Gün geçmiyor ki televizyonlarda kötü bir haber duyulmasın. Organ mafyası tarafından kaçırılan minik yavrular oyuncaklarıyla oynarken babası tarafından cinsel tacize uğrayarak ruhuna ağır bir yük yüklenen zavallı kızlar internet üzerinde oynanan şiddet içerikli bir oyundaki karakterin parasal değeri yüzünden akrabası tarafından katledilen çocuklar okulundaki tuvalet lavabosuna tırmanmaya çalışırken ölümün soluğunu ruhuna çeken yavrucaklar… ve bunları izledikten sonra yanlış sonuçlar çıkaran anne babalar öğretmenler yetkililer…

Olumsuz durumlara gösterilen tepkilerle büyütmeye çalıştığımız “zavallı” yavrularımız. Çocuk eğitimi tepkisel bir süreç değildir olmamalıdır da. Maalesef ki çocuk eğitimi konusunda bildiğimiz temel yollardan birisi bu tepkisellik. “Ne yapalım hocam çocuklarımızı sokaklara bırakalım da başlarına kötü şeyler mi gelsin!” diyor olabilirsiniz. Yanlış örneklerden doğru sonuçlar çıkarmaya çalışmak mantıksal bir hatadan öteye gidemez. Böylesi bir düşünceyle çocuklarımızı olumsuz şeylerden korurken başka olumsuzlukların pençesine sürüklediğimizi unutmamalıyız: İçe kapanık sosyal iletişimden kopuk bağımlı küçük bir problem yaşadığında dünya yıkılmış da altında kalmış gibi hisseden çocuklar…

Fanusta yaşayan çocuklar yaşamlarını devam ettirebilecekleri düzeyde sorunla karşı karşıya gelemedikleri için problemlere karşı aşırı duyarlı ve hassas davranmaktadırlar. Bunu vücudu hiç mikropla karşılaşmayan bir çocuğun ilk toprakla oynama deneyiminde vücudu gerekli savunmayı üretemediği için kolayca hastalığa yakalanan çocukların durumuna benzetebiliriz. Her ikisinde de aşırı sterilize edilmiş bir yaşam söz konusudur. Her ikisinde de vücut yılgınlığa/yenilgiye daha çabuk uğramakta kötümser bir ruh haline sahip olmaktadır. Bazen de ya akademik başarıları düşük bireyler olarak karşımıza çıkmaktalar (hastalıklarla baş etme kabiliyeti düşük bir vücut direnci) ya da çevresiyle etkileşim kuramadığı için dersten başını kaldıramayan aşırı sorumlu öğrenci profiline sahip olmaktadırlar. Baş etmekte zorlandıkları bir sorun karşısında da bedensel tepkiler (kalp çarpıntısı mide bulanması el titremesi burunda kanama uykusuzluk vb) karşılarına dikiliverir. Ve bazen de sosyal yaşamdan kopuk bir bilgisayar bağımlısı olur çocuklarımız. Bilgisayar karşısında saatlerini geçirebilirler bıraksanız. Sosyal hayatta kuramadıkları iletişimi ve bağımsızlığı/özgürlüğü bu oyunlardaki karakterler aracılığıyla hayallerinde cisimleştirirler. Tek arzuları başarılı olmaktır. Sosyal hayatta kuramadığı ilişkiyi derslerinde gösteremediği başarıyı bu oyunlarda tesis ederler.

Fanustaki çocukların belirgin bir özelliği de vardır. Adeta bir “hanımefendi” “beyefendi” olmalarıdır. İçe dönük kendini savunamayan karşısındaki kişinin her istediğini sorgulamadan kabullenen bir tavır kimi zaman anne babaların kimi zaman da öğretmenlerin gözünde saygı ifadesidir. Oysaki bireysel kimliğine ve varlığına saygı duyulmamış bir çocuğun saygıyı temel alan davranış kalıplarını benimsemesi ne kadar mümkündür acaba! Cesareti olmayan özgüveni eksik çocuklara ülkemizde maalesef ki “beyefendi” “hanımefendi” deniliyor.

Peki anne babalar bunu neden yapıyor? Bu şekilde davranmanın yanlış olduğunu ya bilmiyorlar ya da bildikleri yolu doğru sanıyorlar. Muhtemel sebepleri sıralayalım:

1- Anne babalar kendi anne babalarının yaptıkları hataları çocuklarına yapmak istemiyorlar. Kendileri açısından tamamen iyi niyetli bir yaklaşım. Ancak korkulan ya da kendisinden kaçılan olumsuz durumun tam tersi başka bir olumsuz duruma yakalanıveriyorlar. Kendileri sevgisiz bir anne babanın elinde büyümüşlerse çocuklarına aşırı sevgi göstererek kendi dünyalarındaki bu büyük eksikliği doldurmaya çalışıyorlar. Ancak sonuç maalesef ki istenildiği gibi olmuyor. Bu durum bana şu fıkrayı hatırlatır hep.

“Giymeyip girdirmenin” “yemeyip yedirmenin” “saçını süpürge etmenin” karşılığında hep bir şeyler talep ederiz. Olamadıklarımızın bir yansıması oluverir çocuklarımızın varlığı. Doktor olmaya hakim olmaya parası bol bir işadamı olmaya öykünüp de olamadıklarımızın fiziksel uzantısıdır adeta çocuklarımız. Dershaneye göndeririz cebine para koyarız en kral ayakkabıyı arkadaşları arasında mahcup olmasın diye giydiririz. Sonrada “Şimdiki gençler de marka bağımlısı ellerindekinin kıymetini hiç bilmiyorlar.” deriz. Oysaki kendi gardırobumuzdaki sayısını unuttuğumuz elbiseler etekler kravatlar pantolonlar ceketler kazaklar hiç gelmez aklımıza.

Eczacı kalfası olarak çalışan bir anne ile tanışmıştım birkaç yıl önce. Tek çocuğu olan kızının iyi bir eğitim alması ve üniversite mezunu olması için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Ancak çocuğundan fazla beklentisi olan her anne gibi bu annemiz de kızının üzerinde baskıcı bir pozisyona bürünmüştü. Şöyle bir soru sormuştum: Kızınız bundan 20 yıl sonra mutlu bir birey olarak ama üniversite mezunu olmadan yaşamını sürdürse mi sevinirdiniz yoksa üniversite mezunu olan ancak annesine soğuk ve mesafeli davranan biri mi olsa sevinirdiniz? Bu hanımefendinin verdiği cevap günümüz anne babalarının bazılarının adeta bir yansımasıydı: Üniversite mezunu olmasını! Sanırım son yıllarda akademik başarısı son derece düşük olan öğrencilerimizin dahi meslek liselerine gönderilmemelerinin sebeplerinden biri de bu olsa gerek.

Çocuklarımız bizim hayallerimizi gerçekleştirmek gayesiyle dünyaya geliyorlar adeta. Bizim yaşayamadığımız duyguları hayalleri sevinçleri onlar yaşarsa eksik kalan duygularımızı tamamlamış olacağız gibi hissediyoruz. Böylelikle çocuklarımızın da mutlu olacağını düşünüyoruz. Bu yüzden onları her türlü olumsuz durumdan koruyarak onlar için belirlediğimiz hedefe şaşmadan gitmelerini bekliyoruz.

Bir zamanların Türkiye’sinde “Halk için halka rağmen.” anlayışı hakimdi. Bu anlayış şimdilerde “Çocuklarımız için çocuklarımıza rağmen.” şekline dönüştü.

2- Anne babalar tamamıyla olmasa da dikkate değecek ölçüde kendi kişilik özelliklerine benzer çocuklar yetiştirmektedirler. Küçükken içedönük bağımlı asosyal bir anne babanın çocuklarının da bu türden kişilik özelliklerine sahip olma ihtimalleri yüksek gibi görünüyor. Zira yapılan araştırmalar da bunu gösteriyor. Bu durumu şöyle düşünebiliriz: Farz edin ki dünya dışı bir gezegenden dünyaya bir uzaylı geldi. Bu uzaylıya karşılaştığı her şey tamamen yabancı gelecektir. Ağaçlar kuşlar insanlar arabalar binalar trafik levhaları kıyafetler vb. aklınıza gelebilecek her şey yabancı. Misafirperver bir Türk ailesi uzaylı-muzaylı demeden yardımcı olmaya çalışıyor. Arabalarına bindirip etrafı gezdirmek istiyorlar ancak bizim uzaylı nasıl bineceğini bilmiyor. Bizim için kolay olan bu hareketi zar zor öğreniyor. Araba Ankara’mızın sokaklarında yol alırken bizim Türk babanın trafikte önüne aniden bir maganda çıkınca basıyor küfrü. Bizim uzaylının nöronları hemen bağlantıyı kurup böylesi durumlarda küfretmeyi uygun bir çözüm yolu olarak kaydediyor. Yoldaki levhaları öğretirken kırmızı ışıkta geçtiğinin son anda da farkına varıyor. Polis amcalar ceza yazmak için çevirdiklerinde de cezayı ödememek için “Memur bey babam çok hasta. Acil yanına gitmemiz gerek. O yüzden kırmızıda geçtim. Yoksa kurallara saygılı bir vatandaşımdır.” deyiverince uzaylı dostumuza çıkarlarımız için ahlaki değerlerimizin ne kadar esneyebileceğini de göstermiş oluyor. Hasılıçocuklarımıza muhtemel problem durumlarında bu türden problemleri nasıl çözebileceklerine dair davranış içerikleri de kazandırmış oluyoruz. Öğrettiklerimiz kendi kişisel özelliklerimiz olunca da çocuğumuz bizim eksik yönlerimizi de almış oluveriyor otomatikman.

Sözün özü metafor ustası büyük veli Mevlana ne güzel söylüyor: Testide ne varsa dışarıya o sızar!