Foruminci.net

Teşekkür Teşekkür:  0
Beğeni Beğeni:  0
Beğenmedim Beğenmedim:  0
3. Sayfa - Toplam 4 Sayfa var BirinciBirinci 1 2 3 4 SonuncuSonuncu
Gösterilen sonuçlar: 21 ile 30 ve 32

Konu: Efsane/Destan/Hikaye

  1. #21
    Banned
    Üyelik tarihi
    06.09.2010
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    163
    Post Thanks / Like
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart

    ALP EE TUNGA DESTANI

    Alp Er Tunganın M.Ö. 7. yüzyılda yaşamış çok sevilen kahraman bir Türk hükümdarı olduğunu biliyoruz. Belgeler onun Türk beğleri içinde adı ve kutu ile tanınmış bilgili erdemli büyük illeri elinde tutan birçok kavme hükmeden. bir hakan olduğunu söylüyor.

    Bu Alp hükümdarın idaresindeki devletin de Saka Türk imparatorluğu olduğunu söyleyen tarihçiler çoğalmıştır. Bu devletin adı belki onun adıyla ya da babası Peşeng Kağan adıyla söyleniyordu. İranlılar Peşenge Turanlıların hükümdarı (yani Türklerin hükümdarı) Alp Er Tungaya da Afrâsyâb diyorlardı. Afrâsyâbın Alp Er Tunga olduğunu hem Kutatgu Bilig hem de Divan û Lügatit Türk bildiriyor. Afrâsyâb eski İranlıların kötülük ilahlarına verdikleri isimdir. Belki Alp Er Tunga onları çok yıldırdığı için ona bu ismi verdiler.


    Alp Er Tunga İran (Med) hükümdarı Keyhüsrev tarafından bir ziyafete çağrılarak hile ile öldürülmüştü. Bu olay M.ö. 624 (veya 625 626) yılında meydana geldi. Asur kaynaklarında Maduva Heredotta Madyes olarak geçen kahramanın da Alp Er Tungadan başkası olmadığı anlaşılıyor. Cüveyni ona Bükü Han Mercanî ise Bükü Han bin Pişing (Peşeng) diyor.


    Türklerin onu destanlaştırdıkları şüphesizdir. Fakat bu destan zamanımıza ulaşmamış yalnız destanın son bölümü olduğu anlaşılan sagu (ağıt) dan bazı mısralar Divanû Lugatit Türkte verilmiş bulunuyor.


    Alp Er Tunganın adından ve kahramanlığından çeşitli milletlerin tarihinde söz edilmesine rağmen bu bilgiler onun başında bulunduğu devlet hakkında (şimdilik) yeterli bilgi veremiyor.


    Firdevsînin Şehnamesinde uzunca bir yer verilen Afrâsyâbın aslında Alp Er Tunga olduğunu Kutatgu Biligin şu mısralarından anlıyoruz:

    Bu Türk beğlerinde adı belgülüg
    Tunga Al Er irdi kutı belgülüg
    Bedük bilgi birle öküş erdemi
    Biliglig ukuşlug budun ködremi
    Tajikler ayur ânı Afrâsyâb
    Bu Afrâsyâb tutdı iller talab
    Tajikler bitimiş bitigde mum
    Bitigde yok erse kim ukgay ânı?
    Turan ile İran birbirine komşu ve düşman iki devlet idi. iran ülkesinin tahtında Minuçehr Turan ülkesinin tahtında ise Alp Er Tunga'nın babası Peşeng Kağan vardı.

    iran hükümdarı Minuçehr ölünce Kağan Peşeng oğlu Alp Er Tunga'ya şöyle dedi: 'Bu İranlıların bize yapmadığı kötülük yoktur. Şimdi Türk'ün öç alma zamanı gelmiştir!'

    Alp Er Tunga da bunu istiyordu. 'Arslanlarla bile çarpışacak güçteyim ve İran'dan öç alacağım' dedi. Peşeng'in öbür oğlu Alp Arız İranlılarla savaşmak yanlısı değildi. Fakat karar verildi ve Alp Er Tunga savaş hazırlığına başladı.

    Alp Er Tunga arslan yeleli servi boylu idi. Saldırırken timsah kadar cesur av avlarken erkek arslan gibi çevik vuruşmada savaş fili kadar kuvvetliydi. Yürüdüğü zaman yeri sarsıyor ard arda attığı oklar vınlayarak göğü inletiyordu. O hiddetlenip savaşa girecek olsa ayak basıp toz kaldırdığı yerde ova kandan bir ırmağa dönerdi. Dostlarına umut veren kut veren dili düşmanları için keskin bir kılıç idi. Bilgelikte de ondan üstünü yoktu. Yüreği derya kadar geniş eli ise yağmur yağdıran bulut kadar cömertti. Babasının adı Peşeng üçüncü göbekten atasının soyu gibi adı da Türk idi.


    Alp Er Tunganın oğulları ve kızları da vardı. Kızlarından birine kaz (kuğu) kadar güzel olduğu için Kaz adını vermişlerdi

    Babası ona İle Suyuna akan büyük bir çayın kenarında bir kalesaray yaptırmıştı. Kaz burada oynar yüzerdi. Onun için Türkler bu suya Kaz Suyu dediler. Daha sonra Kazın oturduğu oynaya oynaya büyüdüğü yer büyük bir şehir oldu. Bu şehre de Kaz Oynı (Kaz Oyunu) adı verildi. (Bugünkü Kazvin şehri
    Alp Er Tunga ordusu ile İran üzerine yürüdü iki ordu Detıistan bölgesinde karşılaştılar. Türk ordusundan Barman adlı bir yiğit atını öne sürerek teke tek dövüşmek için iranlılardan er diledi. Barmanın karşısına Iran kumandanının kardeşi Kubad çıktı iki savaşçı sabahtan akşama kadar vuruştular. Sonunda Barman kargısı ile Kubadı devirdi ve Alp Er Tunganın yanına zaferle döndü.

    Bundan sonra iki ordu birbirine girdi ve o güne kadar görülmemiş derecede şiddetli bir savaş oldu. Bu savaşı Alp Er Tunga kazandı. Meydan ölen İranlılarla doldu ve İran padişahı geri çekilip Dehistan kalesine sığındı. Fakat Alp Er Tunga kaleyi kuşattı ve sonunda İran padişahını tutsak etti.


    Bundan sonra İrana bağlı Kabil ülkesinin kahramanlığı ile ünlü padişahı Zâl İranlıların yardımına geldi ani bir hücumla Türk ordusunu dağıttı. Buna pek kızan Alp Er Tunga tutsak İran padişahını öldürttü. Öbür tutsakları da öldürmesine kardeşi Alp Arız engel oldu. Tutsakları Sarı şehrine gönderdiler. Daha sonra bu tutsakların kaçmasına engel olamadığı veya göz yumduğu için hiddetlenen Alp Er Tunga kardeşi Alp Arızı da öldürttü.

    Alp Er Tunga yine galipti ve Rey şehrine giderek İran tacını da giymişti. İranlılar ise öldürülen padişahlarının yerine Zevi getirmişti. İki ordu tekrar savaştılar. Savaş sırasında büyük bir kıtlık oldu. Bunun üzerine savaş ve kıtlık insanlığı bitirmesin diye barış yaptılar İranın kuzey eyaletleri Turarın oldu.

    İran padişahı Zev ölünce barış yine bozuldu ve Alp Er Tunga tekrar saldırıya geçti. İranlılar Zâlden yardım istediler. Zâl artık kocadığı için kahramanlıkta kendisini aşan oğlu Rüstemi gönderdi. Zâloğlu Rüstem ordusunun başında ilerleyerek Türkleri bozguna uğrattı ve İran tahtına Keykubadı çıkardı.


    Rüstem bir hücumda 1160 Türk kahramanını öldürdüğü için Türkler çekildiler ve barış imzalamak zorunda kaldılar.


    Daha sonra İran tahtına Keykâvus geçti. O sırada İranın egemenliğinde olan Araplar isyan ettiler. Bu kargaşalıktan yararlanan Alp Er Tunga iran içlerine daldı ve pek çok tutsak aldı. Fakat Kabil padişahı tekrar İranın yardımına geldi ve Türkler yenildi.


    Bu savaştan sonra Zâloğlu Rüstem birliğini alıp Türklere ait avlakta dolaşmaya başladı. Bunun üzerine Alp Er Tunga ordusunu tekrar harekete geçirdi. Fakat kötü bir rüya görmüştü. Bunu yorumlattı ve beylerin de fikirlerini alarak iranla barış imzaladı. Bu anlaşma ile Buhara Semerkand ve Çac şehirlerini İranlılara bırakıyordu.

    Bu barışı istemeyen Keykâvus Rüsteme ve oğlu Siyavuşa kötü muamelede bulunarak onları küstürdü. Rüstem kendi ülkesine çekildi. Siyavuş ise Türklerin o zamanki başkenti Gang şehrine giderek Alp Er Tungaya sığındı. Siyavuş kendini Türklere çok sevdirdi. Başlangıçta bir Türk gibi hareket ediyordu. Burada Türk kahramanlarından biri olan Piranın kızı ile evlendi. Bu evlilikten bir oğlu oldu ve ona Keyhüsrev adını verdiler. Siyavuş bir süre sonra Alp Er Tunganın güzel kızı Ferengis ile de evlendi. Ama bir süre sonra Türk töresine uymamaya ve bazı siyasî teşebbüslere başlayınca Alp Er Tunga onu öldürttü.
    Siyavuşun ölümünden sonra Rüstem bir ordu toplayarak tekrar saldırıya geçti ve bu defa Türkler ağır bir yenilgiye uğradılar. Vuruşmalarda Alp Er Tunganın oğullarından Sarka da ölmüş Turanın birçok şehri yakılmıştı.
    Alp Er Tunga Turan için kan ağladı ve öç almak için and içti. İran içlerine girerek ekinleri yaktı ve pek çok tutsak aldı. İranlılar yedi yıl süren kıtlıktan kırıldılar.
    Artık Alp Er Tunga ile Rüstem arasında savaş durup durup başlıyor bazen Türkler bazen İranlılar galip geliyordu. Bu savaşlardan birinde ordusuyla Alp Er Tunganın emrine giren Çin hakanını da esir almışlardı. Alp Er Tunga son savaşta yenilerek çekildi.
    Bu sırada İran tahtında Turandan kaçırarak getirdikleri Keyhüsrev vardı. Türklerin yenilmesiyle dünya Keyhüsreve kalmış bulunuyordu. Fakat Türkler öç için fırsat buldukça akın ediyorlardı. Bunun üzerine Keyhüsrev İranın ünlü kahramanlarından Bijeni Turana gönderdi. Bijen Turan sınırından içeri girince ormanda neşe içinde eğlenen kızlar gördü. Bu kızlar Alp Er Tunganın güzel kızı Menijeyi eğlendiriyorlardı. Bijen Menijeyi görür görmez âşık oldu. Menije de onu sevdi ve Turana kendi sarayına götürdü. Bunu öğrenen Alp Er Tunga çok kızdı. Bijeni bir zindana hapsetti kızını da kovdu.
    İran padişahı geri gelmeyen kumandanını bulup getirme görevini Rüsteme verdi. Rüstem tüccar kılığında Alp Er Tunganın sarayına kadar giderek hem Bijeni kurtardı hem de Menijeyi kaçırıp İrana gönderdi. Rüstem bir defa daha galip gelmişti. Karluğa çekilen Alp Er Tunga beğlerini toplayıp şöyle dedi:
    Ben dünyaya hükmeden kağanınızdım. Bugüne kadar Iran Turana denk olmamıştı. Ama bugün İranlılar sarayıma kadar gelebiliyor. Bin kere bin kişiden oluşacak Türk ve Çin askerleriyle İrana yürümeli öcümü almalıyım!
    Alp Er Tunga bin kere bin ordusunun üçte ikisini toplamıştı. Beykent şehrindeki karargâhında altınlı ve mücevherli tahtında oturuyordu. Fakat artık iyice yaşlanmıştı. İleriye gönderdiği ordunun yenildiğini öğrenince çok üzüldü. Hele teke tek bir dövüşte gencecik oğlu Şidenin de ölmesi gönlünde onulmaz yaralar açtı. Emrindeki kuvvetleri alıp yürüdü. Kükremiş arslanlar gibi saldırıyordu. Çok kocamış olmasına rağmen İranın en ünlü pehlivanlarından birkaçını teke tek vuruşmada öldürdü. Nihayet Keyhüsrev ile Alp Er Tunga karşı karşıya geldiler. Alp Er Tunga Keyhüsrevle teke tek dövüş isteğiyle atını ileri sürdü. Fakat Turan pehlivanları onun İran padişahı ile dövüşmesini istemediler ve atının dizginini tutup geri getirdiler. Keyhüsrev en güçlü çağında olmasına rağmen Alp Er Tungadan çekinmiş kocamış ve yaralı bir arslan olan Alp Er Tunganın vuruşmasına da beğleri izin vermemişti.
    Bu durum Alp Er Tungaya pek ağır geldi. Ordusunu alıp Ceyhun ırmağının ötesine geçti. Burada Kara Hanın ordusu ile birleşip Buharaya daha sonra da başkent Ganga geldi. Gang cennet gibi bir şehirdi. Toprağı mis kokulu tuğlaları altındandı. Kalesi o kadar yüksekti ki üzerinden kartal bile uçamazdı. Her köşesinde pınarlar havuzlar vardı. Ambarları yiyecek dolu idi. Havuzların eni ve boyu bir ok atımı kadar büyüktü. Burada oturup Çin hakanına mektup yazdı ve yardım bekledi. Keyhüsrev ve Rüstem önce geri çekilir gibi yapmış sonra derlenip Turan içlerine girmiş Gang şehrini kuşatmışlardı. Kalenin çevresinde hendekler kazdılar. Buraya odun yığıp katran döktüler ve ateşe verdiler. Alp Er Tunga 200 beği ile gizli yoldan çıkarak kurtuldu ve Çin hakanının yanına gitti. Çin hakanı büyük bir ordu hazırlamıştı. Bunu duyan Türkler de Alp Er Tunga'nın yanına gitmek için yollara düştüler.
    Alp Er Tunga tekrar toparlandı ama Çin hakanı sözünde durmadı ve Keyhüsrevle anlaşma imzaladı. Bunun üzerine Alp Er Tunga Keyhüsreve bir mektup yazarak insanlardan uzakta ve kendisinin beğeneceği bir yerde teke tek dövüş teklif etti. Fakat en güçlü çağında olan Keyhüsrev ihtiyar arslan Alp Er Tunga ile teke tek dövüşe cesaret edemedi.
    Ordusuz kalan Alp Er Tunga perişan bir halde Zere denizine geldi. Bu derin denizi geçerek Gangidizi şehrine ulaştı. Keyhüsrev büyük ordusu ile onu takip ediyordu. Alp Er Tunga yapayalnız kalmıştı. Yiyeceği içeceği yoktu. Bir kaya dağında bu dağın tepesindeki bir mağarada oturuyor kara talihi için dövünüyor Tanrıdan güç kuvvet istiyordu. Onun yakarışını duyan Hûm adında biri Alp Er Tunga olduğunu anlamıştı. Çünkü bu Türkçe sözleri böyle bir yakarışı ondan başkası söyleyemezdi. Hemen saldırdı ve onu tutsak etti. Fakat Alp Er Tunga onun elinden kurtularak kendini suya attı. Subaşında bulunanlar onu kurtarmak istediklerini söyleyerek hile yaptılar ve sudan çıkar çıkmaz öldürdüler. (Tarih Keyhüsrevin Alp Er Tungayı şölene davet edip hile ile öldürdüğünü söylüyor.)

    Bu olay kısa zamanda her tarafta duyuldu ve Turan'ı mateme boğdu. Bütün Türkler kanlı gözyaşı dökerek bağrışıp yakalarını yırtarak sagular söyleyip yoğladılar.. yoğladılar. Yoğ töreninde kopuz çalan ozanlar şu saguyu söylüyorlardı:


    Alp Er Tunga öldü mü

    Kötü dünya kaldı mı
    Felek öcünü aldı mı
    Şimdi yürek yırtılır!
    Zaman fırsat gözetti
    Gizli tuzak uzattı
    Beylerbeyini şaşırttı
    Kaçsa nasıl kurtulur?

    Erler kurt gibi uluşur

    Yaka yırtıp bağrışır
    Yırlayıcı gibi inilder ünler
    Ağlamaktan gözü örtülür.

    Begler atlarını yordu

    Kaygı onları durdurdu
    Benizleri yüzleri sarardı
    Sanki safran dürtülür.

    Zaman fena gevşedi

    Zayıf kötü davrandı
    Erdemlik yine savıldı
    Dünya beği yok olur.

    Zaman günü davrandırır

    İnsanın gücünü gevşetir
    Dünyanın erlerini azaltır
    Kaçsa dahi ölüm erişir.

    Bilge akıllı kötüleşti

    Dünya onların etini de ısırdı
    Erdemlik eti çürüdü
    Yere düşüp sürtülür.

    Zamanın göreneği böyle işte

    Bunda başka sebep de var
    Dünya gelip ok atsa
    Dağlar başı kertilir.

    Gönlüm ta içten yandı

    Onulmuş yarayı kaşıdı
    Geçmiş günleri aradı
    Tün gün geçer o aranır

  2. #22
    Banned
    Üyelik tarihi
    06.09.2010
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    163
    Post Thanks / Like
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart

    Altay Tufan Efsanesi

    Türk mitolojisinde tufan ile ilgili örnekler Altay Türkleri'nin efsanelerinde yaşamaktadır. Altay Türkleri'nde tufan efsanesinin bir kaç söyleyişi vardır. Aşağıda bu söyleyişlerden birine yer verilmiştir. Aşağıda yer alan ve U. Harva Holmberg tarafından nakledilen Altay Tufan Efsanesi İslam ve Hıristiyan dünyasının Nuh Tufanı anlatılarına oldukça benzemektedir.

    Altay Tufan Efsanesi özetle şöyledir:

    Sel bütün yeri kapladığında Tengiz (=Deniz) yerin üzerinde efendi idi. Tengiz'in yönetimi altında Nama adında iyi bir erkek yaşardı. Nama'nın Sozun Uul Sar Uul ve Balık adlarında üç oğlu vardı.

    Ülgen (Tanrı) Nama'ya bir kerep (=tahta sandık) yapmasını buyurdu.

    Nama sandığın yapılması işini üç oğluna bıraktı. Oğulları kerepi bir dağ üzerinde yaptılar. Kerep yapıldıktan sonra Nama onu her biri seksen kulaç olan sekiz halatla köşelerinden yere bağlamalarını söyledi. Böylece su seksen kulaç yükseldiğinde durum anlaşılacaktı. Bundan sonra Nama ailesi ile çeşitli hayvanları kuşları alarak kerepe girdi.

    Yeryüzünü sisler kapladı. Dünya korkunç bir karanlığa gömüldü. Yerin altından ırmaklardan denizlerden sular fışkırdı. Gökten sağanaklar boşandı. Yedi gün sonra yere bağlanan halatlar koptu kerep yüzmeğe başladı; suyun seksen kulaç yükseldiği anlaşıldı. Yedi gün daha geçti. Nama en büyük oğluna kerepin penceresini açmasını çevreye bakmasını söyledi. Sozun Uul bütün yönlere baktı. Sonra şöyle dedi:

    "Her şey suların altına batmış. Yalnızca dağların dorukları görünüyor."

    Daha sonra Nama da baktı. O da "Gökyüzü ile sular dışında bir nesne görünmüyor" dedi.

    Kerep sonunda sekiz dağın birbirine yaklaştığı yerde durdu. Çomoday ve Tuluttu dağlarında karaya oturdu. Nama pencereyi açtı kuzgunu serbest bıraktı. Kuzgun geri dönmedi. İkinci gün kargayı gönderdi üçüncü gün saksağanı gönderdi. Hiçbiri geri gelmedi. Dördüncü gün bir güvercin gönderdi. Güvercin gagasında bir ince dalla geri döndü. Nama bu kuştan öteki kuşların niçin geri gelmediğini öğrendi. Onlar sırasıyla geyik köpek ve at leşi yemek üzere gittikleri yerde kalmışlardı. Nama bunu duyunca öfkelendi.

    "Onlar şimdi ne yapıyorsa dünyanın sonuna değin onu yapmağa devam etsinler" dedi.

    Efsanenin devamında Nama yaşlandığı zaman kurtardığı canlıları öldürmesi için kendisini kışkırtan karısını öldürür. Oğlu Sozun Uul'u yanına alarak cennete (göğe) çıkar. Daha sonra orada beş yıldızlı bir yıldız kümesine dönüşür. Holmberg'in düşüncesine göre tufan kahramanları Yayık Han'a dönüşmüştür. Yayık Han Altay Türkleri'ne göre insanları koruyan ve yaşam veren bir ruhtur. Ayrıca insanlarla Ülgen (Tanrı) arasında elçilik yapar.

  3. #23
    Banned
    Üyelik tarihi
    06.09.2010
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    163
    Post Thanks / Like
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart

    Ay-Atam Efsanesi

    Ay-Atam Efsanesi Memlükler döneminde Mısır'da yaşamış olan Türk tarihçisi Aybek üd Devâdârî tarafından kayda geçirilmiş bir Türk efsanesidir. Aybek üd Devâdârî'nin verdiği bilgilere göre bu efsaneyi halk dilinden yazıya aktaran ilk kişi Ulug Han Ata Bitikçi adlı eski bir Türk bilginidir.

    Ulug Han Ata Bitigçi'nin içinde Ay-Atam Efsanesi'nin de yer aldığı bir kitabını ele geçiren Cebrail bin Bahteşyu adlı İranlı bir tarihçi Ay-Atam efsanesi'ni Türkçe'den Farça'ya tercüme etmiştir. Bu farça tercümeyi bulan Aybek üd Devâdârî efsaneyi olduğu gibi kendi kitabına aktarmıştır.

    Ay-Atam Efsanesi'nin konusu insanoğlunun yaratılışıdır. İnsanın yaratılışını dört unsura (su ateş toprak rüzgar) ve balçığa bağlayan bu efsanede Ön Asya mitolojisinin etkileri görülür. Kimi Türkologlar Ulug Han Ata Bitikçi'nin yeni müslüman olmuş bir Türk düşünürü olduğunu düşünmektedirler.

    Efsanede geçen ve Kara Dağcı adlı bir dağın üzerinde bulunan Ata Mağarası motifi Türk mitolojisinin temel motiflerinden biridir. Bozkurt Destanı'nda kurtla yaşayan son Türk çocuğunun kaçıp sığındıkları Turfan'ın kuzeybatısındaki büyük dağ ve dağdaki mağara da böyle bir yerdir. Ergenekon'da da durum böyledir. Nitekim Ay-Atam Efsanesi'nde anlatılan mağara da Kara Dağcı adlı bir dağın üzerinde bulunmaktadır. Büyük Hun ve Kök Türk devletleri zamanında Türkler'in Tanrı'ya tapınmak için bir tür tapınak olarak kullandıkları ata mağaraları da konu ile ilgili ve önemlidirler.

    İnsanın yaratılışını dört unsur ve balçığa bağlama daha çok Ön Asya mitolojisinin geleneğidir. Ancak dört unsur inanışı Uygur Türkleri'nde de vardır. Ayrıca efsanenin kişi ve yer adlarının öz Türkçe olması Ata Mağarası motifinin efsane de önemli bir yer tutması ve dolayısıyla Türkler'in ünlü mağara kültünün efsanede yer alması Ay-Atam Efsanesi'nin bir Türk efsanesi olduğunu ortaya koyar. Ama efsanenin Ön Asya etkisi taşımasını ve Aybek üd Devâdârî'nin müslüman olması dolayısıyla efsanenin bazı bölümlerini kırpmış ya da müslümanlaştırmış olması ihtimalini göz önünde tutarak efsaneyi incelemek gerekir.

    Ay-Atam Efsanesi özetle şöyledir:

    Çok çok eski çağlarda...

    Çok yağmurlar yağdı. Gök delinmiş gibiydi. Dünya sele boğuldu her yanı çamurlar kapladı. Çamurlar akan selle yuvarlanarak Kara Dağ'daki bir mağaraya doldular. Mağaranın içindeki kayalar yarıldı. Yarıkların kimileri insanı andırıyordu. Sürüklenen çamurlar bu insan biçimli yarıkları doldurdular.

    Aradan çok zaman geçti....

    Yarıklardaki balçıklar sular ile benzeşti hâllodu. Güneş Saratan burcuna gedi ve havalar çok ısındı. Yarıklardaki balçık sular ile pişti. Yarıkların bulunduğu bu mağara tıpkı bir kadın gibiydi. İçi de insanlara can veren bir kadın karnı gibiydi.

    Dokuz ay durmadan yel esti....

    Su ateş toprak ve yel insana can vermak için birleştiler. Dokuz ay sonra bir insan çıktı ortaya. Adına Ay-Atam dediler.

    Ay-Atam gökten indi yere kondu. Bu yerin suyu tatlı havası da serindi.

    Sonra yine yağmurlar seller başladı. Mağara yeniden çamurla doldu. Güneş bu kez Sünbüle burcunda durdu. Sünbüle burcundaki güneşin sıcaklığı ile balçıklar sular ile pişti. Bu kez bir hatun kişi çıktı ortaya. Adına Ay-Va dediler.

    Ay-Atam ile Ay-Va evlendiler. Kırk çocukları oldu. Bunların yarısı erkek yarısı da kızdı. Onlar da evlendiler; soyları çoğaldı.

    Bir zaman geldi Ay-Atam ile Ay-Va Hatun'un ömürleri doldu; öldüler. Çocukları ana-babalarını türedikleri mağaraya gömdüler. Mağaranın kapısını altın kapılar ile kapattılar dört bir yanını çiçekle süslediler.

  4. #24
    Banned
    Üyelik tarihi
    06.09.2010
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    163
    Post Thanks / Like
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart

    Bozkurt Destanı

    Bozkurt Destanı bilinen en önemli iki Kök-Türk destanından biridir (ötekisi Ergenekon Destanı'dır; ayrıca Ergenekon Destanı'nın Bozkurt Destanı'nın devamı olması güçlü bir olasılıktır). Bu destan bir bakıma Türkler'in soy kütüğü ve var olma öyküsüdür. Ayrıca Türk ırkının yeni bir var oluş biçiminde dirilişi de diyebileceğimiz Bozkurt Destanı Bilge Kagan'ın Orkun Anıtları'ndaki ünlü vasiyetinin ilk sözleri olan "Ben Tanrı'nın yarattığı Türk Bilge Kagan Tanrı irâde ettiği için kaganlık tahtına oturdum." tümcesi ile birlikte düşünülecek olursa soy ve ırkın nasıl yüceltilmek istenildiğini de anlatmaktadır. Destan Çin kaynaklarında kayıtlıdır. Bozkurt Destanı'nın iki ayrı söyleniş biçimi vardır. Ama bu iki varyant arasındaki fark azdır ve Çinliler'ce yazıya geçirilirken ad ve sözcüklerin Çince'ye uydurulma gayreti yüzünden ortaya çıkmıştır. Kimi araştırmacılar Türkler'le ilgili başka bir kurt efsanesini de katarak bu varyant sayısını üçe çıkarsalar da aslında onların Bozkurt efsanesinin üçüncü söylenişi dedikleri bu destan Hunlar çağındaki Usun Türkleri'nin bir efsanesidir. Bu efsane Hunlar ve Kurt adlı bölümde anlatılmıştır. Bozkurt Destanı Çin'de hüküm sürmüş Chou hanedanının resmi tarihinin 50. bölümünde ve yine Çin hanedanlarından olan Sui sülalesinin resmi tarihinde kayıtlıdır.




    Bozkurt'tan türeyiş efsaneleri Türk mitolojisinin en ileri ve romantik bölümüdür. Türk mitolojisinde genel olarak tüm millet düşmanlarca yok edilir geriye yalnızca bir çocuk kalırdı. Türk özelliğini taşıyan birçok efsanede bu motifi bulmak mümkündür. Aşağıda yer verilen Bozkurt Destanı'na göre Türkler eskiden Batı Denizi adlı bir yerin batısında oturmakta idiler. Efsanedeki Batı Denizi Aral Gölü olabilir. Batı Denizi'nin Altay Dağları ya da Tanrı Dağları üzerinde bir göl olması da muhtemeldir. Destandaki geriye kalan tek çocuğun kolları ile bacaklarının kesilerek bir bataklığa atılması da Türk mitolojisinde önemli bir yer tutar. Bu tür bataklık motifleri Hun ve Macar efsanelerinde de vardır.

    Türkler'in yeniden türeyişlerini anlatan bir destan olan Bozkurt Destanı'nın özeti aşağıda verilmiştir:

    "...Türkler'in ilk ataları Batı Denizi'nin batı kıyısında otururlardı. Türkler Lin ülkesinin ordularınca yenilgiye uğratıldılar. Düşman çerileri bütün Türkleri erkek-kadın küçük-büyük demeden öldürdüler. Bu büyük ve acımasız kıyımdan yalnızca 10 yaşlarında bulunan bir oğlan sağ kaldı geriye. Düşman askerleri bu çocuğu da buldular ama onu öldürmediler; bu yaşayan son Türk'ü acılar içinde can versin diye kollarını ve bacaklarını keserek bir bataklığa attılar. Düşman hükümdarı çeri (asker) lerinin son bir Türk'ü sağ olarak bıraktığını öğrendi; hemen buyruk verdi ki bu son Türk de öldürüle Türkler'in kökü tümüyle kazına... Düşman çerileri çocuğu bulmak için yola koyuldular. Fakat dişi bir Bozkurt çıktı ve çocuğu dişleriyle ensesinden kavrayarak kaçırdı; Altay dağlarında izi bulunmaz ıssız ve her yanı yüksek dağlarla çevrili bir mağaraya götürdü. Mağaranın içinde büyük bir ova vardı. Ova baştan ayağa ot ve çayırlarla kaplıydı; dörtbir yanı sarp dağlarla çevrili idi. Bozkurt burada çocuğun yaralarını yalayıp tımar etti iyileştirdi; onu sütüyle avladığı hayvanların etiyle besledi büyüttü. Sonunda çocuk büyüdü ergenlik çağına girdi ve Bozkurt ile yaşayan son Türk eri evlendiler. Bu evlilikten 10 çocuk doğdu. Çocuklar büyüdüler; dışarıdan kızlarla evlenerek ürediler. Türkler çoğaldılar ve çevreye yayıldılar. Ordular kurup Lin ülkesine saldırdılar atalarının öcünü aldılar. Yeni bir devlet kurdular dört bir yana yeniden egemen oldular. Ve Türk kaganları atalarının anısına hürmeten otağlarının önünde hep kurt başlı bir sancak dalgalandırdılar..."

    Bu efsaneden anlaşıldığına göre Türkler'in ilk yurtları Orta Asya'nın batısına yakın bir yerde idi. Türkler Turfan'ın kuzey dağlarına daha sonra göçmüşlerdi.

    Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt destanı burada bitmektedir. Çinliler daha sonra nelerin olduğunu açık olarak yazmıyorlar. Bu efsanenin son bölümü Ergenekon Destanı'dır. Ergenekon Destanı Cengiz Han çağında moğollaştırılmıştır. Ancak bu efsanenin kökleri ve ana motifleri açıkça Kök Türkler ile ilgilidir. Kök Türk Devleti MS 6.yy.dan itibaren bir cihan imparatorluğu olmuş ve 200 yıl yaşamıştır. Böyle büyük ve güçlü bir devletin ilkel Moğollar'dan bir efsane alıp kökenlerini ona dayandırması mümkün değildir. Ayrıca Ergenekon Destanı'nın ana motiflerinden biri Demirci'dir. Destanda demirci dağda demir madeni bulur ve Türkler bu demir madenini eriterek Bozkurt'un önderliğinde Ergenekon'dan çıkarlar. Unutmamak gerekir ki Göktürkler'in ataları da demirci idiler. Onlar en iyi çelikleri işler başka devletlere silah olarak satarlardı. Göktürkler'in ataları demir cevherleriyle dolu dağların eteklerinde türemişler demirleri eriterek yeryüzüne çıkmışlardı. Sonradan kendilerinin de demirci olmaları bundan ileri gelmektedir. Oysa Moğollar demirciliği bilmezlerdi. Cengiz Han zamanında Moğollar'ın yanına gelen bir Çin elçisi o çağda bile Moğollar'ın ok uçlarını taştan yaptıklarını demir işlemeyi bilmediklerini belirtir. Moğollar demir işlemeyi Cengiz Han zamanında Uygur Türkleri'nden öğrenmişlerdir. Ayrıca Bozkurt Türkler'in kutsal hayvanıdır. Moğollar'ın kutsal hayvanı köpektir.

    Asya Büyük Hun Devleti'nde bizzat Hun hakanının başkanlık ettiği törenler vardır. Bu törenlerden en önemlisinde devletin ileri gelenleri toplanarak Ata Mağarası'na giderler ve orada hakanın başkanlığında dini törenler yapılır atalara saygı gösterilir. Aynı törenler Göktürk Devleti'nde de yapılagelmiştir. Bu adı geçen Ata Mağarası Bozkurt'un Türk gencini düşmandan kaçırıp sakladığı ve Ergenekon'a ulaştırdığı mağaradır. Asıl önemli olan nokta ise bütün milletçe bunlara inanılması ve devletin de bu efsaneye saygı göstermesidir. Yukarıda değinilen konular Ergenekon Destanı bölümünde daha geniş olarak anlatılmıştır.

    Az önce bir özetini vermiş olduğumuz Bozkurt Destanı Türk kültürü'ne derinlemesine etki yapmıştır. Bugünkü Moğolistan'ın Bugut mevkiinde bulunmuş olan 578-580 yıllarından Kök Türkler'den kalma Bugut Anıtı'nın üzerinde elleri kesik bir çocuğa süt emziren bir Bozkurt kabartması vardır. Ayrıca Özbekistan'da çeşitli yerlerde kurda binmiş kol ve bacakları kesik insan figürleri bulunmaktadır...

  5. #25
    Banned
    Üyelik tarihi
    06.09.2010
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    163
    Post Thanks / Like
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart

    Ergenekon Destanı Büyük Türk Destanı'nın bir parçasıdır. Kök-Türkler çağını konu alır. Ergenekon Destanı'nın Türk destanlarının içinde ayrı ve seçkin bir yeri olup en büyük Türk destanlarından biridir. Ergenekon Destanı'nın Türk toplum yaşamında yüzyıllarca etkisi olduğu gibi bugün bile Anadolu'nun dağlık köylerinde birtakım gelenek ve göreneklerde etkisi görülmektedir.

    Ergenekon Destanı Bozkurt Destanı'nın ana çizgileri üzerine kurulmuş olup bu destanın serbestçe genişletilmiş biçimidir diyebiliriz. Daha doğrusu Bozkurt Destanı ile kaynağını belirleyen Türk soyu Ergenekon Destanı ile de gelişip güçlenmesini yayılış ve büyüyüş dönemlerini anlatmıştır.

    Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt Destanı'nın bittiği yerde Ergenekon Destanı başlar. Bozkurt Efsanesi'nin devamı Ergenekon Destanı'dır. Ergenekon Destanı Cengiz Han çağında moğollaştırılmıştır. Ancak bu efsanenin kökleri ve ana motifleri açıkça Kök Türkler ile ilgilidir.

    Kök Türk Devleti MS 6.yy.dan itibaren bir cihan imparatorluğu olmuş ve 200 yıl yaşamıştır. Böyle büyük ve güçlü bir devletin ilkel Moğollar'dan bir efsane alıp kökenlerini ona dayandırması mümkün değildir. Ayrıca Ergenekon Destanı'nın ana motiflerinden biri Demirci'dir. Destanda demirci dağda demir madeni bulur ve Türkler bu demir madenini eriterek Bozkurt'un önderliğinde Ergenekon'dan çıkarlar. Unutmamak gerekir ki Göktürkler'in ataları da demirci idiler. Onlar en iyi çelikleri işler başka devletlere silah olarak satarlardı. Göktürkler'in ataları demir cevherleriyle dolu dağların eteklerinde türemişler demirleri eriterek yeryüzüne çıkmışlardı. Sonradan kendilerinin de demirci olmaları bundan ileri gelmektedir.

    Göktürkler'in temel toprakları olan Altay ve Sayan dağları zengin demir madenlerinin bulunduğu bir yerdi. Burada çıkan demirin yüksek cevherli olması ve Türkler tarafından mükemmel bir biçimde işlenmesi çağın Türk savaş endüstrisinin en önemli özelliği idi. Göktürkler çağında Türkler'in işlettikleri demir ocakları ve dökümevleri bulunmuştur. Göktürkler demirden ürettikleri kılıç kargı bıçak gibi savaş araçlarının yanında yine demirden saban kürek orak gibi tarım araçlarını yapmakta da usta idiler. Oysa Göktürklerden tam beş yüzyıl sonra yine Türklerle birlikte olmak üzere bir devlet kuran Moğollar demirciliği bilmezlerdi.

    Cengiz Han zamanında Moğollar'a elçi olarak gönderilen Çin'deki Sung sülalesinin generali Men Hung yazmış olduğu ''Meng-Ta Pei-lu'' adlı ünlü seyahatnamesinde Moğollar'ın Cengiz Han'dan önce maden işlemeyi bilmediklerini ok uçlarını bile kemikten yaptıklarını Moğollar'a demir silahların Uygur Türkleri'nden geldiğini anlatmaktadır. Zaten Moğollar demirciliği Uygur Türkleri'nden öğrenmişlerdir. Aslında demircilik o çağın Moğol düşüncesine göre büyücülere özgü korkunç bir sanattı. Ayrıca Bozkurt Türkler'in kutsal hayvanıdır. Moğollar'ın kutsal hayvanı köpektir.

    Ergenekon Destanı'nda Türkler Ergenekon ovasından çıkmak istediklerinde yol bulamazlar. Çare olarak da dağların demir madeni içeren bölümlerini eritip bir geçenek açmayı düşünürler. Demir madenini eritmek için dağların çevresine odun-kömür dizilir ve yetmiş deriden yetmiş körük yapılıp yetmiş yere konulur. Yedi ve yetmiş sayıları dokuz ve katları ile birlikte Türkler'in mitolojik sayılarındandır. Moğollar'ın mitolojik sayıları ise altı ve altmıştır. Destanda altmış yerine yetmiş sayısına yer verilmesi bu efsanenin Moğolca bir metinden öğrenilmemiş olduğunu Türkler'e ait olduğunu gösterir.

    Mağaralar Türk mitolojisinde ve Türk halk düşüncesinde önemli bir yer tutarlar. Bu yalnızca Göktürk efsanelerinde Bozkurt ve Ergenekon destanlarında değil Anadolu'daki masallarda da böyledir. Göktürk efsanelerinin Bozkurt ve Ergenekon destanlarındaki motiflerin ufak değişikliklere uğramış örneklerini Anadolu efsanelerinde de bulabiliriz. Hatta islami hikayelerde bile:

    Bir Anadolu efsanesinde Muhammed Hanefi (Hz. Ali'nin Hz. Fatma'dan sonra evlendiği ve bu evlilikten olan dört çocuğundan biridir. Diğer Çocukları; ise Ümmü Gülsüm Zeynep ve Kasım'dır) önüne çıkan bir geyiği kovalar. Geyik bir mağaradan içeri girer. Muhammed Hanefi de geyiğin arkasından mağaraya girer. Mağaradan geçerek büyük bir ovaya varır ve burada Mine Hatun'la karşılaşır. Dikkat edilirse bu Anadolu efsanesindeki mağara Bozkurt'un hayatta kalan tek Türk gencini götürdüğü mağaranın ve mağaradan çıkılan ova da yine Bozkurt Destanı'ndaki kurdun yaşayan tek Türk gencini mağaradan geçerek götürdüğü ovanın aynısıdır. Ayrıca yine bu ova Ergenekon Destanı'ndaki Kayı ile Tokuz Oguz'un yurt tuttukları ovanın aynısıdır.

    Altay Türkleri'nin efsanelerinde de Bozkurt ve Ergenekon destanlarının izlerini görmek mümkündür. Bir Altay efsanesinde bir bahadır avlanırken karşısına çıkan geyiği kovalamağa başlar. En sonunda bir Bakır-Dağ'ın önüne gelirler. Baştan başa bakırdan yapılmış olan dağ birden açılır ve geyik açılan delikten içeri girer. Genç bahadır da geyiği izler. Az sonra geyik kaybolur. Efsanenin devamında bahadır türlü canavarla iyi yürekli yaşlı kişilerle çok güzel kızlarla karşılaşır. Bu Altay efsanesinde de aynı mağara ve mağaradan geçilerek ulaşılan ova motifleri vardır ve bu Altay efsanesi Muhammed Hanefi'nin efsanesine belirgin bir biçimde benzemektedir. Altay masal ve efsanelerinde bu tür öykülerin daha mitolojik biçimde olanları da vardır.

    Asya Büyük Hun Devleti'nde bizzat Hun hakanının başkanlık ettiği törenler vardır. Bu törenlerden en önemlisinde devletin ileri gelenleri toplanarak Ata Mağarası'na giderler ve orada hakanın başkanlığında dini törenler yapılır atalara saygı gösterilir. Aynı törenler Göktürk Devleti'nde de yapılagelmiştir. Bu adı geçen Ata Mağarası Bozkurt'un Türk gencini düşmandan kaçırıp sakladığı ve Ergenekon'a ulaştırdığı mağaradır. Ancak bugün bu mağaranın yeri bilinmiyor. Tabgaçlar da kayaları mağara biçiminde oyarlar ve burada yere göğe ata ruhlarına kurban sunarlardı. Bu kurban töreninden sonra da çevreye kayın ağaçları dikilir o bölgede kutsal bir orman oluşturulurdu. Asıl önemli olan nokta ise bütün milletçe bunlara inanılması ve devletin de bu efsaneye saygı göstermesidir. Ayrıca Aybek üd-Devâdârî'nin anlattığı Türkler'in kökenine ilişkin ''Ay Ata Efsanesi''nde de mağara ve mağarada türeme motifi vardır. Bu efsanede de Türkler'in ilk atası olan Ay Ata bir mağarada meydana gelir. Ay Ata Efsanesi'ndeki mağara ilk ataya bir ana rahmi görevi görmüştür.

    Ergenekon Destan'ı Türkler'in yüzyıllarca çift sürerek av avlayarak maden işleyerek yaşayıp çoğaldıkları etrafı aşılmaz dağlarla çevrili kutsal toprakların öyküsüdür. Ergenekon Destanı'nın önemli bir çizgisi Türkler'in demircilik geleneğidir. Maden işlemek demirden ve en iyi çelikten silahlar yapmak Eski Türkler'in doğal sanatı ve övüncü idi. Ergenekon Destanı'nda Türkler demirden bir dağı eritmiş ve bunu yapan kahramanlarını da ölümsüzleştirmişlerdir.

    Ergenekon Destanı ilk kez Cengiz Han'ın kurmuş olduğu Türk-Moğol Devleti'nin tarihçisi Reşideddin tarafından saptanmıştır. Reşideddin ''Câmi üt-Tevârih'' adlı eserinde Ergenekon Destanı ile ilgili geniş bilgiler vermektedir. Fakat Reşideddin -yukarıda da değinildiği gibi- bir Türk destanı olan Ergenekon Destanı'nı moğollaştırmıştır (Ergenekon Destanı'nın nasıl moğollaştırıldığı hakkında Prof.Dr.Bahaeddin Ögel'in Türk Mitolojisi [1.cilt 59-71. sayfalar] adlı yapıtında geniş bilgiler vardır).

    Ergenekon Destanı Hıve hanı Ebulgazi Bahadır Han'ın 17.yy.da yazmış bulunduğu ''Şecere-Türk'' (Türkler'in Soy Kütüğü) adlı esere de kaydedilmiştir.

    Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kurtuluş Savaşında'ki Anadolu'yu Ergenekon'a benzeterek aynı adı taşıyan bir kitap yazmıştır.

    Ergenekon Destanı'nda Bozkurt öteki Türk destanlarında da olduğu gibi ön planda ve baş roldedir. Bu kez Türkler'e yol göstericilik kılavuzluk yapmaktadır.

    Bir rivayete göre Türkler Ergenekon'dan 9 Martta çıkmışlardır. Başka bir rivayet ise bu tarihi 21 Mart (Nevruz Bayramı) olarak verir. Öyle anlaşılıyor ki Ergenekon'dan çıkış işlemleri 9 Martta başlamış 21 Martta da tamamlanmıştır.








    Destan aşağıda özetlenmiştir:

    Türk illerinde Türk oku ötmeyen Türk kolu yetmeyen Türk'e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler birleştiler Türkler'in üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince vuruşma da başladı. On gün savaştılar. Sonuçta Türkler üstün geldi.

    Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları beğleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki:

    "Türkler'e hile yapmazsak halimiz yaman olur !"

    Tan ağaranda baskına uğramış gibi ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler

    ''Bunların gücü tükendi kaçıyorlar'' deyip artlarına düştüler. Düşman Türkler'i görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi. Düşman Türkler'i öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler küçükleri tutsak ettiler.

    O çağda Türkler'in başında İl Kagan vardı. İl Kagan'ın da birçok oğlu vardı. Ancak bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kagan'ın bir de Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz Oguz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer atlar öküzler koyunlar buldular. Oturup düşündüler: "Dörtbir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım oturalım." Sürülerini alıp dağa doğru göç ettiler.

    Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa yuvarlanıp paramparça olurdu.

    Türkler'in vardıkları ülkede akarsular kaynaklar türlü bitkiler yemişler avlar vardı. Böyle bir yeri görünce ulu Tanrı'ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye "ERGENEKON" dediler.

    Zaman geçti çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oguz'un birçok çocukları oldu. Kayı'nın çok çocuğu oldu Tokuz Oguz'un daha az oldu. Kayı'dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz'dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon'da kaldılar; çoğaldılar çoğaldılar çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti.
    <>Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki Ergenekon'a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki:

    "Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım."

    Türkler kurultayın bu kararı üzerine Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki:

    "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek belki dağ bize geçit verir."

    Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun bir kat kömür dizdiler. Dağın altını üstünü yanını yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tanrı'nın yardımıyla demir dağ kızdı eridi akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu.

    Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi Türk'ün önünde dikildi durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler Bozkurt'un önderliğinde o kutsal yılın kutsal ayının kutsal gününde Ergenekon'dan çıktılar.

    Türkler o günü o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün Türkler'in bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kaganı kıskaçla tutup örse koyar çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar.

    Ergenekon'dan çıktıklarında Türkler'in kaganı Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler göderdi; Türkler'in Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki eskisi gibi bütün iller Türkler'in buyruğu altına gire. Bunu kimi iyi karşıladı Börteçine'yi kagan bildi; kimi iyi karşılamadı karşı çıktı. Karşı çıkanlarla savaşıldı ve Türkler hepsini yendiler. Türk Devleti'ni dört bir yana egemen kıldılar.
    Türk Beğleri Ergenekon'dan Çıkış Gününü Kızgın Demir Döğerek Kutluyorlar.

  6. #26
    Banned
    Üyelik tarihi
    06.09.2010
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    163
    Post Thanks / Like
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart

    Bugün Orkun ırmağının kıyısında bir kent kalıntısı ile bir saray yıkıntısı vardır ki çok eskiden bu kente Ordu-Balıg denildiği sanılmaktadır. Göç Destanı bu kentteki saray yıkıntısının önünde bulunan anıtlardan birinde yazılıdır. Bu yazıtlar Hüseyin Namık Orkun'a göre Mogol hanı Ögedey döneminde Çin'den getirilen uzmanlara okutturulup tercüme ettirilmiştir.

    Göç Destanı'nın Çin ve İran kaynaklarındaki kayıtlara göre iki ayrı söyleniş biçimi vardır. Bu iki ayrı söyleyiş biçimi birbirine ters düşer nitelikte değil birbirini bütünler niteliktedir. İran kaynaklarındaki söyleyiş biçimi tarihsel bilgilere daha yakındır. Ayrıca İran söyleyişi Uygurlar'ın maniheizm dinini benimseyişlerini anlatan bir menkıbe niteliğindedir. İran söyleyişi Cüveynî'nin Tarih-i Cihangüşa adlı eserinde yer almaktadır.

    Destanda adı geçen Bögü Kagan MS 8. yüzyılda yaşamış bir Uygur kaganıdır. 763 yılında Bögü Kagan Mani (Maniheizm) dininin rahiplerini çağırıp onları dinlemiş ve bu dini Uygur Devleti'nin resmi dini olarak kabul etmiştir. Aşağıdaki efsanenin kahramanı olan Bögü Kagan Mani dinini benimseyip yayan bu kagandır. Bögü Kagan'ın Mani dinini kabul etmesi Göç Destanı'nın İran kaynaklarına göre olan varyantında anlatılmaktadır. Bu bağlamda efsanenin gerek konu gerekse dayandığı inançlar bakımından Mani dininin ilkelerine dayanması gerekirdi. Ancak durum tam olarak böyle değildir. Göç Destanı'nda Bozkır Kültürü ağır basmış ve efsanenin ana motifleri Orta Asya ögeleri ile donanarak Eski Türk inançları Maniheizm ve Budizm inançlarını adeta efsanenin dışına itmiştir.

    Türk destanlarının kuruluşunu ve gelişmesini hazırlayan cihan devleti olma ülküsünün Göç Destanı'nda kutsal bir inançla yaşatıldığı görülür. Oguz Kagan Alp Er Tonga (Afrasyab) ve Ergenekon destanlarında görülen bu ülkünün Göç Destanı'na da işlenmesiyle Türk destanlarının yapı bakımından belirgin bir bütünlük kazandığı görülür. Türk destanlarının ayrı adlarla farklı zamanlarda kurulmuş gibi görünmelerine karşın destanların oluşumunda aynı boyların etkili oluşu destanların aynı kaynakta birleştiklerini kanıtlar.

    Çin ve İran kaynaklarınca bir çok kez sözü edilen Göç Destanı ile ilgili en önemli kaynaklardan biri İranlı tarihçi Cüveynî tarafından yazılmış olan "Tarih-i Cihangüşa" adlı yapıtdır. İkinci önemli kaynak da son Uygur hanlarından Temür Buka (Demir Boğa) adına dikilmiş olan mezar taşı yazıtıdır. Bu yazıtın metni sonradan özet olarak Çin tarihlerine geçmiş ve kimi Avrupalı yazarlar da ikinci elden kaynaklardan bu bilgileri özet olarak aktarmışlardır.

    Göç Destanı ile Oguz Kagan Destanı Arasındaki Benzerlikler

    Göç Destanı'nın kahramanı olan Bögü Kagan'ın akınları Oguz Destanı'nın kahramanı Oguz Kagan'ın seferleriyle benzerlik göstermektedir. Oguz Kagan Destanı'nın islamî söyleyişinde Oguz Kagan kuzeybatıdaki karanlık ülkelere doğru gittikçe başları köpek başına benzeyen İt-Barak adlı bir kavme rastlar. Oguz Kagan Destanı'nın anlatımına göre artık buradan sonra insanoğlunun yaşadığı topraklar bitmekte garip yaratıkların ülkeleri başlamakta idi. Bögü Kagan da akınlarında o denli ilerilere gitmişti ki artık elleri ve ayakları hayvanlarınkine benzeyen insan türlerine rastlamıştı. Göç Destanı'na göre Bögü Kagan tıpkı Oguz Kagan gibi Hindistan'ı da ele geçirmişti. Ancak Bögü Kagan hakkında destanda geçen bu anlatımlar gerçek tarih olaylarına uygun ifadeler değildir. Büyük olasılıkla bu efsaneyi yazan/söyleyen Uygurlar'ın elinde Oguz Destanı ya da Oguz Destanı'na benzer bir destan vardı (zaten Oguz Destanı'nın islam öncesine ait versiyonu Uygurlar arasında söylenmekte olup yazılı nüshası Uygurlar'dan günümüze intikal etmiştir). Uygur Türkleri Mani dinini kabul edip yayan Bögü Kagan'ı bu eski destana yerleştirmiş ve Göç Destanı'nı yaratmışlardır. Göç Destanı'na göre Balasagun (=Kuz-Balıg) kentini kuran da Bögü Kagan'dır. Ancak tarihî kaynaklara göre Uygur Devleti'nin egemenliğinin Isıg-Göl'ün batısına geçmediği de bir gerçektir.

    Reşideddin'in Oguzname'sinde (Farsça Oguz destanı) Türk boylarının nasıl türediği anlatılırken Kıpçak Türkleri'nin türeyişinin bir ağaç aracılığıyla gerçekleştiği hikaye edilir. Oguzname Kıpçak Türkleri'nin ortaya çıkışını şöyle anlatır:

    Oguz'un çerilerinden birinin karısı gebe kalmış kocası da savaşta ölmüştü. Bu savaş yerinde kadınların doğum yapması yasaklanmıştı. Yakınlarda içi oyulmuş bir ağaç vardı. Kadın o ağaca gidip çocuğunu doğurdu. Çocuğu Oguz'un yanına getirdiler durumu ona anlattılar. Oguz çocuğun adını Kıpçak koydu. Kıpçak kabuk sözcüğünden çıkmıştır; Türk dilinde içi çürümüş ve oyulmuş ağaca derler. Türkler'in düşüncesine göre Kıpçak boyları bunun neslinden olmuşlardır.

    J.P.Roux'a göre Reşideddin'in naklettiği Oguz Kagan Destanı'ndaki (Oguzname) ağaç kovuğunda doğum yapan bu kadının çocuğuna Oguz Kagan tarafından Kıpçak adının verilmesi Bögü Kagan Efsanesi'nin yani Göç Destanı'nın sonraki bir varyantıdır.

    Göç Destanı'nda Oguz Kagan Destanı'nın yapısı ve yaşam anlayışı Bögü Kagan'ın kişiliğinde yaşatılmıştır. Gerçek tarihte Orta Asya'nın dışına çıkmamış olan Uygur kaganları Göç Destanı'nda bir dünya egemeni olarak görülmektedir. Bögü Kagan Oguz Kagan gibi bütün seferlerinden zaferle döner. Oguz Kagan'ın ilahi ışıklar içinde bulup evlendiği kıza karşılık Bögü Kagan'a yedi yıl gelen ve birlikte Kutlu Dağ'a gittikleri ilahi kız aynı kaynaktan gelmekte olup Bozkır inançlarına göre kız biçimini almış yardımcı bir ruhtur. Oguz Kagan Destanı'ndaki Oguz Kagan'ın veziri Uluğ Türk'ün düşüne karşılık benzer biçimde Bögü Kagan ile veziri de bir düş görürler ve bu iki düş de adı geçen kaganların devletlerinin geleceğini etkiler.

    Yukarıda sayılan bu benzerliklerin sonucu olarak Göç Destanı'nın kuruluşunda Oguz Kagan Destanı'nın etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Destanda Asya'ya hatta dünyaya egemen olan bir devlet portresinin çizilmesi Oguz Kagan ve Alp Er Tonga (Afrasyab) destanlarındaki geleneğin ve Türkler'in yaşam anlayışının Göç Destanı'na işlenmiş olmasından ileri gelmektedir. Fakat Göç Destanı ile Oguz Kagan Destanı arasındaki bu benzerliklere karşın Göç Destanı Oguz Kagan Destanı kadar görkemli bir destan değildir.

    Aşağıda Göç Destanı'nın iki ayrı söyleyiş biçimine de yer verilmiştir. Önce Çin kaynaklarına göre daha sonra da İran kaynaklarına göre olan Göç Destanı'nı bulacaksınız.






    Çin Kaynaklarına Göre Göç Destanı



    Uygur ülkesinde Togla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Bu tepenin adına Hulin dağı denirdi. Hulin dağında birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Bu ağaçlardan biri kayın ağacı idi. Bir gece kayın ağacının üzerine gökten bir mavi ışık düştü. İki ırmak arasında yaşayan kişiler bu ışığı gördüler ürpererek izlediler. Kutsal bir ışıktı bu; kayın ağacının üzerinde aylar boyu kaldı. Kutsal ışığın kayın ağacının üzerinde kaldığı süre içinde ağacın gövdesi büyüdükçe büyüdü kabardı. Ağaçtan çok güzel türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu ağacın otuz adım ötesine değin bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu.

    Bir gün ağacın gövdesi birdenbire yarılıverdi. İçinden beş küçük odacık görünümünde beş küçük çadır çıktı. Her odacığın içinde bir çocuk vardı. Çocukların ağızlarının üzerinde asılı birer emzik vardı; onlar bu emziklerden süt emiyorlardı. Işıktan doğmuş olan bu kutsal çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.

    Çocukların en büyüğünün adı Sungur Tigin ondan sonrakinin Kotur Tigin üçüncüsünün Tükel Tigin dördüncüsünün Or Tigin beşinci ve en küçüğünün adı da Bögü Tigin idi. İnsanlar bu beş çocuğu Tanrı'nın gönderdiğine inandılar. İçlerinden birini kagan yapmak istediler. Bögü Tigin ötekilerden daha güzel daha yiğit daha akıllı idi. Halk Bögü Tigin'in hepsinden üstün olduğunu anladı onu kagan seçti. Bögü Han büyük bir törenle tahta çıktı. Kendisinden sonra gelen otuzdan fazla soyu da Uygurlar'ın başında kaldı.

    Yıllar yılları kovaladı. Bir gün geldi Yolun Tigin Uygurlar'a kagan oldu. Yolun Kagan'ın Kalı Tigin adında bir oğlu vardı. Yolun Kagan oğlu Kalı Tigin'e çin konçuylarından (=prenseslerinden) Kiu-Lien'i eş olarak almayı uygun gördü. Kalı Tigin ile Kiu-Lien evlendiler.

    Evlilikten sonra Kiu-Lien sarayını Kara-Kurum'daki Hatun Dağı'nda kurdu. Hatun Dağı'na "Gök Ruhlarının Dağı" adı da verilirdi. Hatun Dağı'nın çevresinde daha bir çok dağ vardı. Bu dağlardan biri Tanrı Dağı idi. Tanrı Dağı'nın güneyinde de Kutlu Dağ bulunmaktaydı. Kutlu Dağ koca bir kaya parçası idi.

    Günlerden bir gün Çin elçileri yanlarında falcılarla birlikte Kiu-Lien'in sarayına geldiler. Çin elçileri ile falcılar aralarında konuşup şöyle dediler.

    "Türk ülkesinin tüm varlığı bütün mutluluğu Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkler'i yıkmak istiyorsak bu kayayı ellerinden almalıyız."

    Elçiler aralarında böyle konuşup anlaştıktan sonra Kalı Kagan'a gittiler. Ona dediler ki:

    "Siz bizim bir konçuyumuzla evlendiniz. Bizim de sizden bir dileğimiz olacak. Kutlu Dağ'ın taşları sizin saygıdeğer ülkenizce kullanılmamaktadır. Sizin yerinize biz bu taşları değerlendirelim."

    Yeni kagan bu isteği yerine getirdiğinde sonucun nereye varacağını düşünemedi; Çinliler'in isteğini kabul etti. Böylece yurdun bir parçası olan kayayı onlara verdi. Oysa Kutlu Dağ kutsal bir kaya idi. Türk ülkesinin mutluluğu bu kayaya bağlıydı; kutsal taş Türk yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu. Tılsımlı kaya düşmana verilirse bu bütünlük parçalanacak Türkler'in tüm mutluluğu yok olacaktı. Kagan bu kutsal kayayı Çinliler'e verdi. Ama kaya kolay kolay sökülüp götürülecek gibi değildi. Bunu gören Çinliler kayanın çevresine odun kömür yığdılar kayayı ateşe vurdular. Kaya iyice kızınca üstüne sirke döküp paramparça ettiler. Her bir parçayı aldılar ülkelerine götürdüler.

    İşte ne olduysa o zaman oldu. Türkeli'nin bütün kurdu kuşu bütün hayvanı dile geldi; kendi dillerince kayanın düşmana verilmesine duydukları acıyı anlattılar ağladılar. Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz düşüncesiz kagan öldü. Ne var ki kaganın ölümüyle de ülke felaketten kurtulamadı. Bir Çin konçuyu (=prensesi) uğruna çekinilmeden bağışlanan yurdun kayası Türkeli'nin felaketine neden oldu. Halk rahat yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buğulaştı uçup gitti. Topraklar kurudu ürün vermez oldu. Yolun Kagan'dan sonra başa geçen kaganlar da arka arkaya öldüler.

    Günlerden sonra Türk tahtına Bögü Kagan'ın torunlarından biri oturdu. O zaman yurtta canlı-cansız evcil-yaban çoluk-çocuk soluk alan-almayan her ne varsa bir ağızdan "Göç!... Göç!..." diye çığrışmağa başladılar. Derinden iniltili hüzün dolu eli böğründe kalmış bir çığrışmaydı bu. İnlemelere yürek dayanmıyordu.

    Uygurlar bu çığrışmaları bir ilahî buyruk bildiler. Toparlandılar yola koyuldular. Yurtlarını yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere göç ettiler.
    Sonunda adına Turfan denilen bir yere geldiler. Burada sesler kesildi. Uygurlar bu yere kondular beş kent kurup yerleştiler. Adını da Beş-Balıg koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.








    İran Kaynaklarına Göre Göç Destanı




    Uygur ülkesinde Kara-Kurum çaylarından iki ırmak vardır. Bunlardan birine Togla birine de Selenge adı verilirdi. Bu sular akarak Kamlançu'da birleşirlerdi. Bu iki ırmağın arasında iki ağaç vardı. Bu ağaçların biri fusuk biri tur ağacı idi. Bunların yaprakları yaz ya da kış olsun dökülmezdi. Bu iki ağaç iki dağın arasında yetişip büyümüştü.

    Bir gün bu iki ağacın arasına gökten bir ışık indi. İki yandaki dağlar yavaş yavaş büyümeğe başladı. Halk şaşırmıştı. İçlerinde büyük bir saygı duyarak oraya yaklaştılar. Ağaçların yanına vardıklarında kulaklarına çok tatlı ve güzel ezgiler gelmeğe başladı. Her gece buraya bir ışık inmeğe ve ışığın çevresinde otuz kez şimşek çakmağa başladı. Bir gün insanlar burada ayrı ayrı kurulmuş beş çadır gördüler. Çadırların her birinde bir çocuk oturuyordu. Her çocuğun karşısında da onları doyurmağa yetecek denli süt dolu emzikler asılı idi. Çadırın tabanı baştan ayağa gümüş ile döşenmişti.

    Bütün boyların beğleri ve halkı bu garip işi görmek için kalkıp geldiler. Manzarayı görünce saygı ile diz çöktüler selam verdiler. Çadırlara girdiler çocukları alıp dışarı çıktılar. Beslenip büyütülmeleri için çocukları süt analarına dadılara verdiler. Çocuklar büyüyüp konuşmağa başlayınca Uygurlar'a ana babalarını sordular. Uygurlar o iki ağacı gösterdiler. Çocuklar ağaçları görünce bir çocuğun babasına gösterdiği saygıyı gösterdiler; ağaçların karşısında diz çöktüler yeri öptüler. Bunun üzerine ağaçlar dile geldi ve şöyle dedi:

    "Güzel huy ve iyi özelliklerle bezenmiş çocuklar böyle olurlar ana babalarına saygı gösterirler. Ömrünüz uzun adınız büyük ününüz sürekli olsun."

    Çevrede yaşayan bütün kavimler bu çocuklara hükümdar oğullarıymış gibi saygı gösterdiler. Kente dönünce çocukların her birine bir ad koydular. En büyüğünün adı Sungur Tigin ikincisinin adı Kotur Tigin üçüncüsünün adı Tükel Tigin dördüncüsünün adı Or Tigin beşincisinin adı da Bögü Tigin oldu. Çocukların doğuşundaki kutsal durumu görenler bunlardan birinin kagan seçilmesi kararına vardılar.

    Çocuklar arasında Bögü Tigin güzelliği boyu posu sabrı iradesi ileri görüşlülüğü bakımından öbürlerinden önde idi. Ayrıca bütün milletlerin dillerini yazılarını biliyordu. Herkes onun kagan seçilmesi kararında birleşti. Bögü Kagan büyük bir törenle tahta oturdu. Bögü Kagan ülkeyi adaletle yönetmeğe başladı; adamları mâiyeti çerileri (=askerleri) atları gittikçe çoğalmağa başladı. Egemenlik süresi içinde Bögü Kagan'a üç karga yardım etti. Bu kargalar dünyanın bütün dillerini bilmekteydiler. Nerede bir olay olursa Bögü Kagan'a bildirirlerdi.

    Bir gece Bögü Kagan uyurken penceresinin önünde bir kız hayali belirdi onu uyandırdı. Bögü Kagan ürktü kızı görmemiş gibi davrandı kendisini uykuda imiş gibi gösterdi. İkinci gece kız yine geldi. Bögü Kagan yine görmüyormuş gibi yaptı kendisini uykuda gösterdi. Sabah oldu. Kagan vezirine danıştı. Üçüncü gece kız yine geldi. Bögü Kagan vezirinin öğüdüne uyarak kızı alıp Ak-Dağ'a gitti. Bögü Kagan ile kız bu dağda gün doğana değin konuştular. Yedi yıl altı ay yirmi iki gün her gece kız Bögü Kagan'a geldi; her gece konuştular. Ayrılacakları gece kız Bögü Kagan'a şöyle dedi:
    "Doğudan batıya değin tüm dünya senin buyruğun altına girecektir. İşlerini sıkı tut iyi çalış."

    Ertesi gün Bögü Kagan ordularını topladı. 300.000 çerisini Sungur Tigin'in komutasına verdi; onu Mogol ülkelerine akına gönderdi. 100.000 çerisini Kotur Tigin'in komutasına verdi; onu Tankut ülkesine gönderdi. Tükel Tigin'i Tibet yönüne gönderdi. Kendisi de 300.000 çerisi ile Hıtay'a (=Çin'e) yöneldi. Or Tigin'i ise kendi yerinde kagan vekili olarak bıraktı. Bögü Kagan'ın ordularının hepsi zaferlerle geri döndüler. Getirdikleri mallar paralar ganimetler sayılamayacak kadar çoktu. Bögü Kagan Orkun Irmağı'nın kıyısında Ordu-Balıg adında bir kent kurdurdu; Ordu-Balıg'ı kendine başkent yaptı. Doğudaki bütün ülkeler Bögü Kagan'ın buyruğu altına girdi.

    Bögü Kagan bir gece bir düş gördü. Düşünde ak giysilere bürünmüş başında ak bir şerit elinde de çam kozalağı büyüklüğünde Yada taşı olan bir yaşlı kişi vardı. Yaşlı kişi Bögü Kagan'a yaklaştı Yada taşını Bögü Kagan'a verdi ve şöyle dedi:

    "Bu taşı saklarsan dünyanın dört bucağını milletinin buyruğu altına alırsın."

    O gece Bögü Kagan'ın başveziri de aynı düşü görmüştü. Bögü Kagan uyanır uyanmaz ordularını topladı. Batı yönüne sefere çıktı. Gide gide Türkistan'a vardı. Burada çayır çimenle döşenmiş gürül gürül akan suları olan bir yere rastladı. Burada oturmağa karar verdi. Balasagun kentini kurdu. Bögü Kagan'ın orduları dört bir yana yayıldılar bütün milletleri egemenlik altına aldılar. Yeryüzünde Türkler'in karşısında duracak kimse kalmadı.Türk orduları o denli ilerlemişlerdi ki acayip biçimli insanlara rastladılar. Bunların elleri ayakları tıpkı hayvanlarınkine benziyordu. Bu yaratıkları görünce artık bundan sonra insanların bulunmadığını anladılar geri döndüler.

    Daha sonra Uygurlar'ın buyruğuna giren hükümdarlar birer birer geldiler Bögü Kagan'a bağlılıklarını ve saygılarını sundular.Bunlar arasında Hint hükümdarı çok çirkindi. Bunun için Bögü Kagan bu hükümdarı katına kabul etmedi. Bögü Kagan yapılan törenden sonra hükümdarlara kendi ülkelerine dönmelerini ve kendi bölgelerini yönetmelerini buyurdu. Bu hükümdarların Bögü Kagan'a ne kadar vergi verecekleri de ayrıca bir toplantı ile karar altına alındı. Artık yeryüzü zapt edilmiş Bögü Kagan'ın karşısında duracak kimse kalmamıştı. Bögü Kagan geri dönmeğe karar verdi yurduna geldi.

    O çağda Uygurlar'ın din adamlarına "kam" denilirdi. Kamlar cinlere hükmederler onlara istediklerini yaptırırlardı. Türkler ile Mogollar kamlara çok önem verirlerdi. Bir işe başlamak için kamlara danışırlar ona göre davranırlardı. Hastalarına da kamlar bakardı. Kamların en güçlü oldukları zaman iyi ve kötü ruhlarla bağ kurdukları onlarla konuştukları günlerdi.

    Bögü Kagan çağında Uygurlar Çin kaganına elçiler gönderdiler kendilerine Nom kitaplarından anlayan ve adlarına Tüvinyan denilen din adamlarını göndermesini istediler. Nom Çinliler'in din kitaplarının adıydı. Çinliler bugün yaşayan bir adamın bin yıl önce de yaşadığına inanırlardı.

    Çin ülkesinden Nom yöntemlerini bilen kişiler geldiler. Bunlar kamlarla oturup konuştular kendi din kitaplarını gösterdiler onlarla tartıştılar. Kamlar tartışmayı yitirdi. Bu tartışmadan sonra Uygurlar Çin'den gelen yeni dini kabul ettiler (bu din Maniheizm'dir).

  7. #27
    Banned
    Üyelik tarihi
    06.09.2010
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    163
    Post Thanks / Like
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart

    Şu Destanı



    Şu Destanı Türkler'in en eski destanlarından biridir. Destanın kahramanı olan Şu bilginlerin tahminlerine göre MÖ dördüncü yüzyılda yaşamış bir Türk kaganıdır. Şu Destanı'nın konusu Makedonyalı İskender'in Asya içlerine doğru ilerlerken Türkler'le yaptığı savaşlardır (?). Ama türkolog Zeki Velidi Togan'a göre destanda adı geçen İskender'in Makedonya'lı İskender ile bir ilgisi yoktur ve Şu Destanı'nın konusu Makedonyalı İskender'in istilası değil daha önceki yüzyıllarda oluşmuş bir Aryani istilasıdır.

    Destanda Türk boylarının oluşumu ve Türkler'in kent yaşamına geçmeğe başlamaları da anlatılmaktadır. Ayrıca ulusunu bir istiladan korumak için çaba gösteren bir kaganın kaygılarının ince bir biçimde işlenmesi destana ayrı bir özellik katmaktadır.. Şu Destanı kendisinden sonra oluşacak Türk destanlarının ana çizgilerini ve süslemelerini belirlemiştir.

    Şu Destanı kimi bilginlere göre Saka Türkleri'nin destanıdır. Şu destanında müzik ve ezgi önemli bir rol oynar; ama bu müzik insan sesine değil sazların sesine dayanır. Destanın kahramanı genç kagan Şu Türk destanlarının yerinde durmayan hareketli ve atak yiğitlerinden daha değişik bir yapıdadır. Kagan Şu beden ve ruh yapısı ile daha çok Osmanlı hakanı 3. Selim'i andırır. Şu Kagan 3. Selim gibi içli sanatçı düşünceli ve mantıklı bir kimsedir. Sarayının kapısında günde 365 nöbet çalınır.

    Şu Destanı'nın özeti aşağıda yer almaktadır:

    Şu Kalesi'ni Balasagun yakınlarında genç kagan Şu yaptırmıştı. Kagan Şu'nun sarayı ise Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da çok güçlü bir ordu bulunuyordu. Balasagun kenti çok zengindi. Şu Kagan'ın sarayının önünde ordu beğleri için her gün 365 nöbet vurulurdu. Bu sırada Zülkarneyn (İskender) doğu seferine çıkmış Ön Asya'dan İran içlerine kadar önüne çıkan tüm orduları yenmiş ülkeleri işgal etmişti. Zülkarneyn Semerkand'a değin ilerlemiş Türk illerine yaklaşmışt
    Şu Kagan'ın gözcüleri Zülkarneyn'in Balasagun'a ve Şu Kalesi'ne yaklaştığını bildirdiler. Gözcüler Şu Kagan'a şöyle dediler:

    ''Zülkarneyn denilen gün batısından kopup gelen bir kıral ordusuyla bize yaklaşmaktadır. Önüne çıkan orduları dize getirmiş yerle bir etmiştir. Bize ne buyurursun? Onunla savaşalım mı?''

    Genç kagan Şu habercilerin sözlerini dinlemez gibi göründü. Çünkü daha önceden en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük etsinler diye göndermişti. Yiğitler kimseye görünmeden gizlice giderek Hucend kıyılarına yerleştikleri için ordu habercileri durumu bilmiyorlardı. Getirdikleri kötü haberden Şu Kagan'ın kaygılanmamasına kılını bile kıpırdatmamasına şaşırdılar. Şu Kagan gönlü ise rahattı.

    Şu Kagan'ın gümüşten bir havuzu vardı. Havuzu işten anlayan ustalara yaptırmıştı. Havuz istenildiğinde taşınabiliyordu. Şu Kagan savaşa bile gitse gümüş havuzunu yanına alırdı. Konakladığı yerlerde içine su doldurtur su dolu bu gümüş havuza kazlar ördekler salar onlara bakardı. Kazların ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek kendisini dinledirir dinlenirken de ulusunun geleceği ile sefer ve savaşlar ile ilgili tasarılar hazırlardı. Şu Kagan haberciler geldikleri sırada yine gümüş havuzda yüzen kazları ördekleri seyrederek dinleniyordu. Habercilerin:

    ''Ne buyruk verirsin kaganım? Zülkarneyn ile savaşa tutuşalım mı?''

    Diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onlara havuzu ve havuzda yüzen kazlar ile ördekleri gösterek şöyle dedi:

    ''Bakın. Görüyor musunuz... Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor nasıl dalıp dalıp çıkıyorlar?''

    Haberciler kaganlarının bu biçimde konuşmasını garip karşıladılar. Ona kuşku ile baktılar. ''Herhalde kaganımızın hiç bir hazırlığı yok. Onun için ne yapacağını bilemiyor'' diye düşündüler.

    O sırada Zülkarneyn'in ordusu Hucend Irmağı'nı geçmişti. vakit gece yarısına geliyordu. Hucend Irmağı kıyılarında gözcülük yapan Şu Kagan'ın kırk yiğidi atlanıp yıldırım gibi Şu Kalesi'ne geldiler. Şu Kagan'ın katına varıp Zülkarneyn'in Hucend Suyu'nu geçtiğini Balasagun yolunda ilerlediğini bildirdiler. Daha önceki habercilerin sözlerini dinlerken kılı kıpırdamayan Şu Kagan kırk yiğidin sözleri üzerine hemen göç davulunun çalınmasını buyurdu. Davulun çalınması ile birlikte doğuya doğru hızla yola koyuldular. Bu durum halkı şaşırttı. Gündüzün hazırlık yapılmadan gece vakti göçün başlamasından korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp bulabildikleri atlara atlayan millet kaganla birlikte yola düştü. Gün doğarken kentte kimse kalmamıştı. Yalnızca bomboş ve düz bir ova görünüyordu.

    Bütün millet Şu Kagan'ın ardından gitmişti. Ancak binecek bir şey bulamayan yirmi iki kişi Şu Kalesi'nde kalmıştı. Bunlar ne yapacaklarını düşünürlerken yanlarına iki kişi daha geldi. Bu iki kişi kap kacaklarını toplayıp sırtlarına vurmuşlardı. Yorgundular. Fakat pek duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi iki kişi bu yeni gelenlere bir yere gitmemelerini kendileri gibi kalede kalıp beklemelerini söylediler.

    ''Zülkarneyn denilen her kim ise burada uzun süre kalamaz geldiği gibi geri dönüp gider. Burası bizim yurdumuz yine bize kalır.'' dediler.

    İşte bu yüzden bu iki kişinin adı Kalaç olarak kaldı. Bu iki kişiden olan çocuklar ile torunları de Kalacı adıyla anıldılar. Ama bu iki kişi yirmi iki kişinin sözlerini dinlemeyerek onları bırakıp gittikleri için Zülkarneyn'in geldiğini görmediler.

    Zülkarneyn gelip de kalede kalan uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce ''Türk mânend'' dedi. Bu söz ''Türk'e benziyorlar'' anlamına geliyordu. Bu yüzden yirmi iki kişinin soylarının adı da Türkman (Türkmen) olarak kaldı. Giden iki kişi gittikleri için tam anlamıyla Türkmen sayılmadılar. Böylece oluşan yirmi dört boydan yirmi ikisi Türkmen öteki ikisi de Kalaç diye bilindi.

    Bu olaylar olurkan Şu Kagan ordusu ve yanındakilerle birlikte Çin sınırına değin ilerlemişti. Çin'e yakın Uygur iline vardıklarında Şu Kagan artık Zülkarneyn'i karşılayabilecek durumda olduğuna onu asıl merkezinden çok uzaklara çektiğine karar verdi. Çünkü kendi soydaşları arasında bulunduğu için Zülkarneyn'den daha güçlü durumua gelmişti. Şu Kagan çerilerinin en gençlerini ayırdı; onları Zülkarneyn'in üzerine yollamayı düşündü. Veziri gidecek olanların tümünün genç olduğunu deneyimlerinin bulunmadığını başaramazlarsa işin kötüye varacağını söyledi. Şu Kagan vezirine hak verdi. Yaşlı deneyimli bir subaşını çerileriyle birlikte gönderdi.

    Şu Kagan'ın çerileri bir zaman sonra Zülkarneyn'in öncü birlikleriyle karşılaştılar. Türk çerileri Zülkarneyn'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptılar. Baskın çok kanlı oldu. Bir ölüm kalım savaşı yapıldı. Zülkarneyn'in öncü birlikleri bozguna uğradılar. Türk erlerinden biri Zülkarneyn'in çerilerinden birini tek kılıç vuruşuyla ikiye böldü. Çerinin kemerine bağladığı altın torbası parçalandı; içindeki altınlar yere saçıldı çerinin kanıyla kızıla bulandı. Ertesi gün gün ışıkları bu kanlı altınları parlattı. Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp ''Altın kan! Altın kan!'' diye bağrıştılar. O günden sonra bu baskının yapıldığı yerin yakınında bulunan dağa Altın Kan (Altun Han) dendi.

    Baskından sonra Şu Kagan ile Zülkarneyn daha savaşmadılar barış yaptılar. Barış iki taraf içinde iyi sonuçlar doğurdu. Burada bir çok kent kurulmağa başlandı. Uygur Türkleri ile öteki Türk boyları bu kentlere yerleştiler. Şu Kagan da Balasagun'a döndü. Şu Kalesi'ni sağlamlaştırdı. Balasagun kentinin geliştirdi. En sonunda da kaleye bir tılsım koydu. Bu öyle bir tılsımdı ki dörtbir yanda duyuldu. Leylekler kente dek geldiklerinde tılsım yüzünden daha uzağa uçamadılar kenti aşamadılar.

  8. #28
    Banned
    Üyelik tarihi
    06.09.2010
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    163
    Post Thanks / Like
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart

    Türeyiş Destanı



    Asya Büyük Hun Devleti ile Kök Türk Devleti arasındaki dönemde Orta Asya'da yaşayan Türkler'e Çinliler Kao-çı derlerdi. "Kao-çı" sözü Çince'de "yüksek tekerlekli arabası olan" demektir. Kao-çı'lara Çinliler T'ieh-le adını da verirlerdi. T'ieh-le kelimesi Türkçe Töles sözünün Çin ağzına uydurulmuş biçimidir. Töles Türkleri Kök Türk Devleti'nin çekirdeğini oluşturan Türk boyudur. Çin kaynaklarına göre Tölesler'in (ve öteki Türkler'in) türküleri kurt ulumasını andırırdı; çünkü yine aynı kaynaklara göre onların ataları kurt idi. Çinlilerin sözünü ettikleri kurt ulumasına benzeyen türküler Türkler'in zamanımızda da söylemekte olduğu "uzun hava bozlak maya" türündeki halk ezgileri olsa gerektir.

    Kimi kaynaklar Töles ve Kao-çı kelimelerini yalnızca Uygur Türkleri ile özdeşleştirirler. Ama yukarıda da belirtildiği gibi Töles adı Büyük Hun Devleti ile Kök Türk Devleti arasındaki dönemde Türkler'e verilmiş ortak bir addır. Dolayısıyla Tölesler Uygur Türkleri'nin ataları olduğu gibi Oguz Karluk Kıpçak vs bütün Türk boylarının da atalarıdır. Ayrıca tarihi araştırmalara göre Uygurlar ile Oguzlar aynı boy kökeninden gelirler. İleriki dönemlerde Uygur ve Oguz diye ikiye ayrılmışlardır. Zaten Türk topluluklarına bir bakıldığında tip bakımından Oguzlar (bugünkü Türkmenler dolayısıyla Azeriler Anadolu Türkleri ve öteki Ön Asya Türkleri) ile Uygurlar'ın birbirlerine çok yakın oldukları görülür. Ayrıca eski tarihi kayıtlarda Oguz ve Uygur adlarının hep birlikte yer aldığı görülür (Tokuz Oguz-On Uygur).
    Bunun yanında Eski Türkler'in boy adları sistemi ile bizim zihnimizdeki ad kavramını birbirine karıştırmamak gerekir. Eski Türkler'de boy adları geleneksel ve kalıcı değildi; izafi bir nitelik taşırdı. Türk boyları tek bir boy çatısı altında bir bodun olarak birleşirler ve yeni bir adla ortaya çıkarak bir devlet ya da siyasi bir oluşum kurarlardı. Zamanla bu siyasi oluşum dağılır ve oluşumu oluşturan boylar yeni bir adla ortaya çıkarak bir başka siyasi oluşum kurarlardı. Bu hal böylece devam ederdi. Yani boy adları geçici ve izafi idi. Zaten bunun aksi iddia edilecek olursa her Türk devletinin yıkılışında ve her boy oluşumunun dağılışında bu halkların ortadan yok olduklarını kabul etmek gerekir. E bu adamları uzaylılar da kaçırmadığına göre tarihte rastlanan Ting-Ling Töles Türgiş Usun Hun Abar Sabar.....vs gibi Türk boyları nereye gittiler. Yanıtı çok basit; uğradıkları bir yıkım (savaş baskın kıyım göç vb) ya da siyasi dağılmadan sonra yeni bir ad ve yeni bir oluşumla yeniden tarih sahnesine çıktılar.

    Sonradan Kök Türk ve Uygur devletlerini kuracak olan Töles adındaki bu Türk topluluklarının en yakın komşuları olan Çinlilerin kaynakları onların kökenlerini kurda bağlayan bir efsane Saptamış ve tarih kayıtlarına geçirmişlerdir. Şimdi bu efsaneyi yukarıdaki bilgilerin ışığında gözden geçirelim:

    Hun kaganlarından birinin çok akıllı iki kızı vardı. Bu kızlar çok akılı ve çok güzel idiler. Kızlar o denli akıllı o denli iyilerdi ki babaları şöyle bir karara vardı:

    "Ben bu kızları kendim evlendiremem. Bunlar o denli iyiler ki o denli akıllılar ki bu kızları ancak Tanrı evlendirir."

    Kagan kızlarını ülkesinin en kuzey ucunda kişi ayağı değmeyen bir yere götürüp yüksek bir dağın başına koydu. Kızlar bu tepede bekleye durdular. Aradan epey zaman geçti. Bir zaman sonra tepenin çevresinde yaşlı ve erkek bir Bozkurt göründü. Kurt tepenin çevresinde dolaşmağa başladı ama kızların yanına gitmedi. Kızlardan küçük olanı bu durumu görünce kardeşine:

    "İşte bu kurdu ikimizden birinin evlenmesi için Tanrı gönderdi" dedi ve kurdun yanına doğru gitti. Kardeşi gitme dedi ise de onu dinlemedi. Tepeden inerek kurtla evlendi. Bu evlenmeden birçok çocuk doğdu. Bunlara Tokuz Oguz-On Uygur (Dokuz Oğuz-On Uygur) denildi. Bu çocukların sesi Bozkurt sesine benzerdi. Çocuklar birer Bozkurt ruhu taşıyarak çoğaldılar. Ve Tölesler bu kız ile kurdun soyundan türediler...

    Dikkat edilirse buradaki kurt erkektir. Öteki Kök Türk efsanelerinde ise kurt dişidir. Bununla birlikte Oguz Kagan Destanı'ndaki kurt da erkektir. Çin kaynakları hükümdarın kızlarını bıraktığı yerden "tepe" diye bahsetmektedir. Eski Türkler'de "Kutsal Dağ" ve "Gök Dağı" inancı büyük bir yer tutardı. Ergenekon da böyle kutsal bir dağın ardındaki yurdun adıdır.

  9. #29
    Banned
    Üyelik tarihi
    06.09.2010
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    163
    Post Thanks / Like
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart

    Anadolu Efsaneleri


    Anadolu'da dağların taşların ağaçların nehirlerin ve insanların hikayeleri efsaneleşerek yüzyıllar boyunca kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Kimi türkülere şarkılara romanlara konu olan efsaneleri yediden yetmişe sevmeyenimiz yoktur. Efsaneler ilk bakışta ilkel zihinlerin uydurduğu öyküler gibi görünse de onlar aslında olağandışı olayları yorumlayan halk hikayeleridir. AKŞAM'ın Yurt Haberleri ekibi Edirne'den Kars'a Karadeniz'den Akdeniz'e asırlardır Anadolu insanının kendisinden bir şeyler katarak anlatageldiği yüzlerce efsaneden bir kısmını sizin için derledi
    Nasıl taş kesildiler
    Anadolu'nun dört bir yanında taş kesilen insanlara dair pek çok efsane anlatılır. İnsanımızın acıları ve özlemleri dilden dile dolaşarak bu efsanelerde hayat bulmuştur
    Ejderha ve Kral kızı - Adana
    Çok eski çağlarda Toros Dağları'nın tepesinde bir hükümdarın kızı yaşarmış. Dağlar çok sık bir ormanla kaplı olduğu üstelik de ormanda büyük bir ejderhanın yaşadığına inanıldığı için buralarda dolaşmak tekin sayılmazmış. Kral da kızına çevreyi tek başına dolaşmamasını sık sık tembihlermiş. Ama bir gün kız ormanda dolaşmaya çıkmış. Bir süre gezdikten sonra dik ve sarp bir kayalığa oturarak Gülek Boğazı'nı seyre dalmış. Orada otururken büyük bir gürültü kopmuş. Kız aşağıya baktığında ejderhanın kayalara tırmandığını görmüş. Ne yapacağını şaşırmış. Kurtulamayacağını anlayınca 'Tanrım beni ejderhaya yem yapacağına burada taş yap' diye yakarmış. Kızın duasını kabul eden Tanrı hem onu hem de ejderhayı taşa çevirmiş.
    Yamaçtaki ejderha- Sivas
    lSivas'a bağlı Çaygören ve Küpecik köylerine giden yolun kıyısındaki tepeciklerden birinin yamacında aşağıya inen bir ejderhaya benzeyen bir taş vardır. Yörede bu taşa dair bir efsane anlatılır:
    Çok eskiden bu köyde yaşayan bir karı-koca sabana koştukları bir çift öküzle tarlalarını sürerken tepeden bir ejderhanın üzerlerine geldiğini görür ve çok korkarlar. O esnada adam 'Ey Allahım bu musibeti başımızdan al. Ben de sana bir öküz kurban edeyim' der. Allah da ejderhayı taşa dönüştürür. Karı-koca evlerine döner ve öküzün birini kurban etmeden ertesi gün öküzleri ile tarlaya gelip çalışmaya koyulurlar. Derken birden bir gürültü kopar bir de bakarlar ki dün taş kesen ejderha canlanmış üzerlerine geliyor. Kadın kocasına sinirlenerek 'Dün sen öküzün birini kurban edeceğim dedin ama etmedin. Şimdi öküzün birini buracıkta kendi ellerimle kurban edip köye dağıtacağım' der ve öyle de yapar. Ejderha ikinci kez taşa dönüşür.
    Rivayete göre taş kesen ejderhanın burun deliklerinin birinden su diğerinden de -çok eskiden- irin gibi bir sıvı sızarmış. Bu irinin çiftin adadıkları kurbanı hemen kesmedikleri için sızdığı söylenir. İrinin sızdığını gören kimse artık hayatta değilse de suyun aktığını gören çoktur. Son dönemlerde ejderhanın baş kısmı tahrip olarak bozulmuş; burnundan sızan su da kurumuştur. Ancak aynı kaynaktan beslendiği tahmin edilen ince bir su yamacın dibinde hala akmaktadır.
    Karayahıt-Denizli
    Çok eski zamanlarda güzeller güzeli bir genç kız gönlünü köyün çobanına kaptırmış. Ama talihsizlik bu ya köyün beyinin oğlunun da kızda gözü varmış. Evlilik hazırlığına başlayan kız bir gün atına binmiş çobana yemek götürürken yolda beyin oğlunun atıyla ona yaklaştığını görmüş. Kız başına gelecekleri anlamış çobandan başka birine yar olmamak için de Tanrı'ya yakarmış: 'Tanrım taş keseyim yeter ki beni bu bey oğluna yar etme'. Kızın duası kabul olmuş ve oracıkta atı ile birlikte taşa dönüşmüş.
    İşte o günden beri evliliğe hazırlanan kızlar ve yeni gelinler Karahayıt'taki bu kayaya gelerek mutlu bir evlilik sürmek için dua eder.
    Taş kesen çoban- Kars
    Kars'ın Kağızman İlçesi'nin Kızılöküz köyünde taş kesen bir çobanın efsanesi anlatılır. Bu çoban geçimini köy halkının koyunlarını otlatıp çobanlık yaparak sağlarmış. Yazın en sıcak günlerinde bu çoban koyunlarını en güzel ve en yüksek otlağa çıkarak otlatmaya koyulmuş. Ancak o civarda bir damla su bulunmazmış. Hem hayvanlar hem de çoban çok susamış. Susuzluktan bağrı yanan çoban 'Ya rabbim sana yedi kurban keseyim yeter ki şuradan su çıkartıp şu kulunun ve aciz hayvanların susuzluklarını gider' diye yakarmış. Çobanın bulunduğu yerin hemen yakınında o anda yerden su kaynamış. Sevincinden çılgına dönen çoban o buz gibi sudan kana kana içip hayvanlarına da içirerek susuzluklarını gidermiş. Ancak çoban sözünde durmamış. 'Koyunlar benim değil. Bunun yerine yedi bit öldürüp adağımı gerçekleştiririm' diye düşünmüş ve öyle de yapmış. Öldürdüğü bitleri de kaynağa atmış. Ne var ki kısa süre sonra çoban ve koyunlar bulundukları yerde taş kesmişler. Çobanın ve koyunların geri gelmemesi üzerine meraka düşen köylüler çobanı aramaya çıkmışlar. Çobanın ve bütün koyunların yeni kaynağın yanında taşa dönüştüğünü görmüşler. Bugün de o kaynağın civarındaki kayaların taşlaşmış çobanla koyunlarının kalıntıları olduğuna inanılır.

    Kızlar sinisi- Sivas
    Kızılırmak Kızıldağ'dan doğar. Kızıldağ'da 'Beş Gözeler' denilen su kaynağının yakınlarında peri bacalarına benzeyen kayalıklar vardır. Halk arasında buranın adı 'Kızlar Sinisi'dir.
    Efsaneye göre çok eski zamanlarda bir gelin alayı Kızıldağ yamaçlarından geçerken eşkiya hücumuna uğrar. Eşkıya düzlükteki yolu kestiği için düğün alayı Kızıldağ'a tırmanmaya başlar. Gelin eşkiya elinden kurtulamayacağını anlayınca Allah'a yalvarır. 'Ya onları taş kes ya beni taş kes' der. Düğün alayı o anda Kızıldağ'ın yamacında taş kesilir.
    Gerçekten de o yörede uzaktan bakıldığında dağın yamaçlarına yayılmış ve bir düğün alayını anımsatan irili ufaklı kayalar görülür; hatta bunların arasında bir çeyiz sandığı bile vardır.
    Ağlayan kaya- Manisa
    lManisa'nın sırtını dayadığı Spil Dağı pek çok efsanenin de kaynağıdır. Ama Ağlayan Kaya Niobe efsanesi şüphesiz bunların en meşhurudur.
    Yarı-tanrı Tantalos'un kızı Niobe Manisa'da doğmuş tanrıça Hera ile birlikte çocuklukları bu yörede geçmiştir. Daha sonra Niobe'nin yedisi kız yedisi erkek 14 çocuğu olur. Çocukluk arkadaşı ve Zeus'un eşi Hera'nın ise Apollon ve Artemis olmak üzere iki çocuğu vardır. Her fırsatta çocuklarının sayısı ile gururlanan Niobe topu topu iki çocuğu olduğunu söyleyerek küçümsediği Hera'yı öfkelendirir. Hera çocuklarından Niobe'yi cezalandırmalarını ister. Apollon ve Artemis de oklarıyla Niobe'nin bütün çocuklarını öldürür. Niobe çocuklarının cesetleri başında günlerce ağlar. Sonunda Tanrı Zeus Niobe'nin haline acır ve ıstırabına son vermek için onu ağladığı yerde taş haline getirir.
    Spil yamacındaki kadın başı şeklindeki bu kayanın göz çukurunu andıran girintilerinden sızan -daha doğrusu yakın zamanda kuruduğu için artık sızmayan- su Niobe'nin gözyaşları olarak yorumlanır. Halk buraya 'Ağlayan Kaya' der. Yakından bakıldığında sıradan doğal bir kaya oluşumu; batı yönünde biraz uzaklaşılarak bakıldığında ise kadın başı şeklinde görünen bu kaya hala çok ziyaret edilen bir yerdir. Manisa'nın sarı üzümlerinin ilk olarak Niobe'nin gözyaşlarıyla sulanan bağlarda yetiştiği söylenir.

  10. #30
    Banned
    Üyelik tarihi
    06.09.2010
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    163
    Post Thanks / Like
    Mentioned
    0 Post(s)
    Tecrübe Puanı
    0

    Standart

    Üç Anadolu Efsanesi Yaşar Kemal'in destansı romanlarından. İlk basımı 1967'de Ararat Yayınevi tarafından yapılmıştır. Kitabın tam adı Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlunun Meydana Çıkışı Karacaoğlan Algeyiktir

    Kitap yapı itibarı ile bu üç efsaneyi konu olmaktadır. Yaşar Kemal Anadolu'yu karış karış gezerek topladığı derlediği destanları kendi uslubu ile harmanlayarak okuyucuya sunmaktadır.

    Kitapta sırlama olarak ilk destan Köroğlu Destanı'dır. Bu destanda Köroğlu'nun ortaya çıkışı ve Bolu Beyi ile verdiği mücadele anlatılır. Köroğlu'nun ve babası Koca Yusuf'un söylediği veya ona atfedilen sözlere türkülere bu destanda yer verilir. Aşağıda yazılan şiir Koca Yusuf'un oğlu Köroğlu'ya nasihatıdır.

    Akar abı hayat biter yemişler
    Aslan gibi dağlarda kalmalı
    Yürü oğlum burda aslanlar yatar
    Aslan yatağında aslan olmalı

    Buralardan kalkıp gitmeli düze
    Allah yardım eder burda bize
    Almalı kervanı çıkmalı düze
    Bu dağlarda mesken tutup kalmalı

    Topuzu çekmeli yola durmalı
    Bezirgan bozmalı çerçi vurmalı
    Fakirler donatıp aç doyurmalı
    Koğan aslan gibi alıp gelmeli

    Seyis Yusuf derler benim adıma
    Rahmetme bir kulun asla dadına
    İşte nasihatim budur zatına
    Kesmeli kervanı alıp gelmeli

    İkinci destan ise Karacaoğlan Destanı'dır. Bu destanda Karacaoğlan'ın yaşadığı çevre ortaya çıkışı ve sevdiği Elif'e kavuşması anlatılır. Bu destanda da Köroğlu'nda olduğu gibi Karacaoğlan'ın söylediği veya ona atfedilmiş sözlere türkülere ağıtlara yer verilir. Aşağıdaki şiir Karacaoğlan'ın sıla hasreti ile söylediği bir türkünün sözleridir.

    İmana gel kanlı gurbet imana
    Biz de başımızı saldık gümana
    Yağıp yağmur gün deyince çimene
    Kokar burcu burcu gülü sılanın

    Ovalar ovalar engin ovalar
    Gözüm yaşı biribirin kovalar
    Yüce dağ başında şahin yuvalar
    Öter garip bülbülleri sılanın

    Bitmedik işlere Mevla ulaşa
    Daha neler gelir sağ olan başa
    Geçerse bu yaz da kalırsak kışa
    Korkarım kapanır yolu sılanın

    Karacaoğlan derki bana n'oldu
    Sarardı gül benzim gazele döndü
    Sılada sevdiğimi yadeller aldı
    Bilmem nasıl oldu hali sılanın

    Üçüncü destan Alageyik Destanı'dır. Bu destan kahramanı geyik avcısı Halil'nin sevdiğine kavuşması ve geyik avı müptelalığını anlatır. Diğer destanlarda olduğu gibi bu destanda da çeşitli folklorik söz ağıt türkü öğrelerine yer verilir. Aşağıdaki şiir Halil'in Zeynep'e söylediği ağıttır.

    Bende gittim bir geyiğin avına
    Geyik çekti beni kendi dağına
    Tövbeler tövbesi geyik avına
    Siz gidin kardaşlar kaldım kayada

    Ben giderken kayabaşı kar idi
    Yel vurduda iklim iklim eridi
    Ak bilekler taş üstünde çürüdü
    Siz gidin kardaşlar kaldım kayada

    Urganım kayada asılı kaldı
    Elbise sandıkta deşili kaldı
    Gerdekte nişanlım küsülü kaldı
    Siz gidin kardaşlar kaldım kayada

    Kayanın dibinde çadır kursunlar
    Çifte davul çifte zurna vursunlar
    Kayada kaldığım yare desinler
    Siz gidin kardaşlar kaldım kayada

    Yaşar Kemal bu eserinde halk diline sadık kalarak yorumladığı üç anadolu efsanesini anlatırken okuyucuya dönemin sosyo-kültürel yapısı ve folklorik mirasınıda sunar.

3. Sayfa - Toplam 4 Sayfa var BirinciBirinci 1 2 3 4 SonuncuSonuncu

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  

  • Şikayet, Telif hakları ve Yasal bildirimler için tıklayın.
  • .

    İletişim: [email protected]