Spinoza çağdaş yorumcularından Antonio Negri'nin yazdığı gibi çağının bir "anomali"sidir. Üstelik 17. yüzyıl Hollanda'sı gibi bir başka anomalinin içinde yaşamaktadır - din savaşlarıyla ve despotik-merkantilist rejimlerin iktidarları altında sarsılan Avrupa'nın "en özgür" dolayısıyla en hoşgörülü diyarı.. Spinoza üçüncü kez de anomalidir - o dönemin Amsterdam'ında bir kaç kuşaklık bir geçmişe sahip muhtemelen ya İspanyol ya da Portekiz göçmeni bir Yahudi ailesine doğmuştur.

Çok değil 23 yaşında dinsel ve ticari eğitim aldığı sinagog mektebinden dahası cemaatten ve hayattan ihraç edilir. Başından geçen bir aforozdur --ve korkunçtur çünkü hiç bir Yahudi genci "doğal bir tüccar" olarak onunla herhangi bir ticari ilişkiye giremeyecek sokakta ona dört metreden fazla yaklaşmayacak yazdığı hiçbir şeyi okumaya kalkışmayacaktır. Artık yalnızdır --Avrupa'nın en "özgür" ve "hoşgörülü" ülkesi Hollanda'nın sunduğu burjuva şanslarını tadabilen gruplardan Kolejlilere (Collegiantes) yaklaşır önce; ardından da Descartes felsefesinden etkilenen bazı entellektüel çevrelere... Amsterdam'ı özellikle bir Yahudi fanatik tarafından uğradığı hançerli saldırının ardından terketmiştir --söylendiği kadarıyla "hoşgörüsüzlüğün ne mene bir şey olduğunu" hep hatırda tutabilmek için hançerle yırtılmış mantosunu da yanında taşıyarak. Tek geçim kaynağı öğrencilik yıllarında eğitimini aldığı "mercek yontuculuğudur". Seyyardır ve pansiyon benzeri yerlerde yaşamaktadır. Bir dönem kendisini koruması altına alan Van der Ende adlı bir Protestan esnaf ve düşünürün kızı Margerita'ya tutulmuş olduğu söyleniyor. Bu konular oldukça karışıktır ama Spinoza yine kişiliğine uygun bir anekdot vermektedir bize: Evlenmek üzere kızın babası ondan Hıristiyanlığı seçmesini talep etmiş o ise reddetmiştir...

Olayın "gerçek" olması pek muhtemel değildir ama Spinoza'nın öz yaşamöyküsünün temel bir özelliğini dışavurmaktadır: Bağımsızlık ve zihinsel özerklik... Asosyal biri asla olmadığı için yavaş yavaş kendi düşüncelerini yayabildiği bir dostlar ortamı oluşur çevresinde --her meslekten tiynetten dinden ve dilden insanlar; hekimler esnaflar zanaatkarlar düşünürler matematikçiler tüccarlar... Düşünceleri yavaş yavaş gelişmeye ve yetkinleşmeye başlamıştır --Descartes felsefesini tartıştığı Kısa çalışma'sı ile ılkeler'i... Ardından Ethica'sını yazmak üzere yarım bırakacağı De Emendatione Intellectus (Zihnin Tamiratı Üstüne) adlı kitabı... Bu kitaplar "kamuya açık" kılınmazlar --bilindiği gibi sahte adla yayınlanmış Tractatus Theologicus Politicus'undan (Tanrıbilimsel ve Siyasal Otorite Üstüne Çalışma) başka hiç bir kitabı sağlığında yayınlanmadı. Çalışmaları yine de "dostlarının malıdır." Yavaş yavaş ün kazanmaya başlar. Düşünceleri Avrupa ölçekli yayılmakta ve lanetlenmektedir. O sıralar Prusya Elektörü'nün üniversitesinde özel hoca olarak ve iyi bir para karşılığında ders verme üzere bir davet alır: Bir Spinoza anekdotu daha --elektörün danışmanı Fabritius "değerli bay Spinoza"nın "kamusal olarak kurulmuş düzene ve resmi kamusal dine aykırı düşen öğretilere" rağbet etmeyeceğinden "emindir".

Spinoza ise nazik cevabında teklifi reddederken anlaşılan bundan hiç de "emin" değildir: "Majestelerinin 'kamusal olarak kurulu' öğretilerinin "sınırlarının" nereye kadar düşünmesine izin vereceğinden "kamusal olarak ders vermesinin" kendisini adadığı düşünme ve felsefe çabasından ne ölçüde feragat etmesini gerektireceğinden asla "emin" değildir. ıkincisi anlaşılan Elektör hazretleri Spinoza'nın düşüncelerinin "gelecekte ne olacağını" daha şimdiden "bilmektedirler". Bu yüzden kalkıp gelmesine gerek yoktur. Son olarak "görüşlerini ve öğretilerini yayma şansı" kendine tanındığı için verdiği dersler karşılığında para alması hiç de yakışık almaz. Öğrencilerinden para almaması gerekir bir öğretmenin aksine onlara para vermelidir... Ve Spinoza'nın cebi her zaman delik olmuştur...

Yalnızca dostlarıyla paylaştığı yalnızlığını sürdürür... Ana kitabı Ethica'sını bitirir... Bir ara casuslukla suçlanır. Leibniz tarafından ziyaret edilir ve ona Ethica'sının bir nüshasını verir. ıleride Leibniz Spinoza'yı ziyareti konusunda sorgulandığında "onun neler yaptığını denetlemek amacıyla" böyle bir ziyaret yaptığını söyleyecektir. Koruyucuları De Witt kardeşler isyancı bir güruh tarafından sokakta paralandığı zaman ilk ve son kez "soğukkanlılığını kaybederek" sokaklara fırlayıp bağırıp küfretmeye başlar. Evine dönmeye pansiyon sahibi tarafından zorlukla ikna edilir...

1774 yılında aniden veremden ya da muhtemel bir akciğer hastalığından (cam yontma zanaatının bir mirası) öldüğünde geriye belirsiz miktarda yayınlanmamış yazı kitap ve mektup bırakmıştır. Dostları bunların bir kısmını azar azar yayınlayarak onun "kötü ününe" katkıda bulunurlar --Leibniz Spinozacılığı yok etmek için elinden geleni yaparken Locke Hume gibi düşünürler de dahil olmak üzere hemen herkes onu lanetlemekte ağız birliği içindedirler. Bayle Felsefe Sözlüğü'ndeki Spinoza makalesinde son ve kesin darbeyi vurur: Spinoza bir asır boyunca artık "üzerinde düşünülmemesi" "hatırlanmaması" gereken bir düşünürdür.

18. yüzyılın sonlarında Alman Romantikleri Spinoza'yı yeniden "keşfederler": Lessing özellikle de Goethe... Spinoza evrensel bir uyumun dünyasıdır artık --Sturm und Drang'ın cehennemi gidişatından ve tinsel aşırılıklarından bunalan Romantiklerimiz belli bir yanlış anlama dozuyla hayranlık duydukları Spinoza'yı yüceltirler --akıl ile duygular dünyası arasındaki uzlaşmanın doruk noktası hiç değilse anahtarı olarak Spinozacılık...

Alman Romantiklerinin çağdaşı Hegel ise onlardan farklı olarak iyice ikiyüzlüdür. Spinoza'yı kabul etmiş görünür ve her fırsatta "över": Spinozacı olmadan filozof olunamaz... Spinoza erdemin simgesi değil ta kendisidir... Buna karşın Jena döneminden başlayarak Spinoza'yı ciddi bir takibat altında tutar --ne yapıp edip bu tuhaf ölçüde etkili ve sistemli düşünceyi altetmek artık onunla işi bitirmek zorundadır. Mantık Bilimi'nin "Ölçü" başlıklı bölümünde bütün köprüleri attığına nihayet kanaat getirir: Bu adamın "olumluluğu" o kadar ölçüsüzdür ki hiç bir şeyin "yadsınmasına" olanak bile tanımamaktadır. Bu adam her yeri o kadar Tanrıyla doldurmaktadır ki insanın özgürlüğü gibisinden bir düşünceyi ta baştan yasaklamaktadır. Nihayet Spinozacı olmadan filozof filan olunamaz ama Spinoza'yla kalırsak "modern" olamayız...

Spinoza günümüz düşünce dünyasının içine bir kez daha doğmaktadır: Önce Merleau-Ponty'nin deyimiyle "ufak akılcılık" geleneği hatırlar onu*. Sonra Nietzsche düşüncelerinin bütün önemli noktalarında aslında bunca yıldır Spinozacı olmuş olduğunu itiraf eder. Ardından Althusser (ve ardılı Macherey) Marx için (daha doğrusu Marksizmi 'Hegelci diyalektikten arındırmak' için) ünlü "dolaşmasını" Spinoza güzergahından geçirir. Toni Negri gibi bir "ıtalyan Marksisti" Spinoza'yı yalnızca bir "dolaşma aracı" olarak değil "vahşetin bir çağrısı" devrimci şiddetin doruğu olarak onaylar. Son olarak Deleuze Spinoza'nın "tüm filozofların hükümdarı" olduğunu yazar --hayatı ve eseri felsefeler arasında bir felsefe değil felsefe adı verilen şeyin ta kendisidir...

Felsefe ve Anekdot

Hayatını anlatırken Spinoza'nın anekdotlarından bahsedip durduk. Bir filozof için "yaşamöyküsü" pek bir şey vermeyecektir. Bir yazar ya da sanatçıyı kavramak için gerekli boyutlardan biri olabilen yaşamöyküsü genel olarak filozoflar hakkında pek bir şey anlatmaz bize. Filozoflar için bize bıraktıkları anekdotlar önemlidir. Sözgelimi Platon Syracusa tiranı tarafından defedilir; Herakleitos dağa çekiyerek tapınakta çocuklarla oyuna dalar; Empedokles kendini Etna yanardağına atar... Şimdi bir Spinoza anekdotu daha... Spinoza'nın "özel" dostlar çevresinden biyografisinin yazarı düşünür Tschirnhaus anlatıyor: Spinoza'yı bir gün örümcek ağlarına sinekler atıp nasıl hayatları için ölümüne mücadele ettiklerini seyrederek çocuk gibi kahkahalarla gülerken yakaladım... Bu anekdot Spinoza adlı 17. yüzyılın "dönek Yahudi" "lanetli" filozofunun portresinin ana çizgilerini gözlerimiz önünde kurmaktadır: Hayat her şeyin varlığını sürdürmek için belirsizce ve sonsuzca harcanan bir çabanın (conatus adını verir bu çabaya) süregidişidir...

Yani sonsuzca bir akış... Tschirnhaus'un bahsettiği çocukluğu bu düşünürün inanılmaz güçteki düşüncesinin temel unsuru haline getiren işte bu özelliği yani doğada mutlak bir masumiyeti varsaymasıydı. Bize belki bir "zalimlik" belirtisi olarak görünebilecek bu anekdot Ethica yazarının asırlar öncesinden bize gönderdiği bir mesajdır aslında: Yaşam hiç bir surette "iyilik" ve "kötülük" terimleriyle sorgulanamaz. Hayat sürer... Yaşamın özü amaçsızca ve belirsizce süregitmesidir.

Aynı anekdot Ethica'ya ikinci bir anahtar sunar: Hayat kaçınılmaz bir mücadele bir kavga zorunlu ve cebri bir akıştır. Bu akış üzerinde Tanrılar bile birbirlerini yemektedirler (Almanların Tanrısı Osmanlıların Tanrısını "yiyecektir")... Ve biz sapına kadar "doğanın içindeki" varlıklar olarak bu cehennemi akışa mahküm görünüyoruz... Din savaşlarından yırtabilirsek belki de iktidarını yeniden kuracak bir despotun egemenliği altına düşeceğiz.

Durum Spinoza'nın "felsefi kavramlarının" işleyişi açısından da pek iç açıcı görünmemektedir şimdilik: Biz fikirlerimize bile sahip değiliz... Aksine fikirlerimiz hep başımıza gelen şeylerdir. Bu durumu Spinoza Etiğinin ikinci kitabının hemen başlarında teyit eder: Fikirler bir taraftan "nesnel bir gerçekliğe" sahiptirler --yani "bir şeyleri temsil ederler"... Ama öte yandan her zaman herhangi bir fikre dair bir "fikir" de oluşturabilecek yaratıklar olduğumuz için fikirler birer "şey"dirler ve gelip bize çarpıp geçerler... ınsanlık halinin önemli bir kısmını fikirlerin birbirini kovalayıp durması birbirlerini destekleyip reddetmesi yaşantıları oluşturmaktadır.

Spinoza hiç bir zaman şu soruyu sormaksızın herhangi bir düşünce üretmemiştir: Peki bunlarla ne yapacağız? Felsefesi derinden derine pratiktir bütün örnekler günlük hayata dairdir; hayattır... Ama hayatta size daha da kötü gibi gelecek bir hakikat daha vardır. Fikirler bizde olurlar ve birbirlerini kovalayıp dururlar --elden hep kaçarlar... Ama herbiri bir "şey" de olduğu için onların "yetkinliğinden" Spinoza'nın deyişiyle "varoluş gücünden" de bahsetmeliyiz. Bu mesele Spinoza felsefesinin anahtarıdır --bunu anlarsanız her şeyi anlamışsınız demektir: Sonlu bir varlığa dair bir fikir olarak "örümcek" fikri sonsuz bir varlığın fikri olarak "Tanrı" fikrinden sonsuzca daha az yetkindir varolma ve etkileme kudreti sonsuzca daha azdır... Böyle bir şeyi (yani fikirlerin birbirlerinden farklı kuvvetlere sahip olduklarını) anlarsanız Spinozacısınız demektir.

O zaman artık Spinoza'nın "duygulanışlar" öğretisine geçebilirsiniz. Burada Spinoza bize bir şey hatırlatacaktır: Bizde yalnızca fikirler birbirlerini kovalamakla kalmazlar; aynı zamanda bu fikirlerin herbirine tekabül eden onlar tarafından belirlenen "ruh halleri" de uyanır. Sokakta yürürken hiç sevmediğim Ahmet ile karşılaştım. Bende elbette onu temsil eden bir "Ahmet fikri" oluştu. Ama yalnızca bununla kalmıyor hiç bir şey. Kötü bir duygu ya da izlenim Ahmet ile karşılaşmak beni mutsuzlaştırdı üzdü... Sonra pek sevdiğim birisiyle Mehmet ile karşılaşıyorum... Seviniyorum... Demek ki fikirler yalnızca farklı kuvvetlere sahip olmakla kalmıyorlar aynı zamanda Spinoza'nın deyişiyle "belirledikleri" "duygulanışlar" da sürekli bir değişim hali yaratıyor.... Bir hale daha mahküm görünüyoruz: Sevinç-üzüntü-sevinç-üzüntü... işte hayat budur: Sevinç ile üzüntü duygulanışlarının fikirler tarafından belirlenmiş olarak devamlı birbirlerini takip edişi.... Bu evrensel insanlık durumunu Spinoza "fluctuatio animi" ruhun dalgalanışları terimiyle ifade ediyor...

Bir "fikir" (idea) nedir? Bir "duygulanış" (affectus) nedir? Evet bir fikir iki belirlenime sahiptir: Bir taraftan bir şeyi "temsil" etmektedir öte taraftan kendisi de bir "şey"dir... Bir duygulanış ise önce bir "şey"dir sonra da ikinci özelliği fikrin aksine o "hiçbir şeyi temsil etmeyen" bir düşünme tarzıdır. Yani şu: Biz bir şeyleri kendimize "temsil etmekle" yetinmeyen varlıklarız. Aynı zamanda o şeylerden etkileniyoruz --onlara kızıyoruz onları seviyoruz umutlarımızı bağlıyoruz öfkeleniyorz onlardan nefret ediyoruz korkuyoruz kurtarıcılarımız olarak onlara sarılıyoruz... ınsanlık halinin bir görünümü daha...

Unutmayalım: Her duygulanış bir fikre sahip olmayı varsaymaktadır. Başka bir deyişle Spinoza bize sevmek için sevilecek bir şeyin fikrinin ister bir imge olarak isterse kavram olarak bizde bulunması gerektiğini anlamak istemektedir. Şeftali severim. Ağzımın suyu akar. Ama "şeftali" fikrinin bende önceden bulunması gerekir... Sokakta eski sevgilimle karşılaşmak beni üzer. Ama önce onunla bir sevgili hayatı yaşamış olmam ve bu hayatın bir dramla sona ermiş olması gerekir --üzgünüm...

Spinoza o kadar "günlük hayat" içindedir ki onu okuyup "anlayamadım" demek insanın düşünme gücünün ne kadar örselendiğini dışa vuracak kadar büyük bir felakettir. Bir Hegel'i "anlayamamanız" sizin için artı bir puan olabilir. Hiç değilse "olumsuzun" yüceltildiği nefret edilesi ve Nietzsche'nin deyimiyle adamı "tarihin tekne kazıntısı" haline getiren bir duygudan kendinizi --bilmeden de olsa-- kurtarmış olursunuz. Oysa Spinoza felsefesinin işleyiş tarzı onun mutlaka kavranır olmasında yatar. Böyle bir felsefenin kavranamaması demek düşünememek anlamına gelir. Bunun nedeni Spinoza'nın düşünmeyi çok geniş bir anlamıyla ele almasıdır: Varoluşun sıfatlarından biri olarak düşünce... Bu ne demektir? Açıkça söylemek gerekirse Spinoza'da düşünce ya da genel olarak fikir denilen şey varolan şeylerin bir özelliğidir onları kavrayan varlığın yani Descartes'ın Cogito'sunun bir ayrıcalığı değildir. Her cismin şu kibrit kutusunun bile bir "fikri" vardır. O yalnızca insandan farklı olarak bu fikri "bilinç" alanına taşımaz. Başka bir deyişle kendi hakkında bilinç sahibi değildir. Oysa insan belki de ne yazık ki diyeceğiz kendi hakkında bir "fikir" sahibidir.

Bu noktaya kadar Spinoza'yı herkes gibi düşünür halde buluruz: ınsan bilinçli akıl sahibi bir varlık olarak kibritlere ya da hayvanlara göre "üstündür". Ancak çok geçmeden Spinoza'nın bakış açısından insanın tam da "bilinç sahibi" olduğu için belki de en düşkün en şanssız varlıklar arasında yer alabileceğini de anlarız. Çünkü insan "mutsuz" olabilmesinin koşullarını alabildiğine abartmış bir varlık türüdür. "Ayrıcalıklı" olduğunu düşündüğümüz yaşam alanları (farkındalık algılama üstünlüğü ve asıl önemlisi "düşünen bir varlık olması") hiç de öyle a priori "mutluluk şansları" sunuyor değildir ona. Çünkü gerçekten de Spinoza'nın tasvir ettiği korkunç bir döngünün göbeğinde yaşamaktadır: Fikirleri vardır ve bu fikirler zorunlu olarak bazı duygu hallerini belirlerler. Bu duygu halleri ise asla kurtulamayacak gibi göründüğümüz bir kaderin sevinç-keder-sevinç-keder ardışıklığının anlık dışavurumlarından başka bir şey değildir.

Spinoza felsefesinin muazzam zerafeti işe tam da bu noktada belirir. Evet "düşkün" ruhlarız biz. En kolaycı bir umudun peşine düşebildiğimiz gibi en sapkın en tahakkümcü tiranlık tarzlarının bile bizi rahat ettireceğine inanabilir boyun eğeriz. Boyun eğmek üzere muazzam karmaşıklığa sahip makinalar ve sistemler yaratmışızdır: Din bunların en yalını dolayısıyla en namuslusudur. İşte Spinoza'nın insanı kanını donduracak sorusu --Tanrı ne işe yarar?

Tanrı mı?

Olağan dindar zihniyet kadar Tanrıbilimsel düşünce de "Tanrı"yı bir "kullanım değeri"ne sahip kıldığı ölçüde Spinoza'nın Tanrı fikrini "pratik felsefe"nin temel dayanağı haline getirmesi suçlanabilir bir girişim değildir. Spinoza tıpkı bir Rönesans ressamının yaptığı gibi hep ilahiyattan tanrısallıktan ve dinsel-metafizik temalardan bahsedip durur. Ama ne kadar bahsederse o kadar fazla "tanrıtanımazlıkla" suçlanmış olması bize onun felsefesinin anahtarlarından birini kazandıracaktır.

Nasıl Rönesans resmi "insanların yoksul dünyası"nın sunabileceği temalarla asla gerçekleştiremeyeceği bir özgür formlar temalar renkler ve perspektifler çoğulluğu dünyasını serbest kılabilmek amacıyla ilahi temaları yeniden ve yeniden kurgulayıp durduysa Spinoza da pratik felsefenin tek amacı olan "en üstün kıvancı" serbest kılabilmek için Tanrı'yı kullanacaktır. Ama asla "uhrevi dinlerin" insan-görüntüsü taşıyan Tanrı'sı ya da mistisizmin vahdet tanrısı olarak değil bütün çoklukların toplamı ve birliği olarak sonsuz ve ebedi tanrısı olarak. Artık Tanrı ne dinsel ya da ahlaki sorumluluğun hesap sorucu mercii olarak Tanrıdır ne de genel olarak filozofların özel olarak da Descartes gibi düşünürlerin "felsefi" tanrısıdır. Spinoza'da Tanrı'nın "pratik kullanımı" şöyledir: Yaradan olarak dünyanın dışında olmayan ezeli-ebedi bir sonsuzluğun yani sonsuzca sıfatlanmış tözün ifadesi olarak Tanrı. Tanrı varsayılan bir varlık değildir; uygulamaya konulan bir varlıktır --sonsuzun varlık tarzı...

Tanrının kullanımının birinci anahtarı Ethica'nın ikinci kitabında Spinoza "fikirlerin birbirini takip edişi" üzerinde konuşmaya başladığında elde edilir: Simmel'in modern kentli dünyasında olduğu gibi bizde fikirler hep birbirlerini takip ederler: Birbirlerini kovalarlar yok ederler ya da aksine güçlendirip desteklerler. Bu günlük olağan herkesin bildiği bir "insanlık halidir". Biz sürekli olarak fikirlerin bombardımanı altındayız. Sokakta yürürken Ahmet ile karşılaştığımızda işte bir "Ahmet fikri" ve ardından gelen bir dizi çağrışım... Biraz ilerde Mehmet ile karşılaştığımda işte bir "Mehmet fikri" ve onun çağrışımları... Sabahleyin alacakaranlığı geride bırakarak yükselen güneş ve onun "fikri" öğleyin daha yakıcı bir güneşin "fikri" ve onun akşamleyin çekip gidişi...

Spinoza'da bir "fikir" nedir öyleyse? "Herhangi bir şeyi temsil eden bir düşünme tarzı"dır. Ve bir şeyi temsil ettiği ölçüde bir fikrin Ônesnel gerçekliği' vardır. Bu kadar gündelik hayata ait bir halden Spinoza yoğun bir kuramsal sıçramayla (formaliter) bambaşka bir dünyaya bol bol Tanrı'dan sonsuzluktan ebediyetten bahsedeceği o ağır felsefi dünyaya nasıl geçer? Çok basit: Bir fikrin nesnel gerçekliği onun bir şeyi temsil etmesi bakımındandır. Ama ben her zaman bir fikrin de fikrini bir fikri de temsil eden bir fikri oluşturabilirim. Öyleyse bir fikir de "kendinde" bir "şey"dir... Tıpkı bir cisim gibi... Spinoza bir "şey" olarak fikrin gerçekliğine "fikrin biçimsel gerçekliği" demektedir. Ve fikrin "biçimsel gerçekliği"nden bahsetmeye başladığımız andan itibaren işin bütün görünümü değişir: Spinoza her "şey" gibi fikirlerin de "yetkinliğinden" ya da "varolma kudretinden" söz etmeye başlar --sonlu bir varlığın fikri olarak örümcek fikrinin "biçimsel gerçekliği" elbette sonsuz ve ezeli-ebedi bir varlığa dair oluşturulmuş Tanrı fikrinden sonsuz derecede daha az bir varolma kudreti yetkinliği ve gücü vardır. Fikirler zihinde (mens) belli bir kuvvet uygulamaktan asla geri kalmazlar.

Spinoza sonra yine gündelik yaşama döner: Bizde yalnızca hem kendileri farklı kuvvetler uygulayan "şeyler" olan hem de "şeyleri temsil eden" fikirler yoktur.

Tutkularla gerçekleştirilebilecek her şey akıl yoluyla da gerçekleştirilebilir. Spinoza Hollanda'nın bu "dönek" Yahudi düşünürü felsefe dünyasına Alman Romantiklerince (Lessing Goethe vs.) yeniden davet edildiği zaman bu formül de esas değerine kavuşuyordu: Sturm und Drang'ın aşırılıklarından artık bıkmış olan Goethe ile Lessing ancak onun felsefesinde "akıl" ile "tutkular" ve "duygular" dünyası arasında bir dolayım şansı bulunabildiğini farkettiler.

Protestanlığı Batı felsefesine yeniden kodlamayı başaran Kant ve özellikle Hegel yetişip bu çok özgün "Spinoza etkisi"nin hakkından gelinceye kadar Spinoza'nın formülü yer yer bir şiir ilhamı bile oluşturabilmişti. Bugün klasik felsefe terimlerinin ve metafiziğin ağır eleştirilere tabi tutulduğu ortamda Spinoza'yı ikinci bir kez daha davet edebiliyorsak söz konusu formüle verilen Romantik anlamın ötesine taşmamız gerekiyor: Spinoza felsefesi "tutkuların" yerine "akıl" vaazeden bir felsefe değildir. ınsanların "aklın buyruğuna göre davranacakları" umudunu Ethica'da formüle eder etmez ardında bırakır. Yine de bizi "olabilirliklerin" "gizil güçlerin" alanına mahküm etmeden yapar bunu. Ne eksik ne de fazla Spinoza felsefesi tam tamına "pratik" nitelikli bir felsefedir: Bu yüzden bir dizi formülün tanımın kanıtlamanın ve önermenin sıralanıp durduğu "more geometrico" yani "geometrik düzene uygun olarak gösterilmiş" sunuş yöntemi...

Etika'nın Tekniği

Ethica'yı okumaya girişmekte bazı kolaylıkları sunmak zorundayız şimdi. Özellikle ikinci bölümün başında Spinoza tartışmasının kavranabilmesi için çok önemli olan bazı ayrımları ortaya atmaya girişir: "Fikirlerden" (idea) bahseder. Buna bağlı olarak bu fikirlerin tekabül ettikleri "bedenlerden" ya da "cisimlerden" (corpora) bahseder. Bahsettiği üçüncü bir şey de "duygulanışlar"dır (affectus). Önce Spinoza için bir "fikrin" ne olduğuna bakalım. ılk nokta Spinoza için "fikrin nesnel gerçekliği"nin ne anlama geldiğini yakalamaktır. 17. yüzyıla kadar unutulmamalı ki bir filozof "nesnel gerçeklikten" bahsettiği zaman bundan "bir şeyi temsil eden fikrin" gerçekliğini anlamaktadır. Bir "üçgen fikri" üçgeni temsil ettiği ölçüde "nesnel gerçekliğe" sahiptir. Nesnel gerçeklik bir fikrin temsil ettiği şeyle olan ilişkisi demektir.

* Merleau-Ponty Spinoza'nın muhteşem masumiyetinin hakkını verenler arasında ilktir: Spinoza Descartes ve Leibniz "büyük akılcılığın" adamlarıdırlar --"olumlu bir sonsuzluğu" seyrederler ve çocuklar kadar büyük bir mutlulukla yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan "bilimler" ile "metafizik tinin" arasını hiç birisini örselemeden bulmayı başarırlar (bkz. M. Merleau-Ponty "Introduction" Les Philosophes celebres.)