Foruminci.net

Teşekkür Teşekkür:  0
Beğeni Beğeni:  0
Beğenmedim Beğenmedim:  0
Gösterilen sonuçlar: 1 ile 2 ve 2

Konu: İlk Müslümanlara Yapılan İşkence ve Eziyetler

  1. #1
    sadece SUSUYORUM artık tükenmez@kalem - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.10.2011
    Mesajlar
    1.322
    Post Thanks / Like
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    73

    Standart İlk Müslümanlara Yapılan İşkence ve Eziyetler

    Efendimizin peygamberliğinin beşinci senesi: Milâdî 615. Kureyş müşriklerinin Müslümanlar üzerindeki baskı eziyet ve işkenceleri gün geçtikçe artıyordu. Müslümanlar dinî vazifelerini ve ibadetlerini rahat ve serbest bir şekilde ifâ edemez bir durumla karşı karşıya gelmişlerdi.

    İslâm ve îmânın tâlimi Allah’a ibadet ve tâatın serbestçe yapılabilmesi için emin bir yer gerekliydi. Allah Resûlü bizzat bu emin yeri aradı ve tesbit etti: Safâ Tepesinin doğusunda dar bir sokak içinde bulunan ilk Müslüman Erkâm bin Ebi’l-Erkâm bin Esed’in evi. Bu ev giriş çıkışlar için elverişli etraftan gelen gidenlerin kolayca kontrol edilebileceği emîn bir yerdi.

    Artık Kâinatın Efendisi Peygamberimiz burada muâllim ilk Müslümanlar da talebe idiler. Burada öğrendiklerini imkân ve fırsat dahilinde başkalarına da duyuruyor ve aktarıyorlardı. Böylelikle Dârü’l-Erkâmı Nebiyy-i Ekrem Efendimizin hocalığını yaptığı ilk medrese ilk İslâm üniversitesi saymak mümkündür.

    Hazret-i Ömer’in İslâmla şereflenmesine kadar Resûl-i Ekrem İslâmı öğretme ve anlatma vazifesini burada yürüttü. Başta Hazret-i Ömer olmak üzere bir çok kimse bu evde Müslüman olma şerefine erdiler.

    Dârü’l-Erkâmı Erkâm bin Ebî’l-Erkâm Hazretleri hiç satılmamak ve tevarüs olunmamak şartıyla vekil olarak oğluna bırakmıştır.

    İslâm tarihinde büyük ehemmiyeti hàiz bulunan bu ev bugün Kâbe karşısında “Dârü’l-Hayzûran” adıyla anılmakta ve dinî bir okula tahsis edilmiş bulunmaktadır.

    Yasir âilesinin başına gelenler

    Yâsir Mekke’ye Yemen’den gelmişti. Burada Mahzumoğullarından Ebû Huzeyfe bin Muğire’nin himâyesine girmişti. Sonradan Ebû Huzeyfe onu câriyesi Sümeyye ile evlendirmişti. Bu evlilikten iki erkek çocuğu dünyaya geldi: Ammar ve Abdullah.

    Bütün ferdleriyle saâdet dairesine giren bu âileye başta Mahzumoğulları olmak üzere bütün müşrikler çekilmez işkenceler dayanılmaz eziyetlerle göz açtırmıyorlardı. Mahzumoğulları îmân ve İslâmdan vazgeçsinler diye güneşin her tarafı sıcaklığıyla kavurduğu bir sırada âdeta Cehennem ateşi kesilen taşlıkta onlara işkence ediyorlardı.

    Yine bir gün Yâsir âilesi işkence altında zalim müşrikler tarafından inletilirken Resûl-i Ekrem Efendimiz üzerlerine çıkageldi. Yürekler parçalayıcı bu durum karşısında “Sabredin ey Yâsir âilesi! Sabredin ey Yâsir âilesi! Sabredin ey Yâsir âilesi! Sizin mükâfatınız Cennettir; sabredin ey Yâsir âilesi!” diyerek sabır tavsiyesinde bulundu.

    İşkence altında kıvranan Yâsir “Yâ Resûlallah” dedi “bu iş daha ne zamana kadar böyle sürüp gidecek?”

    Resûl-i Kibriya Efendimiz bu suale “Allah’ım! Yâsir âilesinden Rahmet ve Mağfiretini esirgeme” duâsıyla karşılık verdi.

    Bu hâdiseden bir müddet sonra Hazret-i Yâsir dayanılmaz işkenceler altında izzetiyle ruhunu Rabbine teslim etti. Böylece Müslüman erkeklerden “ilk şehid” şerefi kendisinin oldu.
    Oldukça yaşlanmış zaîf ve nahif bir kadın olan Yâsir’in âilesi Sümeyye de işkence etsin diye Ebû Cehil’e havâle edilmişti.

    Ebû Cehil işkenceden işkenceye uğrattığı bu yaşlı zaîf ve kimsesiz kadına küstahca ve âdice “Sen güzelliğine âşık olduğun için Muhammed’e îmân ettin!” diyordu.
    Bu âdice ithama îmân âbidesi kesilmiş Hazret-i Sümeyye bir müşrike söylenebilecek en ağır laflarla mukabele edince Ebû Cehil hiddete geldi ve elindeki mızrağı saplayarak şehid etti. Hazret-i Sümeyye de böylece kadınlardan ilk şehid edilen kişi oldu.

    Ammar’ın başına gelenler

    Ammar’ın çektikleri de yürekler parçalayıcı idi: Demir bir gömlek giydiriliyor güneşin yeryüzünü bütün sıcaklığıyla kavurduğu sırada dışarı çıkartılıyor ve demir gömlek içinde ilikleri eritiliyordu.
    Bu işkencelerden bir an olsun kurtulan Ammar soluğu Nebiyy-i Ekremin yanında alıyor ve kendisinden bir teselli bekliyordu.

    “Azabın her türlüsünü tattık yâ Resûlallah” diyerek halini arz ediyordu. Resûl-i Ekrem yine sabır tavsiye ediyor ve şöyle duâ ediyordu:

    “Allah’ım Ammar âilesinden hiçbir kimseye Cehennem azabını tattırma.”
    Hz. Ammar’a revâ görülen işkence çeşitlerinden biri de ateşle dağlanması idi. Yine bir gün böyle bir işkence altında kıvranırken Peygamber Efendimiz rasgeldi. Mübârek elleriyle Ammar’ın başını sığayarak ateşe “Ey ateş İbrahim’e (a.s.) serin ve selâmet olduğun gibi Ammar’a da öyle ol!” diye duâ etti. Sonra da Ammar’a şu haberi verdi:

    “Ey Ammâr! Sen (bu işkencelerle) ölmeyecek uzun bir müddet yaşayacaksın. Senin ölümün azgın bir topluluğun eliyle olacaktır.”

    Gerçekten de Cenâb-ı Hak Hz. Ammar’a uzun ömürler ihsan ederek Sevgili Habibinin haberini doğrulamıştır. Hz. Ammar daha sonra Sıffin Harbinde katledildi. Hz. Ali onu Muâviye’nin taraftarlarının bâği (azgın) olduklarına hüccet gösterdi. Fakat Muâviye te’vil etti. Amr bin Âs dedi: “Bâği yalnız onun katilleridir; umumumuz değiliz.”

    Yine birgün Ammar uğradığı işkenceden dolayı ağlıyordu. Bu haliyle onu gören şefkat timsali Peygamber Efendimiz mübarek elleriyle gözyaşlarını sildi. Sonra da “Seni kâfirler tuttu da suya mı bastı? Onlar seni bir daha tutar da sana şöyle şöyle derler ve işkencelerine devam ederlerse sen de onlara istediklerini söyle ve kurtul” dedi.

    Bu hayatını zalim müşriklerin elinden kurtarmak için Ammar’a bir müsâade idi!
    Bu müsâadenin verilişinden bir müddet sonra Ammar yine müşrikler tarafından yakalandı ve işkenceden işkenceye uğratıldı. İşkence edilirken de kendisine şu teklif yapılıyordu:
    “Muhammed’e küfretmedikçe Lât ve Uzzâ’ya tapmanın da onun dininden hayırlı olduğunu söylemedikçe sana işkence etmekten asla vazgeçmeyeceğiz!”

    Zavallı Ammar’ın dilinden çaresiz olarak müşriklerin söyledikleri döküldü. Muradlarına eren gaddarlar Ammar’ı serbest bıraktılar.

    İşkence ve azab yükü altında ezilmekten kurtulan Ammar doğruca Resûl-i Ekremin huzuruna vardı. Efendimiz kendisine “Kurtulduğun yüzünden belli” deyince cevabı şu oldu:
    “Hayır vallahi kurtulmadım!”

    Peygamber Efendimiz “Niçin?” diye sorunca da Ammar “Ben senden vazgeçirildim. Lât ve Uzzâ’nın da senin dininden hayırlı olduğunu bana söylettirdiler” karşılığını verdi.
    Ammar üzgündü Ammar şaşkındı. Dünya başına yıkılacakmış gibi heyecan ve korku içinde Resûl-i Kibriyanın huzurunda dikilmiş duruyordu. Müşriklerin işkence ve eziyetlerinden kurtulmuştu ama şimdi başka bir tehlike ile karşı karşıya gelmişti!
    Resûl-i Ekrem “Müşriklerin dediklerini söylerken kalbini nasıl buldun?” diye sordu.
    Ammar’ın kalbinden kopup gelen cevabı şu oldu:

    “Kalbimi îmân ferahlığı ve rahatlığında dinime bağlılığımı da demirden daha sağlam buldum.”
    Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz “Sana vebâl yok ey Ammar! Eğer onlar seni yine yakalar bunu sana tekrarlatmak isterlerse sen de söylediklerini tekrarlayıp kurtul” diyerek Ammar’ın hem gönlünü hem yüzünü ferah ve sürûra garketti.
    Bu hâdise üzerine yüce Allah şu meâldeki âyetini inzâl buyurdu:
    “Kalbi îmânla dolu olduğu halde inkâra zorlananlar müstesnâ kim îmân ettikten sonra tekrar kâfir olur ve gönül rızâsıyla küfrü kabul ederse öylelerinin üzerine Allah’tan bir gazap vardır. Onların hakkı pek büyük bir azaptır.”

    Şu halde kalbi îmân ile karar bulmuş bir mü’mine burada bir ruhsat tanınmaktadır: Düşman tarafından canı veya herhangi bir azası yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu zaman yalnız diliyle küfür kelimesini söylemesi câizdir. Ancak bunun kalbin îmân ile mutmain olması şartıyla bir ruhsat olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Bunun yanında hakkı söylemek ve dinin izzetini korumak için şehid olmayı göze alıp küfür kelimesinin lisanla dahi olsa söylenmemesi azimettir. Bu hususta ruhsat ile değil de azimet ile amel etmek ise daha faziletli bir hareket sayılmıştır.3
    Hazret-i Ebû Bekir’in işkenceye mâruz kalışı

    Resûlullah Efendimiz bir gün Dârü’l-Erkam’da ilk Müslümanlardan birçoğu ile oturuyordu. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere hepsinin gönlünde Tevhid davasını müşriklere karşı açıklamak arzusu bir iştiyâk halini almıştı. Bunu gerçekleştirmesi için Resûl-i Kibriyâ Efendimizden ricâda bulundular. Fakat Hazret-i Resûlullah tedbiri elden bırakmak istemiyordu. Henüz böyle bir hareket için zamana ihtiyaç vardı.
    “Biz henüz azız bu işe yetmeyiz” diye konuştu.

    Fakat îmânın tap taze heyecan ve şevkini ter temiz gönüllerinde taşıyan bu yeni Müslümanlar yerlerinde âdeta duramaz hale gelmişlerdi. Bunu hisseden Fahr-i Alem Efendimiz sonunda kendileriyle birlikte Mescid-i Harama gitti. Bir tarafa oturdular. Müşriklerden bir topluluk da oradaydı.

    Allah ve Resûlüne îmân aşkıyla yanıp tutuşan Hazret-i Ebû Bekir kalbinin derinliklerinden kopup gelen gerçekleri insanlara duyurmak arzusunun önüne geçemedi ve orada müşriklere dönerek Allah’a îmânın ulviyet ve kudsiyetini; buna karşılık puta tapmanın pespayeliğini ve onlara hürmet etmenin sefaletini haykırdı. Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık ile dolu olan müşrikler Hazret-i Sıddîk’a saldırdılar her tarafını kan revan içinde bıraktılar. Ellerinden ancak kabilesi Teymoğullarından bir kaçının araya girmesiyle kurtulabildi.

    Demirli ayakkabıların darbelerine maruz kalan Hazret-i Ebû Bekir kendinden geçmişti. Baygın bir halde evine götürdüler. Gün boyu baygın kaldı ve ancak akşam üzeri kendine gelebildi.
    Sanki onca darbelere maruz kalan kendisi değilmiş sanki yüzü gözü kan revan içinde bırakılan bir başkasıymış gibi dudaklarından dökülen ilk cümleler şunlar oldu:

    “Resûlullah ne yapıyor ne haldedir? Ona dil uzatmışlardı hakaret etmişlerdi?”
    Hz. Ebû Bekir bu sözleriyle Hazret-i Resûlullaha olan sadakatının şâheser bir örneğini veriyordu. Kan revan içindeki haline bakmadan yara berelerinin acısına sızısına aldırmadan Nebiyy-i Zişânın durumunu öğrenmek istiyordu. Hem de o Nebiyy-i Muhtereme şiddetle muhâlefet edenler arasında.

    Kendisine yemek teklifinde bulundular. “Aç kaldın susuz kaldın birşeyler yiyip içmez misin?” dediler. O ise hep “Resûlullah ne haldedir ne yapıyor?” diye soruyordu.
    Annesinin Resûl-i Ekremin dâvâsından haberi yoktu. Henüz îmân etmeyenler arasında bulunuyordu. Nasıl olursa olsun Allah Resûlünün durumunu öğrenmeliydi. Annesine “Git” dedi “Hattab’ın kızı Ümmü Cemil’e sor. Resûlullah hakkında bana haber getir.”
    Ümmü Cemil îmân etmiş bahtiyar bir kadındı. Fakat Resûl-i Ekremden aldığı dersle tedbirli ve ihtiyatlı davranıyordu.

    Ebû Bekir’in annesi Ümmü Hayr ona “Ebû Bekir senden Abdullah’ın oğlu Muhammed’i soruyor” deyince; “Ben Onun hakkında bir şey bilmiyorum. Ama istersen beraber oğlunun yanına gidelim” diye cevap verdi. Aslında Ümmü Cemil’in Resûlullahdan haberi vardı. Ancak bir tertip ve tuzakla karşı karşıya bulunma ihtimalini göz önünde bulundurarak böyle cevap vermişti.
    Hazret-i Ebû Bekir’i yüzü gözü yarılmış bir vaziyette gören Ümmü Cemil’in içi burkuldu ve kendisini zaptedemeyerek “Sana bunları reva gören bir kavim şüphesiz azgın ve sapkındır. Allah’tan dileğim onlardan intikamını almasıdır” diye haykırdı.

    Ümmü Cemil’den Resûl-i Ekremin selamette olduğunu öğrenmesine rağmen Hazret-i Ebû Bekir’in içi yine de rahat etmiyordu. Annesine “Vallahi gidip Resûlullahı görmedikçe ne yer ne de içerim!” dedi.

    Onu Resûl-i Ekreme götürmekten başka çare yoktu. Fakat bu haliyle nasıl giderdi? Dârü’l-Erkam’a kadar nasıl yürüyebilirdi?

    Etraf tenhalaşınca annesi ve Ümmü Cemil’e yaslanarak sendeleye sendeleye Resûlullahın huzuruna vardı. Senelerden beri birbirlerini görmemiş candan dostlar gibi kucaklaştılar. Resûl-i Ekremin durumunu gözleriyle gördükten sonra “Annem babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! O azgın sapkın adamın (Utbe bin Rabia) yüzümü yerlere sürtüp bilinmez hale getirmesinden başka herhangi bir üzüntüm yok” diye konuştu.

    O anda bile Hazret-i Ebû Bekir’in gönlü îmân ve İslâma hizmet aşkıyla alev alev yanıyordu.
    Peygamber Efendimize annesini göstererek “Bu annem Selmâ’dır” dedi. “Onun hakkında Allah’a duâda bulunmanızı arzu ediyorum. Umulur ki Allah onu Cehennem ateşinden hatırın için kurtarır.”

    Bu samimi arzu samimi duâ ile birleşti ve o anda orada Ümmü’l-Hayr Selmâ Hâtun bahtiyar mü’minler safına katıldı.

  2. #2
    sadece SUSUYORUM artık tükenmez@kalem - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik tarihi
    13.10.2011
    Mesajlar
    1.322
    Post Thanks / Like
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    73

    Standart

    Bütün Bunlar İmtihandı

    İlk Müslümanların maruz kaldıkları bu işkence eziyet ve hakaretler karşı karşıya bulundukları güçlükler ve mâniler Allah tarafından aynı zamanda birer imtihandı. Mesele sadece “îmân ettim” demekle bitmiyordu. Îmândaki sadâkat samimiyet ve sabırlarının da ölçülmesi gerekiyordu.
    Öylesine güçlükler işkence ve eziyetler olacak ki gerçekten îmân etme arzusunu ruhunda taşıyanlar bütün bunlara aldırmadan îmân edecekler; bu arzuyu ciddi olarak gönüllerinde taşımayanlar ise halis mü’minlerden ayrılacaklardı.

    Nitekim şu âyet-i kerime de bu hususa işâret eder:
    “Doğrusu Biz onlardan evvelkileri de [çeşitli musibetlerle] denedik. Allah [imtihan sûretiyle îmânında] sâdık olanları da muhakkak bilecek yalancı olanları da elbette bilecek.”
    Demek ki îmânında samimiyetin en mühim bir ölçüsü karşılaştığı güçlükler işkence eziyet ve ızdıraplar karşısında boyun eğmemektir.

    Dayanılmaz işkenceler hakaretler eziyet ve zulümler Allah’a îmânın ve Resûlüne tabi olmanın gerçek şuuruna eren hakiki Müslümanların cesaretini kıramıyordu. Onların hidayet dairesinde sebât etmelerine ve başkalarının da o daireye koşmasına mâni olamıyordu. İşkenceler eziyet ve hakaretler âdeta İslâm ateşinin daha gür yanması daha kuvvetli parlaması için birer odun mesabesine geçiyordu. Onlar eziyet ve işkencelerine devam ettikçe İslâm davası da bir başka hızla gelişiyor yayılıyor ruh ve gönüller üzerindeki nûrdan saltanatını devam ettiriyordu.
    Şurası muhakkaktır ki zor ve tahakküm hiç bir zaman hiç bir devirde devamlı olarak hak ve hakikatı yenememiş boğamamış ve kendine esir edememiştir. Aksine hak ve hakikat çoğu kere zoru da tahakkümü de zulüm ve zulmeti de yenmiş yok olmaya mahkûm etmiştir.
    Asr-ı Saâdet Müslümanlarının dayanılmaz işkence ve zulümler karşısında gösterdikleri eşsiz cesaret engin sabır ve harika metanet cidden insaf ve basiret sahiplerinin gözlerini yaşartacak bir ulviyete sahiptir ve günümüz Müslümanları için de birçok ibretleri havidir. Öyle ki İtalyan muharrir tarihçi Leone Kaitano gibi azılı bir İslâm düşmanı bile şu itirafı yapmaktan kendini alamamıştır:

    “Hayret hayrettir ki aralarında bir tane bile dönek yoktur!”
    Asıl hayret edilecek husus ise böyle bir itirafta bulunan muharririn İslâma gönlünü ve kalemini teslim edeceği yerde düşmanlıkta devam etmesi âdeta gündüzün ortasında güneşi görmemek için gözünü kapamasıdır.

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  

  • Şikayet, Telif hakları ve Yasal bildirimler için tıklayın.
  • .

    İletişim: [email protected]