Her canlının hayatta kalmak ve yaşadığını hissetmek için uyarıma ihtiyacı vardır.

İnsan gelişimi büyük ölçüde etkisi altında kaldığı uyarım yoğunluğunun kalitesine göre şekillenir.Bir bebeğin sadece bedensel ihtiyaçlarının karışlanması yeterli değildir. İnsan sıcaklığı ve şefkatten mahrum bırakılan bebek ölür.

Yetişkin bir insanın görme duyma dokunma koklama gibi uyarımlardan mahrum bırakılması ruhsal bozukluklara çoğu zaman akıl sağlığının yitirilmesine yol açar.

Günümüzde büyük çapta uyarım dünyasının içinde yaşamaktayız. Biz insanların ürettiği müzik radyo tv reklamlar afişler kitaplar giysiler mimari.... vs. gibi uyarımlar bedensel gereksinimlerimizden çok ruhsal durumumuzla ilgilidirler.

Çevremizi kuşatan uyarım dünyası olmadan kendimizi çoğu zaman boş sıkılmış keyifsiz hissederiz.Hatta kendimizle hesaplaşmaya girmeden yaşıyor olma duygusunu elde etmek için bu uyarımlara ararız.

Bu bize yaşadığımızı hissettiren uyarım koşullarını bilinçli olarak seçmediğimiz anlamına gelir.

Çoğumuz bu bağımlılık ve zorunluluğun farkına varmadan bilincinde olmadan seçimler yaparız.

Bazı insanların uyarımları seçebilirken diğerlerinin seçememesi; bebeklikten itibaren maruz kaldığımız uyarım dünyasının niteliklerine bağlıdır.Bunun sonucu olarak aynı ortamda bulunsak bile farklı uyarım koşulları arayarak farklı dünyaları yaşarız.

Karşımıza çıkan uyarımlar 2 temel gruba ayrılabilir.

1 – İç dünyamızı harekete geçiren duygularımız ve gereksinmelerimizle bağlantılı uyarımlar

2 – İnsanı girdi – çıktı makinesi gibi gören önceden programlanmış tepkilerin aracısı haline getiren uyarımlar.

1.gruptakiler iç dünyamızı etkilediğinden bizi yeni içsel bütünleşmelere götürmektedir.

2.gruptakiler iç dünyamızla doğrudan bağlantı kuramayan bu uyarımlar kısıtlanmış bir kendiliğin ifadesi olarak bizi yine kısıtlanmış bir kendiliğe götürür.

Her iki grup uyarımlar da insana canlı olduğunu hissetmeyi sağlarlar.

İki grup uyarım da yaşamın kendisidir ama yarattığı etkiler bakımından farklılık gösterirler.
Günümüzde uyarım dünyamız iç dünyamızı etkileyememekte hep daha fazla uyarım koşulu aramaya itmektedir.

Ama bu uyarım koşulları da bizi sadece eylemsel olarak etkilemektedir.
Bir döngü içinde uyarım koşullarına bağımlı hale gelmekteyiz.

Kendimizi canlı hissedebilmek için dış etkenlere gittikçe daha çok gereksinim duyduğumuzdan uyarımlara bağlı kalmak yaşamsal bir güdü haline gelmektedir.

Uyarım koşulları bir noktadan sonra iç dünyamızı boş bıraktıkları halde; bizi yine kendilerine götüren bir yörüngeye oturtur. Ama boşluğumuzu doldurmak için onlara gereksinim duyduğumuza inandığımızdan; Bize boşluktan başka bir şey vermeyen bir şeye gereksinimiz artmaktadır.Uyarım koşulları; ev araba cihazlar.... koşulları arttıran herhangi bir şey.

Sonunda kendimizi canlı hissedebilmek için aradığımız şey sadece değişimin hızı olur.
Uyarımın şekli ve içeriği önemini kaybeder. İçerik gittikçe önemsizleşir boş şekiller tercih edilir.

Çünkü içeriği ve anlamı olan şekiller değişimin hızını yavaşlatır.

Çünkü anlam zihinsel bir örgütlenme gerektirdiğinden zaman alır.

Günümüz uyarım dünyasının şekillendiren bilincin kendisi de kısıtlanmıştır.
Varoluşumuzla ilgili soyut kavramlardan oluşan bu bilinç etkisinde kalan insanı gittikçe kısıtlamaktadır.

Temelinde insanın girdi-çıktı özellikli bir nesne olduğu fikri yattığından içsel dünyamıza açılmamızı onu geliştirmemizi engelleyerek bizi sonunda gerçek birer nesneye dönüştürür.

Çoğunluk insan kendisini dışarıdan göründüğü ya da görünmesini istediği kişiliğe büründürür.

Bizi uyarım koşullarına boğan bir toplumda yaşadığımız halde kendimizi sürekli huzursuz ve mutsuz hissetmemizin nedenlerinden biri budur.

Bu türdeki uyarım koşulları kısıtlanmış bir bilincin ifadesi ve harekete geçirilmesidir.

Canlılığımız dış uyarımların sürekli akımına bağımlı hale gelmişse bu bağımlılıktan kurtulamayız.

Aksine gerçek nedenlerini anlayamadığımız içsel tatminsizlik farkına varmadan bizi dış görünüşlerin kucağına iter.

Çünkü bize öğretilenlere göre dış görünüşte bir tür canlılık vardır.

Ama bu tür uyarımlar asla yaratıcılığa değil salt tepkilere neden olarak bizi robota çevirir.

Kendimizi dış nesnelerde bulacağımızı sanarak yaşamı bu nesnelerle sahip olmanın ifadesi olarak görürüz.

Böylece yaşam bilinci piyasanın sunduğu ürünlerle sınırlanır kişiliğimiz sanayi ürünleri tarafından belirlenir.

İçimizdeki tedirginlik ve boşluğu anlayamadan sürekli bir asabiyetin kör duygusunu ediniriz.

Satın alınan yeni nesneler ve dış değişikliklerle boşluk duygusunu doldurmaya çalışırız ama içimizdeki sefaleti ve ona eşlik eden öfkeyi algılayamayız.

Gelişmiş teknik bize mükemmellik duygusu verdiğinden gittikçe daha çok teknik talep etmekteyiz.

İnsanlara şöyle bir baktığımızda tanımadıkları ama huzursuzluk duydukları; kendi iç dünyalarının istekleri için oradan oraya koşturup sayısız işle uğraşırlar.

İç dünyalarının korku ve yetersizliklerinden çaresizliklerinden kaçtıklarının bilincinde değillerdir.

Korku yerin örneğin can sıkıntısı hissederiz. Böylece çılgın hareketler artar kör bir öfkenin etkisi hissedilir.

Kendimizi ancak bizi sürekli dış görünüşün önemine yönlendiren tepkiler vasıtasıyla canlı hissettiğimiz sürece kendi kendimizi yok etme eğilimimiz artarak sürer.

Bu şekilde ne kendimiz olabiliriz; ne de kendimizi gerçek anlamda canlı hissetmemiz için gereken yaratıcılığa sahip çıkabiliriz.

Gerçekten canlı kalmak için tepki vermek yetmez hissetmek de gerekir. O zaman bir şeylerin üzerinde durmaya başlarız.

Çünkü herkesin sahip olduğu yaratıcı gücün ortaya çıkması ve eylemlerine nüfus etmesi için zamana ihtiyacı vardır.

Ama bunun yerine uyarım koşullarının zincirlerine vurulmuş robotlar haline geliyoruz.

Bağımlı olduğumuz dış dünya iç dünyamıza ulaşmamızı engellediği için gelişme olanaklarını elimizden kaçırmaktayız.

Bir insan içsel gücünü ve iç dünyasını geliştiremezse dış uyarımlar olmadığında kişiliğini ve kişiliğini bir arada tutan unsurları parçalanacaktır.

Dış uyarım koşullarının önemi reddedilmemekte ama farkına varmadan maruz kaldığımız dış uyarım koşullarının etkisiyle iç dünyamıza dokunmamakta; biz dış dünyaya bağımlı hale getiren uyarım koşulları tarafından yönlendirilmekteyiz.

Dış koşullar içsel süreçleri başlatmamakta ayrıca böyle bir gelişim kendi kendimize sahip olduğumuz hayalini güçlendirmektedir.

Değişimin peşinden koşmakla sonuçlanan bu kısır döngü tahrip edici etkilerini gösterecektir. Çünkü bu insanın gerçek gereksinimlerini anlamasını imkansız kılan bir engeldir.
Arzu ve ihtiraslar baskındır. İç dünyamız beslenmez ve tatmin edilmezse öfke ve yıkıma yol açan bir tedirginliğin kaynağı haline gelir.

Bizi kendimize geri götüren yolu bulmakta zorlanacağız.
Aslında yol göstericiye ihtiyacımız vardır ama bunun farkında olmayız çünkü herkes birbirini örnek alarak aynı kalıba uymaktadır; dışarıya odaklanmış bir arayış çılgınlığı.

Kendi yaralarımızı kendi gereksinimlerimizi ve duygularımızı anlayamayacak durumdayız.
İnsani yaşamın ölümüyle karşı karşıyayız.

Gerçeğimiz gerçekliğini kaybetmiştir; çünkü kendimizle sadece dışarıdan belirlenen soyut kavramlar aracılığı ile anlaşabiliriz. Farkına varamadığımız gerçek gereksinimlerimiz kaybolmaktadır.

Nesnelerin mülkiyeti etrafımızı sarmış; ısrar ettiğimiz değişimle yerimizde saymaktayız.

Giysilerimizi evimizi arabamızı elektronik eşyalarımızı değiştirdikçe her gün yaşadığımız belirsizliğe daha az tahammül edebilir hale gelmekteyiz.

Bu günümüz toplumunda bizi boğuyormuş gibi görünen yeni güven bunalımı.Mizah hayatımızın önemli bir parçasıdır. Sorunlara aşmaya yardım ettiği kadar kendimizi canlı hissetmemizi sağlar.

Gerçek duygu ve yaratıcılığımız kullanılmadığı takdirde körelecek ve ruhsal anlamda fakirleşeceğiz.

İçimizde oluşan boşluk bizi asabileştirmekte ve yıkıcı potansiyeli arttırmaktadır.

Yaşamımız hissedilen tecrübeler yerine önceden belirlenmiş ardışık tepkiler haline gelmiş ve sürekli değişimin açtığı seri ateş duyguların yerini almış durumda.
Kendimizde soluklanmaya meseleleri düşünmeye fırsatımız yok.

Her şey anında tüketmemiz için önümüze porsiyonlar halinde sunulmakta hatta bizim için önceden çiğnenmekte.

Bu yüzden artık heyecanın kendi yaptıklarımızın kaynağı olduğu hiçbir deneyim yaşayamamaktayız.

Tek taraflı uyarımlara bağımlılığımız gün geçtikçe artmaktadır.

İnsanlar kendi uyarımlarına tahammül edemiyor ya da canlılık üreten dış uyarım koşulları kesildiği anda oluşan boşluğa katlanamıyorlar.

Buradaki önemli nokta dış uyarım dünyasını ve değerlerini benimseyerek kendimizi özerk zannetmemiz.

İnsanlarda geldikleri noktada geçmişin önemi yokmuş gibi davranma eğilimi artmaktadır.

Geçmişle bağımız yoksa kendimize gülemeyiz. Mizahın ön koşulu geçmişle canlı bir bağlantının olmasıdır.

Kendine İhanet- Arno Gruen-Çev:İlknur İgon- Çitlembik Yayınları