsizliği önleyecek biçimde düzenledi. Enflasyonla savaş amacıyla bir gönüllü ücret ve fiyat kontrol programı geliştirdi. Anılan stratejinin iki ögesi de işlemedi. 1970’lerin sonlarında ülke hem büyük işsizlik hem yüksek enflasyon sıkıntısı çekiyordu.

    Bir yandan çok sayıda Amerikalı “stagflasyon” denilen bu olguyu Keynes ekonomisinin işlemediğinin bir kanıtı olarak görürlerken diğer yandan bir başka öge de hükümetin ekonomiyi yönetmek için maliye politikasını kullanmaktaki yeterliğini daha çok azaltıyordu. Bütçe açıkları mali görünümün değişmez bir parçası gibiydi ve durgun 1970’lerde bir kaygı kaynağı olarak ortaya çıkmıştı. Daha sonra 1980’lerde Başkan Ronald Reagan (1981-1989) bir vergi kesintileri programı izledi ve askeri harcamaları arttırdı. 1986’ya gelindiğinde açıklar 221 milyar dolara yükselmiş ya da toplam federal harcamaların yüzde 22’sini aşmıştı. Şimdi hükümet talebi arttırmak amacıyla harcama ya da vergi politikaları yürütmek istese bile sözü edilen açıklar böyle bir strateji uygulanmasını düşünülemez hale getiriyordu.

    Bütçe açıklarının azaltılması 1980’lerin sonlarından başlayarak maliye politikasının önde gelen amacı oldu. Dış ticaret olanaklarının hızla çoğalması ve teknolojinin yeni ürünler geliştirmesi karşısında büyümeyi teşvik edici hükümet politikalarına pek az gereksinim varmış gibi görünüyordu. Bunun yerine yetkililerin iddiasına göre daha az açık olunca hükümetin borçlanmasına gerek kalmaz ve böylelikle faiz oranları düşeceği için iş çevrelerinin büyümeyi finanse etmek için para bulması kolaylaşırdı. Hükümet bütçesi en sonunda 1998’de yeniden bir fazlalık gösterdi. Bahis konusu gelişme yeni vergi kesintileri istenmesine yol açtıysa da savaş sonrasının büyük bebek patlaması kuşağının emeklilik yaşına gelmesi nedeniyle Sosyal Güvenlik sisteminden emekli maaşı ve Medicare programından da sağlık yardımı almaya başlaması yüzünden hükümetin yeni yüzyılda önemli bütçe sorunlarıyla karşılaşacağı anlaşılınca düşük vergi konusundaki hevesler bir ölçüde azaldı.

    1990’ların sonlarına gelindiğinde politika yapıcıların geniş ekonomik amaçlara erişmek için maliye politikasına başvurmaları olasılığı kendilerinden öncekilere oranla çok daha zayıftı. Bunun yerine ekonomiyi marjinal biçimde güçlendirmeye yönelik dar kapsamlı politika değişikliklerine odaklandılar. Başkan Reagan ve ardılı George Bush (1989-1993) sermaye kazançlarından yani taşınmaz mal ya da hisse senedi gibi varlıkların değer kazanmasıyla oluşan zenginlik artışlarından alınan vergilerin azaltılmasına çalıştılar. Böyle bir değişiklikle tasarrufların ve yatırımların teşvik edileceğini ileri sürdüler. Demokratlar bunun çok büyük ölçüde zenginlerin işine yarayacağını söyleyerek değişikliğe karşı direndiler. Buna karşın bütçe açığı azalınca Başkan Clinton (1993-2001) taleplere boyun eğdi ve en yüksek sermaye kazancı vergisi oranı 1996’da yüzde 28’den yüzde 20’ye indirildi. Clinton bu arada yüksek nitelikli ve bu nedenle de daha üretken ve rekabet yetenekli bir işgücü yaratılmasına yönelik çeşitli öğretim ve meslek eğitimi programları geliştirerek ekonomiyi etkilemeye çalıştı.

    ABD EKONOMİSİNDE PARA

    Bütçe konusu her ne kadar önemini koruduysa da XX. Yüzyıl’ın sonlarında toplam ekonomiyi yönetmek işlevi büyük ölçüde maliye politikasından para politikasına kaydı. Para politikası bağımsız bir ABD hükümet kuruluşu olan Federal Rezerv Sistemi’nin yetkisi altındadır.

    Genellikle “Fed” olarak bilinen kuruluşun 12 bölgesel Federal Rezerv Bankası ve 25 Federal Rezerv Bankası Şubesi vardır. Ülke genelinde kayıtlı tüm ticari bankalar yasa gereği Federal Rezerv Sistemi’nin üyesi olmak zorundadır; eyaletlerde kayıtlı bankaların üye olması kendi seçeneklerine bırakılmıştır. Federal Rezerv Sistemi’nin üyesi olan bir banka genelde bölgesindeki Rezerv Bankası’ndan bir bireyin toplumundaki bir bankayı kullandığı biçimde yararlanır.

    Federal Rezerv Sistemi’ni yedi kişinin oluşturduğu Federal Rezerv Guvernörler Kurulu yönetir. Kurulun Başkan tarafından atanan ve örtüşen 14 yıllık süreler boyunca görev yapan yedi üyesi vardır. Kurulun en önemli para politikası kararları yedi guvernörden New York Federal Rezerv Bankası başkanından ve dönüşümlü olarak görev yapan dört diğer Federal Rezerv Bankası başkanından oluşan Federal Açık Piyasa Komitesi tarafından alınır. Federal Rezerv Sistemi çalışmaları konusunda Kongre’ye dönem raporları vermekle yükümlü olmakla birlikte guvernörler yasa gereği Kongre ve Başkana karşı bağımsızlardır. Fed’in en önemli politika görüşmelerini kapalı oturumlarda yapması ve bunları çok kez belirli bir süre geçtikten sonra açıklaması da söz konusu bağımsızlığı güçlendirmektedir. Kendine ait tüm işletme harcamalarını da yatırım gelirleriyle ve verdiği hizmet karşılığı aldığı paralarla karşılar.

    Ekonomideki toplam para ve kredi arzı üzerindeki kontrolünü sürdürebilmek için Federal Rezerv’in elinde üç temel araç vardır. Bunlardan en önemlisi açık piyasa işlemleri olarak bilinir; yani hükümet menkul kıymetlerinin alımı ya da satımı faaliyetidir. Federal Rezerv para arzını arttırmak amacıyla bankalardan diğer işletmelerden ya da bireylerden hükümete ait menkul kıymetleri alır ve çekle (bastığı bir yeni para kaynağı) ödeme yapar; Fed’in çekleri bankalara yatırıldığında bir kısmı borç olarak verilebilecek ya da yatırımda kullanılabilecek yeni ihtiyatlar oluşturur ve böylelikle de sürümdeki para arzını arttırır. Buna karşın Fed para arzını kısmak isterse bankalara hükümet menkul kıymetleri satar ve böylece ellerindeki ihtiyatları almış olur. Ellerlindeki ihtiyatlar azalan bankalar borç vermeyi kısmak zorunda kalırlar ve buna bağlı olarak para arzı da düşer.

    Fed mevduat alan kuruluşların kasalarında nakit ya da bölgelerindeki Rezerv Bankalarında mevduat olarak bulundurmaları gereken ihtiyat düzeyini belirlemek yoluyla da para arzını kontrol edebilir. İhtiyat oranı arttırılınca bankalar ellerinde daha fazla para tutmak zorunda kalırlar ve böylece para arzı azalır; buna karşılık ihtiyat oranlarının düşürülmesi aksine işler ve para arzını çoğaltır. Bankalar ihtiyat gereksinimlerini karşılayabilmek amacıyla birbirlerine sık sık bir gecelik borç para verirler. Bahis konusu borçlara ilişkin bulunan ve “federal fon oranı” diye bilinen oranlar belirli bir anda para politikasının ne kadar “sıkı” ya da “gevşek” olduğunun temel bir ölçütüdür.

    Fed’in elindeki üçüncü araç reeskont oranı ya da ticari bankaların Rezerv Bankaları’ndan borç alırken ödedikleri faiz oranıdır. Fed reeskont oranını yükselterek ya da düşürerek borç alımlarını teşvik edebilir ya da daha az çekici duruma getirebilir ve böylelikle bankaların borç olarak verebilecekleri gelir miktarını değiştirebilir.

    Anılan araçlar Federal Rezerv’in ABD ekonomisindeki para ve kredi miktarını azaltıp çoğaltmasına olanak yaratır. Para arzı çoğalınca kredilerin gevşediği söylenir. Böyle durumlarda faiz oranlarında düşme işletmelerin ve bireylerin tüketim harcamalarında yükselme eğilimi görülür ve istihdam artar; eğer ekonomi tam kapasitesine yakın bir faaliyet içindeyse sürümde çok fazla para bulunması enflasyona ya da doların değerinde düşmeye yol açabilir. Buna karşın para arzı daralırsa kredi sıkılaşır. Bu durumda da faiz oranlarında yükselme eğilimi görülür harcama eğilimi ya kalmaz ya azalır ve enflasyon düşer; ekonomi tam kapasitesinin altında işliyorsa sıkı para işsizliğin artmasına neden olabilir.

    Federal Rezerv’in belirli amaçlar için para politikası kullanma yeteneğini karmaşık duruma getiren pek çok öge vardır. Herşeyden önce para pek değişik biçimlere girdiği için çok kez bunlardan hangisinin hedef alınacağını belirlemek zordur. En temel biçimiyle madeni para ya da kağıt para vardır. Madeni paralar doların değerine dayalı çeşitli birimlerden oluşur: “penny” bir sent ya da doların yüzde biri; “nickel” beş sent ya da doların yüzde beşi; “dime” on sent ya da doların yüzde onu; “quarter” yirmi beş sent ya da doların dörtte biri; 50 sentlik para yani yarım dolar; ve bir dolarlık madeni para. Kağıt para ise 1 2 5 10 20 50 ve 100 dolarlık kupürlerden oluşur.

    Para arzının daha önemli kesimi çek hesaplarındaki mevduattan ya da bankalarda ve diğer finans kuruluşlarının hesaplarındaki girdilerden oluşur. Bireyler ödemelerini çek yazarak yani bankalarına elinde çek bulunduran kişilere hesaplarından belirli miktarda para ödeme emri vererek yapabilirler. Vadeli mevduat ta çek hesabı mevduatına benzer; ancak mevduat sahibi parasını belirli bir süre için hesapta tutmayı kabul eder. Hesap sahipleri genelde paralarını vade tarihinden önce çekebilirlerse de bu gibi durumlarda bir ceza ödemeleri ve faizin bir bölümünden vazgeçmeleri gerekir. Para ayrıca para piyasası fonlarını da içerir. Bahis konusu fonlar kolaylıkla nakde çevrilebilen kısa vadeli menkul kıymetlerden ve diğer varlıklardan oluşur.

    Paranın biriktirilme biçimi genel ekonomi üzerinde etkili olan ya da olmayan önceliklere ve diğer ögelere bağlı olarak günden güne değişebilir. Para arzındaki değişiklikler ancak belirsiz sürelerden sonra ekonomiyi etkilediği için Fed’in işi daha da zorlaşır.

    PARA POLİTİKASI VE MALİ İSTİKRAR

    Fed’in çalışmaları önemli olaylar sonucunda zamanla bir evrim geçirmiştir. Kongre 1913’te banka sisteminin denetimini güçlendirmek ve bir önceki yüzyılda belirli dönemlerde patlak vermiş olan banka paniklerini engellemek için Federal Rezerv Sistemi’ni kurdu. 1930’lardaki Büyük Bunalım sonucu Kongre ihtiyat oranlarını değiştirmek ve sermaye piyasası marjlarını (bireylerin krediyle hisse senedi aldıkları zaman yatırmaları gereken para miktarı) düzenlemek için Fed’e yetki verdi.

    Yine de Federal Rezerv genel ekonomik politikayla ilgili konularla ilgilenmeyi çok kez seçilmiş yetkililere bıraktı. Sözgelimi İkinci Dünya Savaşı sırasında Federal Rezerv çalışmalarını Hazine’nin düşük faizle borç alabilmesini kolaylaştırmaya bağlı tuttu. Daha sonraları hükümet Kore savaşı harcamalarını karşılamak için çok sayıda hazine bonosu satınca Fed bono fiyatlarının düşmemesi için büyük ölçüde alımlar yaptı ve böylelikle para arzını arttırdı. Fed 1951’de Federal Rezerv politikasının Hazine finansmanına bağlı kılınmaması konusunda Maliye Bakanlığı ile bir uzlaşma sağlayarak bağımsızlığını yeniden elde ettti; buna karşın politik uyumdan pek fazla ayrılmadı. Sözgelimi Başkan Dwight D. Eisenhower’in (1953-1961) maliye açısından muhafazakar yönetimi sırasında Fed fiyat istikrarı sağlanmasını ve parasal büyümenin sınırlandırılmasını vurguladı; fakat 1960’larda daha liberal başkanların görev yaptığı sırada vurguyu tam istihdam ve ekonomik büyüme üzerinde yoğunlaştırdı.

    Fed 1970’lerin büyük bir bölümünde hükümetin işsizlikle savaşma arzusuna uyarak kredilerin hızla yaygınlaşmasına izin verdi. Buna karşılık enflasyon ekonomiyi alt üst edince merkez bankası 1979’dan itibaren birdenbire sıkı para politikası uygulamaya başladı. Söz konusu politika para arzındaki artışı başarılı bir biçimde durdurduysa da 1980’de ve 1981-1982’de büyük daralmalara katkıda bulundu. Buna karşılık enflasyon gerçekten yavaşladı ve Fed on yılın ortalarında yeniden ihtiyatlı bir büyüme politikası izlemeye başlayabildi; ancak hükümetin bütçe açıklarını kapatmak için büyük ölçüde borçlanması gerektiği için faiz oranları göreli olarak yüksek kaldı. Açıklar azalıp 1990’larda tümüyle ortadan kalkınca faiz oranları da yavaş yavaş düştü.

    Para politikasına verilen önemin giderek artması ve ekonomik istikrar sağlama çabalarında maliye politikalarının rolünün giderek azalması hem politik hem de ekonomik gerçekleri yansıtıyor olabilir. 1960’larda 1970’lerde ve 1980’lerde geçirilen deneyimler demokratik yoldan seçilen hükümetlerin işsizlikle savaşmaktan daha çok enflasyonu düşürebilmek amacıyla maliye politikası uygulamakta zorlanmış olabileceklerini düşündürmektedir. Enflasyonla savaş hükümetin harcamaları kısmak ya da vergileri arttırmak gibi hoşa gitmeyen kararlar almasını gerektirmekte buna karşın işsizlikle savaş için uygulanan maliye politikasının geleneksel çözüm yolları ise harcamaların arttırılıp vergilerin düşürülmesi anlamına geldiği için halkın daha çok hoşuna gidebilmektedir. Kısacası politik gerçekler enflasyon dönemlerinde para politikasına daha büyük bir rol verilmesine yol açabilir.

    Maliye politikasının işsizlikle savaşmaya daha uygun bulunabileceğini para politikasınınsa enflasyonla savaşmada daha etkin olabileceğini akla getiren bir başka neden de vardır. Para politikasının Birleşik Devletler’in 1930’larda karşılaştığı gibi derin bir bunalım sırasında ekonomiye yapabileceği yardım sınırlı olmaktadır. Para politikasının ekonomik daralmaya karşı uyguladığı tedavi yöntemi sürümdeki para miktarını arttırarak faiz oranlarını düşürmektir; fakat faiz oranları sıfıra düştüğünde Fed’in yapabileceği bir şey kalmaz. Geçtiğimiz yıllarda Birleşik Devletler’in ekonomistlerin “likidite tuzağı” dedikleri böyle bir durumla karşılaşmamasına karşılık Japonya 1990’larda bu konuma düştü. Ekonomisi durgunlaşıp faiz oranları da sıfıra yaklaşınca pek çok ekonomist Japon hükümetinin daha atak bir maliye politikası uygulaması ve yeniden harcamaları ve ekonomik büyümeyi teşvik amacıyla büyük bütçe açıklarına bile gitmesi gerektiğini iddia ettiler.

    YENİ BİR EKONOMİ Mİ?

    Günümüzde para politikasının gevşek mi sıkı mı olmasına karar verebilmek için Federal Rezerv’in ekonomistleri çok sayıda önleme başvururlar. Yaklaşımlardan biri ekonominin gerçek ve beklenen büyüme oranlarını karşılaştırmaktır. Beklenen büyüme oranının işgücündeki büyüme ile üretkenlikteki artışların toplamından ya da işçi başına düşen üretimden oluştuğu düşünülür. 1990’ların sonlarında işgücünün yılda yaklaşık yüzde 1 büyüyeceği ve üretkenliğin de yüzde 1-15 arasında artacağı bekleniyordu. Bu nedenle de beklenen büyüme oranının yüzde 2-25 arasında artacağı tahmin ediliyordu. Bahis konusu ölçüte göre gerçek büyümenin uzun vadede beklenen büyümeden fazla olması bir enflasyon tehlikesi ortaya çıkması anlamına geliyor ve daha sıkı bir para politikası izlenmesini gerektiriyordu.

    İkinci ölçüt ise NAIRU (non-accelerating inflation rate of unemployment) denilen işsizliğin hızlanmayan enflasyon oranıdır. Geçen zaman içinde ekonomistler işsizlik belirli bir düzeyin altına düşünce enflasyonun hızlanma eğiliminde olduğunu gözlemlediler. Ekonomistler genelde 1990’ların sonlarında biten on yıl içinde NAIRU’nun yaklaşık yüzde 6 olduğuna inanıyorlardı; fakat daha sonra bu oranın yüzde 55 düzeyinde gerçekleştiği görüldü.

    Belki daha büyük önem taşıyan bir gelişme ise mikro işlemci lazer ışını fiber optik ve yapay uydu gibi çok sayıda yeni teknolojinin 1990’ların sonlarında Amerikan ekonomisini ekonomistlerin olası gördüklerinin ötesinde üretken konuma getirmesi oldu. Federal Rezerv Başkanı Alan Greenspan 1999 ortalarında “bilgi teknolojisi diye adlandırdığımız en son yenilikler ticaret yapma ve değer yaratma yöntemlerimizi çok kez beş yıl öncesinde bile kestiremeyeceğimiz biçimde değiştirmeye başladı” diyordu.

    Greenspan’a göre daha önceleri müşterilerin gereksinimleri ve ham maddelerin bulunduğu yerler konusundaki bilgi yetersizliği yüzünden işletmeler gerektiğinden daha büyük stok oluşturmak ve daha çok işçi çalıştırmak zorunda kalıyorlardı. Bilgi niteliği yükseldikçe işletmeler de daha etkin çalışabilmeye başladılar. Bilgi teknolojileri mal teslim sürelerini kısalttığı gibi yenilik yaratma sürecini de hızlandırdı ve düzgünleştirdi. Sözgelimi Greenspan bilgisayarla örnek yaratma sayesinde tasarım sürelerinin büyük ölçüde kısaldığını ve mimarlık kuruluşlarındaki personel gereksinimin azaldığını tıpta teşhislerin daha çabuk daha kapsamlı ve daha sağlıklı yapılmasına yol açıldığını söylüyordu.

    Sözü edilen teknolojik yeniliklerin 1990’ların sonlarında beklenmedik bir üretkenlik patlamasına yol açtığı görüldü. Üretkenlik 1990’ların başlarında yılda yüzde 1’in altında artarken bu oran anılan on yılın sonlarına doğru ekonomistlerinin beklentilerinin çok ötesinde gerçekleşerek yılda yüzde 3’e erişti. Daha büyük üretkenlik işletmelerin enflasyona yol açmadan daha hızlı bir büyüme sağlayabileceği anlamına geliyordu. İşçilerin ücret atışı konusundaki beklenmedik ölçüde ılımlı talepleri de - olasılıkla ekonominin hızlı gelişmesi yüzünden çalışanların işlerini daha zor koruyabileceklerini düşünmeleri nedeniyle - enflasyon baskılarının azalmasına yardımcı oldu.

    Bazı ekonomistler Amerika’nın enflasyona yol açmadan da büyük bir hızla büyüyebilen bir “yeni ekonomi”yi birdenbire geliştirdiği görüşüyle alay ettiler. Küresel rekabette yadsınamaz bir yoğunlaşma olmakla birlikte Amerika’daki pek çok endüstrinin bundan etkilenmediğini belirttiler. Bilgisayarlar Amerikalıların ticaret yapma yöntemlerini değiştirmekle birlikte işletme faaliyetlerde yeni karmaşalar da yaratıyorlardı.


    Buna karşılık ekonominin önemli bir “yapısal değişme” içinde bulunduğunu söyleyen Greenspan’a hak veren ekonomistlerin sayısı çoğaldıkça tartışmalar da gittikçe artan bir biçimde ekonominin değişip değişmediği konusundan daha çok bu beklenmedik güçlü gelişmenin ne kadar sürebileceği hakkında yapılmaya başlandı. Yanıt kısmen ekonominin en eski ögelerinden biri olan emeğe bağlıymış gibi görünüyordu. Ekonomi güçlü bir biçimde büyürken teknolojinin yerinden oynattığı işçiler yeni ortaya çıkan endüstrilerde kolaylıkla iş buluyorlardı. Bunun sonucu olarak da 1990’ların sonlarında istihdam genel nüfustan çok daha hızlı bir biçimde artıyordu. Bahis konusu eğilim sonsuza kadar süremezdi. 1999 ortalarında 16-64 yaş arasındaki “olası işçilerin” yani işsiz olup ta bir iş bulabilirlerse çalışmak isteyenlerin sayısı yaklaşık 10 milyondu (toplam nüfusun aşağı yukarı yüzde 57’si kadar). Bu ise hükümetin anılan konuda istatistik toplamaya başladığı 1970 yılından beri gerçekleşen en düşük yüzde idi. Ekonomistler Birleşik Devletler’in giderek istihdam yetersizliği ile karşılaşacağı bunun da ücretleri yükseltmesinin ve enflasyonu başlatmasının beklenebileceği ve Federal Rezerv’in de ekonomiyi yavaşlatma yolu aramak zorunda kalabileceği uyarısında bulundular.

    Yine de bu kaçınılmaz görünen gelişmeyi geciktirebilecek çok şey olabilirdi. Gelen göçmen sayısı artabilir ve çalışabilecek birey birikimini büyütebilirdi. Buna karşılık böyle bir gelişme pek olası görülmüyordu; çünkü 1990’larda Birleşik Devletler’deki siyasal atmosfer göçün artmasına elverişli değildi. Pek çok Amerikalının geleneksel emeklilik yaşı olan 65’ten sonra da çalışma olasılığının daha güçlü olduğuna inanan uzman sayısı ise gittikçe artıyordu. Böylelikle olası işçi arzı da çoğalabilirdi. Gerçekten de saygın bir işletme araştırma örgütü olan Ekonomik Kalkınma Komitesi 1999 yılında işverenlere çağrıda bulundu ve o güne değin yaşlı işçilerin emekçi ordusunda daha uzun süre kalmalarını zorlaştırmış olan engelleri kaldırmalarını istedi. Günümüzdeki eğilim böyle sürerse 2030 yılına gelindiğinde 65 yaşın üzerindeki her bireye karşılık üçten az işçi bulunacaktı (bu sayı 1950’de yediydi); Ekonomik Kalkınma Komitesi bu eşi görülmemiş nüfus değişikliğinin işletmeleri işçi peşinde koşmak zorunda bırakacağını tahmin ediyordu.

    Komite’nin görüşüne göre işletmeler bugüne değin genç işçilere yer açmak amacıyla erken emekliliği benimsiyorlardı; fakat bu uygulama işçi bolluğu olan günlerden kalma eski bir modaydı ve işçi sayısı azaldıkça sürdürülmesi olanak dışı idi.

    Kısacası Birleşik Devletler olağanüstü bir başarının mutluluğunu sürdürürken 1990’ların sonunda kendisini henüz haritası çıkarılmamış ekonomi bölgelerine girmiş buluverdi. Bazı kişilerin gelecekte sonsuza kadar uzayan bir ekonomi çağı açıldığı görüşünde olmalarına karşın bazıları bu kadar kesin düşünmüyorlardı. Belirsizlikleri değerlendiren çok kimse ihtiyatlı bir iyimserlik içindeydi. Greenspan da 1997’de “Üzgünüm ama tarih sonuçta serap olduğu anlaşılan pek çok ‘yeni çağ’ düşüyle doludur. Kısacası tarih ihtiyatlı olmayı öğütlüyor” demişti.
    BÖLÜM VIII

    AMERİKAN TARIMININ DEĞİŞEN ÖNEMİ

    Ülkenin ilk günlerinden başlayarak çiftçilik ABD ekonomisinde ve kültüründe yaşamsal bir yere sahip oldu. Çiftçiler halkı besledikleri için doğal olarak her toplumda önemli bir rol oynamışlardır. Birleşik Devletler’de ise çifçiliğe özel bir değer verilegeldi. Çiftçiler eski günlerde girişimcilik yoğun çalışma ve kendine yeterlilik gibi ekonomik erdemlerin örneği olarak görüldüler. Ayrıca pek çok Amerikalı ve özellikle de belki hiçbir zaman toprak alamamış ve kendi emeklerini ya da ürünlerini sahiplenememiş bulunan göçmenler bir çiftlik edinmenin Amerikan ekonomik sistemine giriş bileti olduğunu anladılar. Çiftçilikten ayrılan kişiler bile toprağı çok kez kolaylıkla alınıp satılabilen ve başka kar yolları açabilen bir mal gibi kullandılar.

    Amerikan çiftçileri besin maddesi üretmekte genellikle başarılı oldular. O kadar ki bu başarıları zaman zaman en büyük sorunlarını oluşturdu ve tarım sektörü fiyatların düşmesine neden olan aşırı üretim dönemleri yaşadı. Hükümet uzun süreler boyunca bu sorunların en ağırlarının çözümlenmesine yardımcı oldu. Buna karşılık geçtiğimiz yıllarda hükümetin kendi harcamalarını kısma arzusu ve tarım sektörünün azalan politik etkisi yüzünden bu gibi yardımlarda azalma oldu.

    Amerikalı çiftçiler aldıkları ürünün bolluğunu belirli etkenlere borçludurlar. Herşeyden önce çok olumlu doğal koşullarda çalışırlar. Amerika’nın Ortabatısı dünyadaki en zengin tarım arazisinin bir bölümüne sahip bulunmaktadır. Ülkenin çok yerinde yeterli ile bol arasında değişen yağış olmakta; yağış almayan yörelerde de nehirler ve yeraltı suları yaygın sulamaya olanak sağlamaktadır.

    Büyük sermaye yatırımları ve giderek artan iyi eğitimli işçi kullanımı da Amerikan tarımının başarısına katkı yapmaktadır. Çiftçilerin hızla toprak süren tohum eken ve ürün biçen çok pahalı makineleri çekmek için sürücü yerleri soğuk havalandırmalı olan traktörler kullandıklarını görmek olağan dışı değildir. Biyoteknoloji sayesinde hastalığa ve kuraklığa dayanıklı tohumlar geliştirilmektedir. Bol bol kimyasal gübre ve zararlılara karşı ilaç (bazı çevrecilerin görüşüne göre gereğinden çok) kullanılmaktadır. Çiftliklerdeki faaliyet bilgisayarlarla izlenmekte ve ürünün en iyi nerede yetişeceğini ve gübrelenebileceğini belirlemek için uzay teknolojisinden bile yararlanılmaktadır. Buna ek olarak araştırmacılar da zaman zaman yeni besin maddeleri sunmakta ve bu maddeleri üretmek için yeni yöntemler - balık üretmek için yapay göller yaratmak gibi -geliştirmektedirler.

    Buna karşın çiftçiler doğanın temel kurallarının bazılarından kurtulamamışlardır. Günümüzde bile kontrolleri dışında kalan özellikle hava koşulları gibi güçlerle savaşmak zorundadırlar. Kuzey Amerika’da hava koşulları genelde ılımlı olmakla birlikte sık sık sel ve kuraklık görülür. Hava koşullarındaki değişiklikler tarımda çok kez genel ekonomiyle ilgisi olmayan kendi ekonomik dönemler yaratır.

    Ögeler çiftçilerin başarılarını engelleyecek konuma gelince hükümet yardımı almak için talepler başlar; zaman zaman bu ögeler birleşip çiftçileri başarısızlığın sınırına itince de bahis konusu çağrılar yoğunluk kazanır. Sözgelimi 1930’larda aşırı üretim kötü hava koşulları ve Büyük Bunalım bir araya geldi ve pek çok Amerikan çiftçisine aşılamaz engeller gibi görünen bir ortam oluşturdu. Hükümet yaygın tarım reformları gerçekleştirerek söz konusu soruna karşılık verdi; bunlar arasında en önemlisi fiyat destekleri sistemiydi. Destek programlarının çoğu Kongre tarafından 1990’ların sonunda uygulamadan çıkarılıncaya kadar daha önce benzeri görülmemiş olan bu büyük müdahale sürdü.

    ABD tarımının kendisine özgü iniş ve çıkış dönemleri 1990’ların sonlarında değin devam etti; 1996 ve 1997’de büyük bir gelişme oldu; sonraki iki yıl içinde de yeni bir daralma başladı; ama yüzyılın başındakine benzemeyen bir tarım ekonomisi oluşmuştu.

1. Sayfa - Toplam 2 Sayfa var 1 2 SonuncuSonuncu

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  

  • Şikayet, Telif hakları ve Yasal bildirimler için tıklayın.
  • .

    İletişim: [email protected]