PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : İstanbul'un Tarihi Yapıları -5



Ctrl
07.02.2010, 09:12
Küçüksu (Göksu) Kasrı (Beykoz)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/09/06/00074949.jpgİstanbul Beykoz ilçesi, Anadoluhisarı’nda, deniz kıyısında bulunan Küçüksu Kasrı’nın XVII. yüzyılda Sultan IV. Murat (1623–1640) döneminde yapıldığı sanılmaktadır. Bu kasır Sultan III. Mustafa (1757–1774), Sultan III. Selim (1789–1807) ve Sultan II. Mahmut (1808–1839) dönemlerinde restore edilmiştir. Bu kasır ile ilgili bilgiler Antoine-Ignace Melling ve Michel François Preault’un XIX. yüzyıl başlarında yaptığı resimlerden öğrenilmektedir.
Kasır denize doğru uzanan tek katlı bir yapı olup, arkasında da iki katlı bir bölüm bulunuyordu. Kasır T planlı olup, ahşap kubbeli, kare planlı bir orta mekân ile bunun çevresinde biri denize doğru olmak üzere uzanan üç yönlü uzantılardan meydana gelmiştir. Kasrın odalarının bir kısmı da deniz yönünde kazıklar üzerine oturtulmuştur. Bu kasır yıkılmış ve yerine bugünkü yapı yapılmıştır. Kasrın ne zaman yıkıldığı konusunda kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamaktadır. Bugünkü kasır Abdülmecit döneminde, 1856’da kâgir olarak yapılmıştır. Yapının mimarı Balyan ailesinden Nigogos Balyan’dır. Kasrın iç dekorasyonu Viyana Operası’nın dekoratörü olan Sechan tarafından yapılmıştır.
Küçüksu Kasrı yüksek bir su basman üzerine iki katlı, mermer kaplamalı bir yapıdır. XIX. yüzyıl barok ve rokoko karışımı bir üslubu yansıtmaktadır. Kasrın bodrum katında kiler, mutfak ve hizmetli odaları, diğer iki katta ise orta mekâna açılan dört köşe odasından meydana gelmiştir. Yapının cephe mimarisi dikkat çekicidir. Burada çiçek, yaprak, çelenkler, rozetler yüksek kabartma tekniğinde duvarlara işlenmiştir. Oldukça ağır bir rokoko üslubu yapının barok mimarisi ile birleşmektedir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/09/06/00074950.jpgKasrın deniz cephesi üç bölüm halinde olup, orta bölüm düz, iki yandakiler de dışbükeydir. Kasrın iki yönlü giriş merdiveni, havuzu, çeşmesi ve giriş kapısı ile dikkati çekmektedir. Denize yönelik pencereler her katta zemine kadar inmiş ve bunların önleri mermer parmaklıklarla sonuçlanmıştır. Kasrın yan ve arka bölümlerinde üst katta balkonlara yer verilmiştir. Üst katın bitiminde mermerden bir kısa duvar çatıyı gizleyerek yapıyı çepeçevre dolaşmaktadır.
Kasrın kabartma ve kalem işi süslemeli tavanları, birbirlerinden fark ve biçimde İtalyan mermerinden yapılmış şömineleri, ince bir işçilik gösteren parkeleri, Avrupa Arnavoa üslubunda mobilyaları ile dikkat çekmektedir.
Bu kasırda Sultan Abdülaziz (1861–1876) döneminde, daha sonra İngiliz tahtına geçen Galler Prensi Edward (VII. Edward) ile Eflak Boğdan Prensi I.Jean Alexandre ağırlanmıştır. Bunların yanı sıra kasır Sultan V. Mehmet Reşat ve son halife Abdülmecit Efendi (1839–1861) tarafından da kullanılmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra bir süre konukevi olarak kullanılmış, 1970’li yıllara kadar bazı özel günlerde kasırdan yararlanılmış, 1983’te ziyarete açılmıştır. Ardından yapılan yeni düzenlemeden sonra da 1994 yılında TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı’na bağlı anıt müze olarak ziyarete açılmıştır.

Tophane Kasrı (Beyoğlu)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/09/06/00075003.jpgİstanbul ili Beyoğlu ilçesi, Tophane’de Necatibey Caddesi üzerinde bulunan Tophane Kasrı’nı İngiltere Elçiliği’nin yapımı için İstanbul’a 1841 yılında gelen ve 1853 yılına kadar burada kalan İngiliz Mimar William James Smith tarafından yaptırılmıştır. Tophane Müşiri Halil Paşa’nın denetiminde 1851–1852 yıllarında tamamlanmıştır.
Bu kasır padişahların Tophane’deki askeri kuruluşlarını ziyaretinde veya şehre deniz yolu ile gelen yabancı devlet adamlarının karşılanmasında kullanılmıştır. Tophane Kasrı Rus Çarı’nın kardeşi Grandük Konstantin’in Sultan Abdülmecit (1839–1861) tarafından burada kabulü ile tarihe geçmiştir. Ayrıca Osmanlı-Rus Savaşı’nı sonlandıran 1894 yılı Uluslar arası konferans ve Lozan Antlaşması’ndan sonra Uluslar arası Boğazlar Komisyonu’nun toplantılarına da sahne olmuştur. Bunun yanı sıra II. Dünya Savaşı sırasında Sıkıyönetim Mahkemesi burada toplanmıştır.
Karaköy-Beşiktaş arasındaki caddenin genişletilmesi sırasında kasrın batısında bulunan Top Arabacıları Kışlası yıkılmış, doğusuna bugünkü liman binaları yapılmış ve bunun sonucu olarak da kasrın deniz ile bağlantısı kesilmiştir. Uzun süre Malül Gaziler Yurdu olarak kullanılmış, günümüzde de Mimar Sinan Üniversitesinin kullanımındadır.
Tophane Kasrı kuzey-güney doğrultusunda, denize paralel, 22.00x10.00 m. ölçüsünde dikdörtgen planlı, iki katlı bir yapıdır. Tophane Kasrı cephe mimarisi yönünden İngiliz Mimarı William James Smith’in diğer yapılarından farklılıklar göstermektedir. Prizmatik kütleli, denize yönelik doğu cephesinin ekseninde dışarıya taşan bir giriş bölümü ile batı cephesinin birinci katında konsollarla taşırılmış geniş çıkmalar yapıya hareketli bir görünüm kazandırmıştır. Kasrın ana girişi dört kolonun taşıdığı, üzeri balkon olarak kullanılan bir giriş görünümündedir. Ayrıca güney cephesinin ekseninde de bir servis girişi bulunmaktadır. Zemin kattaki giriş holünün iki yanında iki oda, doğusunda kare planlı bir sofa yer almaktadır. Sofadan üç kollu bir merdivenle ikinci kata çıkılmaktadır. Burada iki sıra halinde yerleştirilmiş odalar bulunmaktadır.
Neo-Klasik üslupta bezenmiş olan kasrın kalem işi tavanları korint düzeninde plasterler ve mermer şöminelerle iç mekân zengin bir görünümdedir. Dışa yönelik kemerli pencereleri, kemer hizasında devam eden yatay silmeler, madalyonlar barok mimariyi yansıtmaktadır. Yapının üzerini örten çatı plasterlerle desteklenmiş, buradaki madalyonlara kurdeleler eklenmiş, pencere aralarında ve onların altında yatay ve düşey bitkisel motifli panolara yer verilmiştir.

Beykoz Kasrı (Beykoz)
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/09/07/00075508.jpgİstanbul ili Beykoz ilçesinde, tarihi Hünkâr İskelesi’nin güneyinde bulunan bu kasır Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından Sultan Abdülmecit için yaptırılmıştır. Kasrın mimarı Balyan ailesinden Nigogos ve Sarkis Balyan’dır. Kasrın yapımına 1855 yılında başlanmış, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Sait Paşa tarafından on bir yıl sonra 1866 yılında tamamlanmış ve o sırada tahta geçen Sultan Abdülaziz’e armağan edilmiştir.
İstanbul’u ziyaret eden Fransa İmparatoriçesi Eugenie şerefine Beykoz Çayırı’nda düzenlenen av partileri sırasında buraya bir pavyon eklenmiştir. Ancak bu pavyondan günümüze hiçbir iz gelememiştir. Bununla ilgili bilgiler eski fotoğraflardan edinilmektedir.
XX. Yüzyılın başlarına harap bir durumda gelen kasırda önce bir Darül Eytam, sonra Trahom Hastanesi açılmış, bir süre göçmenler burada iskân etmiş, daha sonra da ordu emrine verilmiştir. Sağlık Bakanlığı 1953 yılında bu kasrı onarmış ve klinik olarak kullanmıştır. 1963’te Beykoz Prevantoryumu olmuştur. Günümüzde Beykoz Çocuk Göğüs Hastalıkları Hastanesi olarak kullanılmaktadır.
Beykoz Kasrı Boğaziçi’nde yapılan ilk kâgir ve Neo-Klasik üslupta yapılan bir yapıdır. Cephe kaplamasında kullanılan taşlar İtalya’dan getirilmiş, bunların yanı sıra yer yer beyaz mermerlere de yer verilmiştir. Kare planlı olan yapı iki katlıdır. Katların ortasında sofa, bunun çevresinde de odalar bulunmaktadır. Katlar arasındaki yükseklik 8 m. yi bulmaktadır. Sofanın ortasında camekân ve fener kasrın üç katlı olarak algılanmasına neden olmaktadır. Odaların arasında beyzi planlı merdiven sofası, merdivenin karşısında da yine beyzi bir salon bulunmaktadır. Deniz ve kara tarafındaki cephelere dört kolon üzerine oturtulmuş dikdörtgen planlı geniş balkonlar eklenmiştir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/09/07/00075510.jpgKasrın ana girişi deniz tarafındadır. İç mekânlarda beyaz somaki mermerler kullanılmış, duvarlarına büyük boyda endam aynaları yerleştirilmiştir. Kasır gecelemek için düşünülmediğinden mutfak, hamam ve servis bölümlerine yer verilmemiştir. Çevresi teraslarla kuşatılmıştır. Bu nedenle de kasır kademeli bir piramit şeklinde gittikçe genişleyen bir teras kaide üzerine oturtulmuştur.
200 dönümlük bir arazi içerisinde bulunan kasrın bahçesinde manolya, çam ve ıhlamur ağaçlarından oluşan geniş bir koruluk vardır.
Bahçe içerisinde dar ve dolambaçlı bir yolla girilen yapay bir mağaraya kubbeli küçük iki oda yerleştirilmiştir. Bu tür yapay mağaralar XVIII. yüzyıl Avrupa bahçe mimarisinde sık sık kullanılmıştır. Bu odaların duvarları istiridye kabukları ile süslenmiştir.

Aynalı Kavak Kasrı (Beyoğlu)
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/09/05/00074214.jpgİstanbul ili Beyoğlu ilçesi Hasköy Aynalı Kavak Caddesi’nde bulunan bu kasır, Osmanlı dönemindeki Tersane Sarayı arazisindedir. Buradaki kasrın ne zaman yapıldığı kesinlik kazanamamıştır. Evliya Çelebi XVII. yüzyılda burada bir hamam, sofa ve şadırvan olduğunu belirttikten sonra bu kasrın Fatih Sultan Mehmet zamanında ilk defa yapıldığına değinmiştir. Ardından da Sultan İbrahim zamanında yenilendiğini belirtmiştir. Naima Tarihi’nde de Sultan I.Ahmet’in 1613 yılında Edirne’den gönderdiği bir hatt-ı hümayunda Tersane bahçesinde bir kasır yapılmasını istediğini yazmıştır.
Sultan I. Ahmet (1603–1617) 1614’te İstanbul’a döndüğünde bu kasrı ziyaret etmiş ve yanında da bir çiçek bahçesi düzenlenmesini istemiştir. Kasrın yapımını Kaptan-ı Derya Halil Paşa üstlenmiştir. Kasır 1677 yılında yanmış ve Sultan IV. Mehmet tarafından 1679’da yenilenmiştir. Sultan IV. Mehmet 1677 yılında Haremi ile birlikte bir süre bu kasırda yaşamıştır. Ancak bu dönemde çıkan bir yangın yapıya zarar vermiştir. Fındıklılı Mehmet Ağa Tarihinde Polonya seferinden dönen Sultan IV. Mehmet’in şerefine üç gün üç gece kasrın önünde şenlikler düzenlendiğini yazmıştır. Padişah da gemilerden, kayıklardan oluşan denizdeki bu şöleni kasırdaki kafesli köşkten seyretmiştir.
Osmanlı tarihine geçen bu kasırla ilgili bir başka şenlik daha bulunmaktadır. Sultan III. Ahmet zamanında Padişah 1720 yılında dört oğlu ile birlikte Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın oğlunu ve yoksul çocukları burada sünnet ettirmiş, 30 gün süren şenlikler yapılmıştır.
Tersane Sarayı’nın Aynalı Kavak Sarayı ismini alması XVII. yüzyılın ortalarına rastlamaktadır. Sieur du Loir 1654’te sarayın görkemli aynalarla kaplı olduğunu belirtmiştir. Pasarofça Antlaşması (1718) sonrasında Venedik Cumhuriyeti’nin Osmanlı sarayına hediye ettiği aynalar kasrın dairelerini süslemiştir. Bu yüzden de kasrın ismi halk arasında Aynalı Kavak Kasrı’na dönüşmüştür.
Bu dönemde yapılmış olan Surnâme-i Vehbi’nin minyatürlerinde bu kasır resmedilmiştir. Minyatürlere göre direkler üzerinde denize taşan üç sofalı bir yapı idi. La Motrae 1727 yılında bu kasrı görmüş, üzerinin zengin nakışlı bir kubbe ile örtülü olduğunu, bunun dışında kalan alanların da çatı ile kaplı olduğunu yazmıştır.
XVIII. yüzyılda kasır terk edilmiş, bazı binaları Sultan Abdülhamit’in Sadrazamı Koca Yusuf Paşa tarafından 1766–1787 yıllarında onarılmıştır. Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa’nın Tersane’yi genişletmesi sırasında bu yapılardan bazıları yıkılmış ve Tersane’ye katılmıştır. Kalan yapılar da 1787–1788 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında erzak ambarı olarak kullanılmıştır.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/09/05/00074218.jpgSultan III. Selim 1791’de Balyan ailesinden Kirkor Balyan’a kasrı tamir ettirmiştir. Bununla beraber Sultan III. Selim, Sultan II. Mahmut ve Sultan II. Abdülhamid zamanında Tersane’ye yapılan eklerden dolayı kasır Haliç’ten içeride kalmıştır. Bu nedenle günümüze gelen Aynalı Kavak kasrı’nın ön cephesi kara tarafında kalmıştır. Arazi eğiliminden ötürü iki katlı olan kasrın Haliç yönündeki cephesi üç katlıdır. Planı kuzeydoğu-güneybatı ekseninde salonlardan meydana gelmiştir. Güney cephesinin ortası hafif bombeli olarak yükseltilmiş olup, sade bir görünümdeki sahanlıktan yapıya girilmektedir. Bunun karşısında giriş holü ile merdivenler bulunmaktadır. Arazi eğiliminden ötürü bu bölümün altında hizmet odaları yapılmıştır.
Giriş holünün solunda yan odalar ve servis bölümleri, büyük sofa bulunmaktadır. Haliç’e yönelik eyvan şeklindeki salonun iki tarafında simetri göstermeyen dört oda bulunmaktadır. Bu bölüm kasrın harem bölümüdür.
Giriş holünün sağındaki bölüm üç eyvanlı bir divanhane ve ona bağlı bir arz odasından meydana gelmiştir. Kasrın en önemli mekânları olan bu odalardan arz odasının üzeri kubbelidir. Divanhanenin pencereleri üzerinde Yesarizâde’nin talik yazı ile yazdığı Enderuni Fazıl’ın Aynalı Kavak Kasrı’nı öven şiiri bulunmaktadır. Divanhaneden geçilen arz odasının pencereleri üzerinde de Yesarizâde’nin talik yazı ile yazdığı Şeyh Galib’in Sultan III. Selim’i öven şiiri bulunmaktadır.
Kasrın selamlığı olarak nitelenen bu bölümün bezemeleri son derece zengindir. Bezeme yönünden kasrın en önemli bölümü divanhane ile arz odasıdır. Buradaki pencerelerin arasında basık kemerlerle birbirine bağlanmış dekoratif kolonlara yer verilmiştir. Bu bölümde kemer ayaklarının içerisi mermer levhalar ve aynalarla kaplanmıştır. Bugün müze özelliği taşıyan bu kasrın arz odası, divanhanesi duvarlarını çepeçevre dolaşan yazıtları, alçı şebekeli pencereleri, Sultan III. Selim tuğralı barok ve rokoko üslubunda bezemeler burada görülmektedir.

Ihlamur Kasrı (Beşiktaş)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/09/05/00074221.jpgİstanbul ili Beşiktaş ilçesi Ihlamur Yolu’nda bulunan bu kasrın olduğu yerde Hacı Hüseyin Bağı olarak tanınan bir mesire yeri bulunuyordu. Bu mesirenin miriye geçmesinden sonra Padişah için bir bağ evi yapılmış ve halk arasında da Hacı Hüseyin Bağı Köşkü olarak tanınmıştır. Bu köşk Sultan I. Abdülhamit (1774–1789), Sultan III. Selim (1789–1807) ve Sultan II. Mahmut (1808–1839) tarafından kullanılmıştır. Sultan I. Abdülhamit dönemi sadrazamlarından Seyyid Mehmet Paşa burada bir namazgâh yaptırmış, Sultan III. Selim ve Sultan II. Mahmut zamanında ok atışları sonunda buraya nişan taşları dikilmiştir.
Sultan Abdülaziz bu köşklerin bahçesinde horoz ve koç dövüşleri ile güreş müsabakaları yaptırmıştır. Sultan V. Mehmet Reşat sık sık buraya gelmiş, İstanbul’u ziyaret eden konuklarını, özellikle Sırp ve Bulgar krallarını 1910’da burada ağırlamıştır.
Fransız şair Alphonse de Lamartine bu köşkün dört köşeli bir planı olup, salonun ortasında fıskiyeli bir havuzun bulunduğunu, oldukça sade olduğunu belirtmiştir.
Sultan Abdülmecit bu köşkün yerine 1849–1855 arasında iki yeni biniş kasrı ile bir de çeşme yaptırmıştır. Buradaki mesirede düzenlenen av partileri ve ok talimleri sonunda dinlenme yeri olarak kullanılmıştır.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/09/05/00074225.jpgSultan Abdülmecit Balyan ailesinden Nigogos Balyan’a burada Merasim Köşkü ve Maiyet Köşkü olarak isimlendirilen iki kasır yaptırmıştır. XIX. yüzyıl Avrupa mimarisi üslubunda yapılan köşklerden Merasim Köşkü günümüzde Ihlamur Kasrı olarak tanımlanan yapıdır. Yüksek bir su basman kaide üzerine tek katlı, kesme taştan dikdörtgen planlıdır. Cephesi dönemin saray mimarisine uygun olarak girlantlar, istiridye kabuğu motifleri, vazolardan çıkan çiçekler, salkımlar ve ayrıca sütunçelerle bezenmiştir. Giriş cephesindeki iki yönlü merdiven ve balkon yapının cephesindeki en dikkat çeken bölümdür. Giriş holünün iki yanında iki oda ile çatıya çıkışı sağlayan bir ara mekân bulunmaktadır. Cephesi son derece bezemeli ve hareketli olan yapının içerisi oldukça sadedir.
Merasim Köşkü’nün biraz ilerisindeki Maiyet Köşkü daha da sade bir yapı olup, iki katlıdır. Bu yapıya da giriş cephesindeki iki kollu bir merdivenle ulaşılmaktadır. Girişin ortasında bir hol merdivenler ve köşelerde de dört adet oda bulunmaktadır.
I.Dünya Savaşı sonrasında ve Cumhuriyet döneminde boş ve bakımsız kalan köşkler 1951 yılında İstanbul Belediyesi’ne verilmiştir. İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay Maiyet Köşkü’nde Tanzimat Müzesi’ni kurmuş, Merasim Köşkü’nü de ziyarete açmıştır. Köşkler 1966 yılında TBMM Milli Saraylar Dairesi Başkanlığı’na devredilmiştir.

Maslak Kasırları (Sarıyer)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/09/05/00074226.jpgİstanbul ili Sarıyer ilçesi Büyükdere Caddesi’nde, İstinye ile Tarabya kavşaklarının birleştiği noktada, Haznedar Çiftliği içerisinde bulunan Maslak Kasırları’nın bulunduğu alandaki ilk yapılanma Sultan II. Mahmut (1808–1839) döneminde başlamış, Sultan II. Abdülhamid’in (1876–1909) veliahtlığı sırasında da av ve dinlenme alanı olarak düzenlenmiştir. Bununla beraber bu alandaki yapıların yapım tarihleri kesin olarak bilinmemektedir. Büyük olasılıkla da Sultan Abdülaziz (1861–1876) döneminde, 170.000 m2’lik koruluk alanda yapıldığı sanılmaktadır. Kasr-ı Hümayun, Mabeyn-i Hümayun, Çadır Köşkü, Paşalar Dairesi ve Limonluk günümüze gelebilen yapılardır.
Sadrazam Rüştü ve Mithat paşalar Kasr-ı Hümayun’a gelerek yaşamının büyük bir kısmını veliahtlığı sırasında burada geçiren Sultan Abdülhamid’i Osmanlı tahtına çıkmaya burada davet etmişlerdir. Sultan V. Mehmet Reşat da zaman zaman buraya gelmiş ve dinlenmiştir. Osmanlı kaynaklarından Sultan II. Abdülhamid’in oğullarından Nureddin Efendi’nin annesi ile birlikte burada oturduğu öğrenilmektedir.
Bu köşklerden Kasr-ı Hümayun arazi eğimine göre iki katlı olarak yapılmıştır. Yarı kâgir olarak yapılan kasrın birinci katına kadar bölüm taştan, bunun dışında kalanlar ahşaptandır. Girişin üzerinde yer alan ve görkemli sütunlara oturan balkonla, üst kata çıkan merdivenler barok üsluptadır. Buradaki bezemeler doğa ve mimariden alınmıştır.
Cephe düzeninde pencere dizileri ile çatı katının pencereleri uyumlu bir düzen içerisinde yapılmıştır. Katlar arasında saçaklar, silmeler bulunmaktadır. Ayrıca cephe duvarlarının köşelerine geniş plasterler ve pervazlar yerleştirilmiştir. Orta sofa etrafında sıralanmış salonun ve odaların tavan ve duvarları zengin bir dekoratif bezeme ile kaplanmıştır. Özellikle tavanlardaki kalem işleri, natürmortlar doğadan esinlenilmiş resimlerle bezelidir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/09/06/00074967.jpgKasr-ı Hümayun’da Sultan II. Abdülhamid’in çalışma ve yatak odaları bulunmaktadır. Haluk Şehsuvaroğlu bu odalarda padişahın yaptığı ve üzerinde A.H yazılı aynalı bir kapıdan yatak odasına geçtiğini belirtmiştir. Ayrıca burada ceviz bir karyola, sedefli bir masa bulunduğunu da eklemiştir.
Mabeyn-i Hümayun Kasrı, kasırların bulunduğu alanın kuzeybatısında yer alan küçük tek katlı bir yapıdır. Mermer basamaklı girişin sağ ve solunda birer oda, arkasında da büyük bir salon bulunmaktadır. Bu salon geniş bir kapı ile büyük bir seraya açılmaktadır. Kasrın cephesinde pencereleri çevreleyen tuğlalarla dekoratif bir görünüm sağlanmıştır. Ayrıca basık kemerli, kepenkli, yüksek pencereler iki mermer sütunun taşıdığı, döküm korkuluklu balkon da cepheye ayrı bir görünüm sağlamıştır.
Köşkün seraya açılan odasının tavanları kalem işleri ile bezenmiş, duvarlara altın varaklı büyük kristal aynalar ile porselen bir şömine yerleştirilmiştir. Buradaki kapıların kornişlerinde aynanın üzerinde ve seranın kapısında Sultan II. Abdülhamid’in A.H markası işlenmiştir.
Kasr-ı Hümayun’un kuzeybatısında Çadır Köşkü yer almaktadır. Köşk alt katta ocaklı bir mekân ile üst katta tek bir odadan meydana gelmiş sekizgen planlı bir yapıdır. Üst kattaki odaya mermer basamaklı çift yönlü ve demir korkuluklu bir merdivenle çıkılmaktadır. Köşkün etrafı balkonla çevrili olup, balkon korkulukları, çatı saçakları ve direkler ahşap bezemelerle doldurulmuştur.

Ctrl
07.02.2010, 09:13
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/09/05/00074227.jpgKasr-ı Hümayun’un kuzeydoğusundaki Paşalar Dairesi, Kasr-ı Hümayun’a paralel olarak yapılmıştır. Büyük olasılıkla bu yapı kasırları korumaya yönelik olarak yapılmıştır. Mabeyn-i Hümayun’u tarihi su deposuna bağlayan bahçe duvarı Paşalar Dairesi’ni her iki yapıdan ayırmaktadır. Kâgir ve tek katlı olan yapının iki ayrı girişi vardır. Ana girişin iki kanadında koridorlara açılan odalar sıralanmıştır. Girişin sol tarafında ise içerisinde külhanın da bulunduğu bir hamam vardır. Bu hamam bahçe yönünden ikinci bir giriş vardır. Paşalar Dairesi’nin cephe görünümündeki dekorlar ile pencere dizileri Mabeyn-i Hümayun’a benzemektedir.
Cumhuriyet döneminde I.Ordu ve Gülhane Askeri Tıp Akademisi tarafından prevantoryom ve malzeme deposu olarak kullanılan Limonluk 1981’de TBMM Milli Saraylar Dairesi Başkanlığı’na devredilmiştir.
Kasırların bahçesinde Sultan II. Abdülhamid’in Fransa’dan getirttiği kamelya ağaçları, Grolto ve Cycos ağaçları bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli çiçek ve ağaç örnekleri de burada bulunmaktadır.
Maslak Kasırlarının bulunduğu arazide çeşitli havuzlar ve büyük ölçüde göletler de bulunmaktadır. Günümüzde TBMM Milli Saraylar Dairesi Başkanlığı yönetiminde müze olarak ziyarete açıktır.

Ayazağa Kasırları (Şişli)
İstanbul, Şişli ilçesi Ayazağa Köyü yakınında, eski Haznedar Çiftliği arazisi üzerinde bulunan bu kasırların bulunduğu alana Sultan II. Mahmut sık sık avlanmaya gelirdi. Bu nedenle de burada iki katlı bir kasır yaptırılmış, kasrın ve arazinin bakımı ile Başsilahtar Ali Ağa görevlendirilmişti.
Ayazağa’da günümüze gelen kasırlar Sultan Abdülaziz (1861–1876) döneminde Ser Mimarı Devlet olarak tanınan Sarkis Balyan tarafından yaptırılmıştır. Bu yapılar II. Meşrutiyet’ten (1908) sonra ordunun hizmetine verilmiş ve I. Dünya Savaşı sırasında Süvari Astsubay Mektebi olarak kullanılmıştır. Bunlardan ana yapı 1930’lu yılların başında onarılmış ve Süvari Yedek Subay Okulu’nun müştemilatı arasında kalmıştır. Ordudan süvari sınıfının kaldırılmasından sonra 1960 yılında Jandarma sınıfına tahsis edilmiş, 1973’te onarılmıştır. Ardından da İstanbul Kültür ve Sanat Vakfına tahsis edilmiştir.
Bu kasırlar arasında tarihi yapıların en büyüklerinden olan Ayazağa Kasrı 21.50x20.50 m. ölçüsünde kare planlı, bodrum, zemin, birinci kattan meydana gelmiş, çatı ile örtülü kâgir bir yapıdır. Büyük olasılıkla bu kasır Sultan II. Mahmut döneminde yapılan ilk kasrın temelleri üzerine oturtulmuştur. Kasrın birbirine simetrik iki giriş kapısı bulunmaktadır. On iki basamakla çıkılan sahanlıktan sonra yapının tümünü kaplayan 16.00x17.50 m. ölçüsünde büyük bir salon bulunmaktadır. Bu salonun köşelerine de daha küçük birer salon yerleştirilmiştir.
Kasrın dört tarafına, dikdörtgen pencereler birbirine simetrik olarak yerleştirilmiştir. Katlar arasında ince bir silme dikkat çekmektedir. Yapının içerisi ahşap kasetler ve çeşitli motiflerle bezenmiştir. Ayrıca kasrın duvarları Sultan Abdülaziz’in İngiltere’den getirttiği çinilerle kaplanmıştır.
Bu kasırlardan ahşap kasrın önünde köfeki taşından yapılmış 100.00x20.00 m. ölçüsünde 2.50 m. eninde büyük bir havuz bulunmaktadır. Bu havuzun suyu köşklerin önünü kapatan doğal kaya parçalarının arasından akmaktadır. Bu su Dertlipınar olarak isimlendirilmiştir. Büyük olasılıkla bu havuz Sultan II. Mahmut zamanına aittir. Ahşap kasır 10.00x16.00 m. ölçüsünde büyük bir salon ve onun arkasında da iki küçük oda bulunmaktadır. Bu küçük odalardan biri kahve ocağı, diğeri de havuzda padişaha gösteriler yapan Enderun Ağaları’nın soyunma yeridir. Salonun dip köşesine de biri küçük olmak üzere iki çeşme yerleştirilmiştir. Salon XIX. yüzyıl üslubunda kalem işi ve bezemelerle süslenmiştir. Ahşap kasrın salonu gotik üslupta vitraylı pencerelerle aydınlatılmış, üzerini örten ahşap çatısı geniş konsollarla dışarıya taşırılmıştır.

Sepetçiler Kasrı (Eminönü)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/09/03/00073520.jpgİstanbul Eminönü ilçesi, Sarayburnu’nda bulunan bu kasır Topkapı Sarayı’nın Sarayburnu’ndaki iki kıyı köşkünden birisidir. Diğer köşk ise Yalı Köşkü’dür. Sepetçiler Kasrı’nın bulunduğu yerde saraya ait kayıklar bulunuyordu. G.J. Grelot buradaki kayıklar ve küçük kadırgalar için 5–6 tane kayıkhane olduğunu yazmıştır. Sepetçiler Kasrı’nda Yalı Köşkü’nde olduğu gibi Osmanlı sultanları donanmanın sefere çıkışını veya dönüşünü seyrederlerdi.
Sepetçiler Kasrı Bizans İmparatoru II. Theodosius zamanında yapılan surların üzerine inşa edilmiştir. Kasrın yapımına Sultan III. Murat (1574–1595) döneminde Sadrazam Sinan Paşa tarafından 1591’de başlanmış, Ferhat Paşa’nın sadrazamlığının ilk yılında da tamamlanmıştır. Kasrın mimarı Davut Ağa olup, yapımında Dalgıç Ahmet Çavuş ve Nakkaşbaşı Lütfi Ağa’nın da yardımları görülmüştür. Yapımında kullanılan kırmızı mermerler Darıca ve Rusçuk’tan, çinileri İznik’ten getirilmiştir. Yapımında kullanılan demir aksam ve çiviler de Samakoy ve Selanik’ten getirilmiştir.
Kasrın kapı kemeri üzerindeki kitabesinden öğrenildiğine göre; Sultan İbrahim (1640–1658) döneminde 1643’te yeniden yapılmış, Sultan I. Mahmut (1730–1754) döneminde 1739’da yenilenmiştir. Bunun ardından XIX. yüzyıl ortalarında da yeni bir onarım yapılmıştır. Bu onarımlar yapının mimari üslubunu değiştirmemiştir.
Osmanlı döneminde yapılmış köşklerin en görkemlilerinden olan Sepetçiler Kasrı ile ilgili çeşitli söylentiler bulunmaktadır. Bunlardan birisine göre; Edirne Sarayı’nda yükseltilmiş fevkani yapılara sepetçi veya sultani ismi veriliyordu. Bu nedenle de bu kasra Sepetçi denilmiştir. Bir başka söylentiye göre de Sultan İbrahim bu kasrın arkasında bulunan hazırcı ve sepetçi esnafını korumuş, buradaki eski köşkü yeniden yaptırmaya karar verdiği zaman sepetçi esnafının yardımlarını görmüştür. Kasrın yapımından sonra çevresindeki sepetçi esnafı çalışmalarını sürdürmüş ve sepetçilerin burada bulunmasından ötürü de kasra bu isim verilmiştir.
Sepetçiler Kasrı kesme taştan kare planlı, üzeri kubbeli dört köşesi eyvanlı mimari bir düzen göstermektedir. Bu kubbe ahşap olup, çatı içerisine gizlenmiştir. Üzeri kubbeli olan kare mekândan çıkmalarla dışa taşan eyvanlı bölümler yarım kare plan göstermektedir. Mu mekânın önünde üç bölümlü ortası kubbeli, iki yanı tonozlu bir giriş kısmına yer verilmiştir. Bu mekânın altında servis bölümleri bulunmaktadır.
Sepetçiler Kasrı I.Dünya Savaşı sırasında askeri ecza deposu olarak kullanılmış, 1955 yılında sahil yolunun açılışı sırasında istimlâk edilme konumuna gelmişse de tarihi özelliğinden ötürü bundan vazgeçilmiştir. Uzun süre kendi haline terk edilen yapı 1980 yılında Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiştir. Bunun ardından Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü kasrı 1990 yılında onarmış ve Basın Merkezi ve kafeterya olarak kullanmıştır. Eminönü Hizmet Vakfı 1998 yılında kasrı restore etmiştir. Günümüzde Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nün Uluslararası Basın Merkezi olarak kullanılmaktadır. Bir bölümü de özel bir şirket tarafından restoran ve bar olarak işletilmektedir.

Hıdiv Kasrı (Beykoz)
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/09/06/00075002.jpgİstanbul ili Beykoz ilçesi Çubuklu’da geniş bir koru içerisinde yer alan Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın kasrı Çubuklu Sarayı veya Çubuklu Kasrı olarak tanınmaktadır.
Mısır valileri arasında egemenlik hakkını Sultan Abdülaziz’den (1861–1876) 1866’da elde eden ilk hıdiv olan İsmail Paşa İstanbul’da Emirgân Korusu’nda yerleşmiş, buradaki kıyıda ahşap bir saray, arkasındaki korulukta da dört köşk yaptırmıştı. İsmail Paşa’nın 1892’de ölümünden sonra yerine oğlu Abbas Hilmi Paşa geçmiştir. Almanya ve Avusturya’da eğitim gören Abbas Hilmi Paşa İngiliz sömürgeciliğine karşı çıkmış bu nedenle de Osmanlı devletinin desteğini aramıştır.
Abbas Hilmi Paşa 1903 yılında Çubuklu kıyısındaki iki ahşap yalıyı satın almış ve bir süre burada yaşamıştır. Ardından yalının arkasındaki 270 dönümlük bağ ve bahçelik araziyi ağaçlandırmış ve içerisine de batı mimari üslubunda bir kasır yaptırmıştır. Kasrın mimarı İtalyan Delfo Seminati’dir.
İtalyan mimarisinin etkisi altında yapılan bu yapı Toscana Villası görünümünde olup, mermer ve kesme taştan olan bu kasrın orta mermer holü antik çağın Roma rotondosu üslubundadır. Zemin kattaki lambrili salonları dönemin moda üslubu olan Art Nouveau üslubunda yapılmıştır. Kasır mermer teraslarla çevrilmiş ve bunun üzerine de yüksek bir kule yerleştirilmiştir.
Kasır güneye ve doğuya bakan L harfi şeklinde bir plan düzeninde olup, burada birbirlerine dik iki kanatla, bunların uçlarını birleştiren çeyrek daire biçimli bir bölümden meydana gelmiştir. Bodrum üzerinde üç katlı olup, zemin katta geniş salonlar, birinci katta yatak odaları, diğerlerinden daha basık olan ikinci katta da hizmetli odaları yer almaktadır.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/09/05/00074266.jpgKasrın ana giriş katındaki holün pencere ve kapıları kurşunlu vitraylıdır. Bunlar başta üzüm salkımı desenleri olmak üzere çeşitli bitkisel motiflerle süslenmiştir. Ana giriş katındaki holün ortasında anıtsal bir çeşme bulunmaktadır. Bu bölümün üzeri açık olup, zengin vitraylı camlarla örtülmüştür. Giriş katında çifter çifter toplam on altı masif mermer sütunun yer aldığı anıtsal çeşmenin ortasında 1.80 m. yüksekliğinde mermer bir fıskiye bulunmaktadır. Bu çeşme sularını zeminde yer alan alçak bir havuza dökmektedir. Holün ve havuzun arkasındaki cephede üst kattaki yatak odalarının bulunduğu bölüme çıkan bir asansör vardır. Asansörün her iki kata yönelik cephesi sarı pirinç metalden yapılmıştır. Giriş katın cephesindeki camlar prizma şeklinde kristal kareler halindedir.
Holün sağında binanın dıştan düz cephesini oluşturan mermer bir salon bulunmaktadır. Ana kapıdan sonra iki yöne doğru mermer bir koridor uzanmaktadır. Sağ taraftaki koridordan iç içe iki odaya girilmektedir. Sol taraftaki koridorun tavanı ise aynalı kristal ışıklı köşe sütunlarına açılır. Aynı zamanda buradaki salon yuvarlak büyük pencerelerle mermer salona bakmaktadır.
Ana giriş kapısının arkasında bulunan boşluktaki mermer masif merdivenlerle birinci kata çıkılmaktadır. Burası yuvarlak bir koridor şeklinde olup, aşağıdaki havuza, yukarıdaki de vitraya açıktır.
Kasrın çevresi koruluk olup, bu koruluğun içerisinde 100–300 yıllık meşe, ıhlamur, çam ve sedir ağaçları bulunmaktadır. Ayrıca bu koruluktaki bülbüller İstanbul yaşantısında ün yapmıştır.
Hıdivin 1944’te ölümünden sonra kasır 1937–1983 yıllarına kadar metruk kalmıştır. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu bu yapıyı kiralayarak restore etmiştir. İç döşemesini Art Nouveau üslubunda düzenlemiştir. Bundan sonra da kasır ziyarete ve restoran olarak da halkın ziyaretine açılmıştır. Kasır Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’ndan İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından geri almış olup, belediye tarafından işletilmektedir.

Bebek Kasrı (Beşiktaş)
İstanbul ili Beşiktaş ilçesinde bulunan ve günümüze ulaşamayan Bebek Kasrı, Bebek Bahçesi içerisinde yer alıyordu. Evliya Çelebi ve Vakanüvis Asım Efendi bu kasrın Sultan I. Selim (1512–1520) zamanında yapıldığını belirtmişlerdir. XVI.-XVII. yüzyılda kendi haline terk edilen Bebek Bahçesi ile bu kasır 1725 yılında yeniden yapılmış ve Hümayunâbâd ismini almıştır.
Kasrın plan ve cephe görünümü ile ilgili yeterli bilgi bulunmamaktadır. Bununla beraber kaynaklardan kasrın Sultan I. Abdülhamit döneminin sonlarında iki kez onarım geçirdiği öğrenilmektedir. Yalnızca XVIII. yüzyılda İstanbul’a gelen Fransız Büyükelçisi Choiseul Gouffier tarafından yaptırılmış gravürden ve Jouannin imzalı kopyasından bu kasırla ilgili kısmen de olsa bilgi edinilmektedir. A.Du Beaumont’un 1849’da yaptığı bir gravürde bu kasrın mimari yapısı kısmen de olsa görülmektedir. Bu gravüre göre kasrın alt katı iki taraftan bahçe duvarları ile uzatılmış, ortasına kasır yerleştirilmiştir. İki katlı olan kasrın alt katında ikinci derece odalar ve giriş holü bulunmaktadır. Kasrın asıl oturulan mekânı ikinci kattadır. Burada ortada denize taşkın üç sofalı büyük bir divanhane, bunun iki tarafında ve daha arkasında odalar bulunmaktadır.
Aynı dönemde Antoine-Ignace Melling’in yapmış olduğu gravürde de kasrın üç bölümden meydana geldiği, ortadaki bölümün diğerlerine göre çıkıntılı olduğu anlaşılmakta ve diğer bilgileri de pekiştirmektedir. Gravürlere göre denize taşkın üç sofalı büyük divanhanenin cephesi tümü ile sıra halinde pencere dizisi ile kaplı idi. Bunların üzerinde kapaklar bulunuyordu. Bu kapaklardan üsttekiler gölge yapsın diye alttakilerden daha geniş tutulmuştur. Kasrın mimari bezemesi ampir özelliklerini taşıyordu.
XIX. yüzyılda Bebek Kasrı çok az kullanılmış olmasına rağmen Reisülküttab ile Avrupalı elçilerin gizli yaptıkları toplantılara sahne olmuş ve bu yüzden de Konferans Köşkü ismini almıştır. Kasır Sultan Abdülmecit zamanında 1846 yılında yıktırılmıştır.
Cumhuriyetin ilanından sonra bu kasrın bulunduğu yerde Bebek Gazinosu yapılmış, daha sonra gazino istimlâk edilmiş yerine Bebek Parkı yapılmıştır. Günümüzde bu park içerisinde tarihi çınarlar ile Şair Fuzuli’nin heykeli bulunmaktadır.

Çağlayan Kasrı (Şişli)
İstanbul Şişli ilçesi, Kâğıthane Deresi vadisinde Haliç’e dökülen Kâğıthane Deresi yanında bulunuyordu. Bu kasır Sultan Abdülaziz (1861–1876) tarafından 1862–1863 yılında yaptırılmıştır. Mimarları Balyan ailesinden Agop Balyan ile Sarkis Balyan’dır.
Çağlayan Kasrı günümüze gelememiştir. Ancak bu kasırla ilgili belgelerden bilgi edinilmektedir. Kasır Kâğıthane Deresi’nin iki tarafı rıhtımlı bir kanala dönüştürüldüğü noktada bulunuyordu. Kâğıthane Deresi’nin suları kasrın önünde, buradaki kanalın içerisinde açılmış bent üzerinden akarak çağlayanlar oluşturuyordu. Sonra da kasrın duvarlarına bitişik bir havuzun içerisinde toplanarak kanal içerisine akıyordu.
Çağlayan Kasrı plan olarak daha önce burada bulunan bir köşkün planına uygun ancak, ondan daha büyük ve görkemli yapılmıştır. İki katlı ahşap kasır L biçiminde bir plan düzeninde idi. Bu plan düzeninde iki kanadın birleştiği köşeye valide sultan dairesi yerleştirilmişti. Her iki kanat da ayrı ayrı simetrik plan şeklinde idi. Kasrın kanala bakan cephesi harem bölümünde olup, bir ucunda valide sultan dairesinin bir bölümü, diğer ucunda da kalfalar dairesi vardı. Orta bölümde dört kadın efendiye özel birer daire ayrılmıştı. Kanala bakan cephe barok konsollara oturtularak suyun üzerine taşırılmıştı. Bununla beraber kasrın avlu cephesi simetrik olmayıp, her dairenin ayrı birer girişi vardı. Yalnızca birinci kadın dairesi ile kalfalar dairesinin girişleri diğerlerinden farklı biçimde idi.
Kasrın bahçeye bakan kanadı selamlık dairesi idi. Bir köşesinde ise valide sultan dairesinin diğer bölümü bulunuyordu. Bunun yanında mabeyn ve hünkâr dairelerine yer verilmişti. Kasrın ortasındaki mabeyn dairesi çıkmalarla belirgin biçimde ortaya konulmuş, girişi harem avlusuna açılıyordu. Valide sultan ile hünkâr dairelerinin girişleri ise doğrudan doğruya bahçeye açılıyordu. Hünkâr dairesinin ise selamlık avlusuna açılan ikinci bir girişi daha vardı.
Kasrın valide ve hünkâr dairelerinin giriş salonları barok üslupta merdivenlerle ikinci kata çıkıyordu. Harem bölümündeki ara katta bulunan bir koridor önce valide sultan dairesinin sofasına, sonra da hünkâr dairesine geçişi sağlıyordu.
Kasrın Cephe düzeni ise simetrik olup, her bir dairenin geniş sofası cephede birer çıkma ile açıkça belirtilmişti. Kasır Sultan II. Abdülhamit (1876–1909) döneminde zaman zaman onarılmış ve 1940 yılına kadar ayakta kalmıştır. Ancak bu tarihten sonra kasrın malzemesi sökülmüş ve başka yerlerde kullanılmıştır. 1952 yılında ise bu kasrın arsasına İstihkâm Yedek Subay Okulu inşa edilmiştir. Günümüze kasırla ilgili hiçbir iz gelememiştir.

Gülhane Kasrı (Eminönü)

İstanbul Eminönü ilçesinde, Topkapı Sarayı’nın Marmara yönündeki Gülhane Meydanı olarak isimlendirilen düzlük üzerinde buluyordu. Bu kasır Padişahın Gülhane Meydanı’nda yapılan spor müsabakalarını izlemesi için yaptırılmıştır. Sultan II. Mahmut (1808–1839) döneminde yaptırılmış olan bu kasrın yerinde daha önce Lale Devri’nde yaptırılmış Tomak Kasrı’nın bulunduğu sanılmaktadır.
Gülhane Kasrı’nın yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Kasrın yapıldığı yıllarda buradaki spor müsabakalarının yerini geçit törenleri almıştı. Büyük olasılıkla bu kasrın Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığı 1826 yılında yapıldığı sanılmaktadır. Sultan Abdülmecit, Gülhane Hattı Hümayunu’nun ilan edildiği 3 Kasım 1839’da burada okunan Tanzimat Fermanı’nı izlemiştir.
Gülhane Kasrı çevresindeki diğer kasırlarla birlikte 1865 yılında yıktırılmıştır. Bugün onunla ilgili bilgiler gravür ve sulu boya resimler ile bazı duvar kalıntılarından anlaşılmaktadır. Bunlara dayanılarak kasrın orta sofalı plan düzeninde olup, dört eyvanlı divanhane şemasının uygulandığı anlaşılmaktadır. Beyzi olarak tasarlanan eyvanlar ile sofaya paralel kavisli duvarlar kasrı sınırlandırmıştır. Giriş batı yönündeki eyvan içerisinden olup, diğer mekânlar bu eksene göre bir simetrik düzende yerleştirilmiştir. Kasrın doğu eyvanı cepheden dışarıya taşırılmış, bu nedenle de daha büyük olarak tasarlanmıştır. Eyvanların aralarında, kuzey ve güney eyvanlarının arkalarında toplam altı oda bulunmaktadır. Sulu boya resimlerinden öğrenildiğine göre sofanın üzeri ahşap beyzi bir kubbe ile örtülmüştür. Eyvanları ve odaları çift sıralı dikdörtgen çerçeveli, kepenkli pencereler aydınlatıyordu. Bunların üzerinde de alçı, dilimli kemerli ikinci sıra pencereler bulunuyordu.

Çiftehavuzlar Kasrı (Sarıyer)
İstanbul Sarıyer ilçesi, Belgrat Ormanı’nda Sultan II. Osman Bendi’nin üzerinde yer alan bu kasır Sultan III. Ahmet (1703–1730) tarafından 1717’de yaptırılmıştır. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru harap durumdaki bu kasır Sultan III. Selim (1789–1807) tarafından 1797’de onarılmıştır. Kasır birbirine yakın olan Sultan II. Osman Bendi ile Sultan II. Ahmet Bendi’nden ötürü Çiftehavuzlar olarak tanınmıştır. Kasrın ne zaman yıkıldığı kesinlik kazanamamıştır.
Sedat Hakkı Eldem’in hazırladığı plana göre kasrın merkezi sofalı ve üç eyvanlı bir seyir kasrı olduğu anlaşılmaktadır. Kasrın ortasında dikdörtgen planlı bir sofa ve bu sofaya açılan giriş bulunmakta olup bunun karşısında hünkâra ait dışarıya çıkıntılı bir bölüm bulunuyordu. Girişin iki yanında da yan mekânlar olup, bunların maiyet odaları olduğu sanılmaktadır.

Büyük Bent Kasrı (Sarıyer)
İstanbul Sarıyer ilçesi Belgrat Ormanları’nda Büyük Bent’in yakınında yer alan bu kasır kesin olmamakla beraber Sultan III. Ahmet (1703–1730) tarafından 1717 yılında yaptırılmıştır. Büyük Bent Kasrı padişahın Sadabat’tan yola çıkarak Belgrat Ormanı’ndan geçip saltanat kayığına bindiği yol güzergâhı üzerinde bir takım köşkler ve kasırlar yapılmıştı. Büyük Bent Kasrı da bunlardan biridir.
Kasır XVIII. yüzyılın sonlarına doğru harap olmuş, Sultan III. Selim (1789–1807) tarafından diğer kasır ve köşklerle birlikte onarılmıştır. Günümüze bazı temel kalıntıları dışında hiçbir izi kalmayan bu kasır Jean Baptiste van Mour’a ait bir tablo ile Melling’in bir gravüründe görülmektedir. Bunlara dayanılarak bent üzerine yerleştirilen kasır arkasındaki yamaçlara bakan ormanla ve önündeki vadiye hakim yerde yapılmıştı. Tek katlı ahşap olan kasrın tasarımında simetriye önem verilmemiştir. Kasırda göle bakan ve vadiye bakan bölümler ile kızlarağasına ayrılmış bir diğer mekân bulunmaktadır. Bunlardan Hünkâr Odası ile Kızlarağası Odası eli böğründelerle dışarıya taşırılıp genişletilmiştir. Kasrın pencereleri dikdörtgen ve kepenkli olup, tüm cephe boyunca sıralanmıştır.

Nispetiye Kasrı (Beşiktaş)

İstanbul Beşiktaş ilçesi, Bebek sırtlarında bugünkü Etiler’in olduğu yerde, Boğaz’a hâkim bir mevkideki bu kasır Sultan III. Selim (1789–1807) döneminde yapıldığı veya onarıldığı kaynaklarda yazılıdır. XIX. yüzyılın sonlarında Sultan Abdülmecit’in oğullarından Şehzade Süleyman Efendi’ye geçen bu kasır Süleyman Efendi Köşkü ismi ile de tanınmaktadır. Bu dönemde yapılan onarım sırasında özgünlüğünü yitirmiştir.
Cumhuriyet döneminde bir süre kendi haline bırakılan bu kasır 1960 yılında yanmış ve tamamen ortadan kalkmıştır. Yakın tarihlere kadar da kasrın arkasındaki havuz ile bahçesindeki bazı ulu ağaçlar ayakta duruyordu.
Sedat Hakkı Eldem’in yapmış olduğu plan ve restitüsyon projelerine göre kasrın tek katlı, ahşaptan ve enine gelişen bir plan düzeninde olduğu anlaşılmaktadır. Bodrum katı üzerinde merkezi sofalı ve dört eyvanlı divanhane planındaki kasır barok üslupta yapılmıştır. Ortadaki sofa beyzi planlı olup, diğer mekânlar sofanın merkezi ile dik açı şeklinde kesişecek şekilde yerleştirilmiştir. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzun bir eksen üzerine biri Boğaz’a diğeri de arkadaki koruya bakan iki dikdörtgen planlı eyvan yerleştirilmiştir. Güneybatı-kuzeydoğu doğrultusundaki kısa kenarlardaki eyvanlar giriş taşlığına ve ağalara mahsus odalara ayrılmıştır. Sofaya göre zeminden bir seki ile yükseltilen eyvanların köşeleri çeyrek daire şeklinde yumuşatılmıştır. Eyvanların ön ve arka cephelerinde çıkmalara yedişer pencere açılmıştır.
Kasrın güneybatı yönündeki girişin önündeki iki yandan kavisli merdivenlerle çıkılan bir binek sahanlığı bulunmaktadır. Buradan küçük bir hol aracılığı ile orta sofaya ulaşılmaktadır. Giriş sahanlığının sağında ağalara tahsis edilmiş bir oda, solunda da helâlar bulunmaktadır.
Sedat Hakkı Eldem’e göre beyzi sofanın çatısı altına gizlenmiş basık, bağdadi bir kubbe bulunuyordu .

Ctrl
07.02.2010, 09:13
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne Bağlı Müzeler
İstanbul Arkeoloji Müzeleri (Eminönü)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056882.jpgİstanbul Eminönü ilçesinde, Gülhane Parkı girişinin sağından Topkapı Sarayı Müzesi’ne çıkan Osman Hamdi Bey Yokuşu’nun bitiminde yer alan Arkeoloji Müzeleri, Arkeoloji Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk’ten meydana gelmiştir. Bu nedenle de birkaç müzeyi kapsadığından ismi “İstanbul Arkeoloji Müzeleri” olmuştur.
Türkiye’deki ilk müzecilik çalışmaları Sultan Abdülmecit zamanında Tophane Müşiri Ahmet Fethi Paşa (1801–1858) tarafından başlatılmıştır. Topkapı Sarayı dış avlusunda bulunan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun cephane ve silah ambarı olarak kullanılan Aya İrini (Hagia Eirene) Kilisesi’nde Mecma-i Esliha-i Atika (Eski Silahlar Koleksiyonu) ile Mecma-i Asar-ı Atika (Eski Eserler Koleksiyonu) ismi altında kurulmuştur. Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm valiliklerine genelgeler gönderilerek bölgelerindeki eserlerin buraya gönderilmesi istenmiştir.
Bu yıllarda yabancı hafirlerin Anadolu’da kazı yaptıkları ören yerlerinde buldukları önemli arkeolojik eserlerin yurt dışına kaçırılmalarını önlemek amacı ile bazı çalışmalara başlanmıştır. İstanbul’dan gönderilen genelgelere olumlu yanıtlar alınmış ve bazı eserler İstanbul’a gönderilmeye başlanmıştır. Bununla beraber, eserlerin yurt dışına kaçırılması da önlenememiştir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056924.jpgAya İrini Kilisesi’nde toplanan bu eserler ilk defa müze ismi ile Ali Paşa’nın (1815–1871) sadrazamlığı, Saffet Paşa’nın (1814–1883) Maarif Nazırlığı sırasında Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi) ismi altında açılmıştır. Bundan kısa bir süre sonra müze kapatılmış, Ahmet Vefik Paşa’nın 1872’de Maarif Nazırı olmasından sonra da Müze-i Hümayun yeniden kurulmuş ve yönetimi Dr.Philipp Anton Dethier’e bırakılmıştır. Dethier’in müdürlüğü sırasında H.Scliemann Troia’da bulduğu eserler Yunanistan’a kaçırılmış, Dethier bu eserlerin geri alınması için çaba sarfetmiştir. Atina’da açılan dava kazanılmış olmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun maddi yönden sıkıntı içerisinde olmasından ötürü belirli bir ücret karşılığı davadan vaz geçilmiştir.
İlk Asar-ı Atika Nizamnamesi 1874 yılında yayınlanmış, bu yönetmeliğe göre bulunan eski eserlerin yalnızca üçte birinin yurt dışına götürülmesi öngörülmüştür. Bu arada Dethier’in Kıbrıs’tan 88 sandıklık eski eserleri yurda getirmesi ve Anadolu’dan gelen eserlerin artması sonucunda yeni bir binaya gereksinim duyulmuştur. Ancak maddi imkânsızlıklardan ötürü, yeni bir müze yapımı yerine Çinili Köşk’ün müzeye dönüştürülmesi uygun görülmüştür. Çinili Köşk’te yapılan düzenlemeler, eserlerin taşınması uzun zaman almış ve müzenin açılışı 1880 yılında yapılmıştır. Müzedeki eserlerin katalogu da bu sırada hazırlanmıştır.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056925.jpgDethier’in ölümünden sonra 1881’de Sadrazam Ethem Paşa’nın oğlu Ressam Osman Hamdi Bey Müze-i Hümayun müdürlüğüne atanmıştır. Onun atanması ile de Türk Müzeciliği yeni bir boyut kazanmıştır. Osman Hamdi Bey eski eserlerin koleksiyonlarını bilimsel yönden yaptırmış, teşhir ve tanzimi yenilemiştir. G.Mendel’e müze katalogunu hazırlatmış, müzedeki eserlerin daha da zenginleşmesi için 1883–1895 yıllarında Nemrut Dağı’nda, Myrna’da, Kyme’de, Aiolia Nekropollerinde, Lagina Hekate mabedinde kazılar yaptırmış, burada ortaya çıkan eserleri müzeye getirmiştir. Bunun ardından Sayda’da 1887–1888 yıllarında Krallar Nekropolünde yaptığı kazılarda dünyaca ünlü İskender Lahdi denilen lahit başta olmak üzere, Ağlayan Kadınlar, Satrap, Likya ve Sayda Kralı Tabnit’in lahitlerini bularak gemi ile müzeye getirmiştir. Çinili Köşk bu kadar çok eserin sergilenmesi için yetersiz kalmıştır. Bu nedenle yeni bir müze binasına gereksinim duyulmuştur. Osman Hamdi Bey saraydan aldığı izinle Çinili Köşk’ün karşısına o dönemin ünlü mimarlarından Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi hocalarından Mimar Aleixandre Vallaury’e yeni bir müze binası yaptırmıştır.
Yeni müze Lahitler Müzesi veya Asar-ı Atika Müzesi olarak 13 Haziran 1891’de açılmıştır. Aynı zamanda yeni yapılan bu müze XIX. yüzyılın sonunda dünyada müze binası olarak tasarlanan ilk on müze arasında olup, Türkiye’nin ilk arkeoloji müzesidir. Bundan sonra yeni yapılan müzede başta Sayda Lahitleri olmak üzere diğer eserlerin teşhir ve tanzimi yapılmıştır.
Müze koleksiyonlarını Balkanlardan Afrika’ya, Anadolu ve Mezopotamya’dan Arabistan Yarımadası’na ve Afganistan’a kadar uzanan Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisindeki çeşitli kültürlere ait eserler oluşturmaktadır.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056932.jpgCumhuriyet döneminde İstanbul Arkeoloji Müzeleri ismini alan müzenin yapımından yüz yıla yakın bir süre geçmesinden ötürü teşhir ve tanzim eskimiş, eserler sayıca artmış ve bir depo niteliğine bürünmüştür. Bunun üzerine eskiyen bina restore edilmiş, yeni bir sergileme yapılmış ve müzenin Topkapı Sarayı avlusuna bakan arka cephesine, ona bitişik olarak dört katlı yeni bir ek bina yapılmıştır. Bunun için çalışmalara 1988 yılında başlanmış ve yeni düzenleme 1991’de tamamlanmıştır. Müzenin kuruluşunun 100.yılı olan 13 Haziran 1991’de ek binalarla birlikte yeniden ziyarete açılmıştır.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde eserler Arkeoloji, Eski Şark Eserleri ve Çinili Köşk’te ayrı ayrı sergilenmiştir. Müzenin arkeoloji bölümündeki en önemli eserler arasında Sayda Kral Nekropolünden getirilen İskender Lahti, Ağlayan Kadınlar Lahti ve Satrap Lahti başta olmak üzere Arkaik Dönem’den başlayarak Roma dönemi sonuna kadar gelen çeşitli heykeller, Kyme, Milet ve Ilgın’da bulunmuş Ana Tanrıça Kybele heykelleri, adak stelleri bulunmaktadır. Ayrıca Halikarnasos Maoseleum’una ait kabartmalar, Bergama Zeus Sunağı’na ait heykel parçaları, Kuvvet Tanrısı Bes, İskender başı, Aphrodisias, Ephesos ve Miletos’ta bulunan heykeller; küçük ölçüdeki çanak çömlekler, pişmiş toprak figürinler; hazine bölümünde değerli süs eşyaları, takılar ve sikkeler bulunmaktadır. Ayrıca yeni yapılan müze ek binasında da Anadolu’nun Çevre Kültürleri Bölümü’nde Kıbrıs, Filistin, Suriye, Beyrut, Sayda, Sebasteia, Magito gibi önemli kültür merkezlerinde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan eserler sergilenmektedir. Müzenin Anadolu ve Truva Kültürleri Bölümü’nde Trakya’dan Troia’ya, Frigya’ya ve Gordion’a kadar uzanan alanda ortaya çıkan eserler sergilenmiştir.

Eski Şark Eserleri Müzesi

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056891.jpgİstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin girişinin sol tarafında bulunan yapı, 1883 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi Âlisi (Güzel Sanatlar Akademisi) olarak Osman Hamdi Bey tarafından Mimar Alexandre Vallaury’e yaptırılmıştır. Uzun süre okul olarak kullanılmış, Sanayi-i Nefise’nin 1917’de Cağaloğlu’ndaki yapısına taşınması ile bina Müze-i Hümayun’a verilmiştir. O zamanki müze müdürü Halil Ethem Bey Eski Önasya eserlerini, Klasik, Helenistik, Yunan, Roma ve Bizans eserlerinden ayırarak bu müzenin temelini atmıştır. Alman uzman Eckhard Unger 1917–1919 ve 1932–1935 yıllarında Eski Şark Eserleri Müzesini düzenlemiş ve bu konuda da yayınlar yapmıştır. Eski Şark Eserleri Müzesi 1963–1973 yıllarında restore edilerek yeniden düzenlenmiştir. Bundan sonra yeniden onarılan ve yeniden düzenlenen müze 8 Eylül 2000 tarihinde ziyarete açılmıştır.
Müzede Mezopotamya, Mısır ve Anadolu kültürleri ile İslam öncesi Arap Yarımadası’na ait eserler sergilenmektedir. Bunların başında eski ve yeni Sümer çağlarına ait eserler, Mısır firavun mezarlarına ait buluntular, Asur, Babil, Hatti, Hitit ve Urartu eserleri sergilenmektedir. Ayrıca bu bölümde 70.000 levhadan oluşan çivi yazılı tablet koleksiyonları bulunmaktadır. Bu eserlerin büyük bir kısmı da XIX. yüzyıldan başlayarak I.Dünya Savaşı’na kadar geçen süre içerisinde yapılan arkeoloji kazılarından ortaya çıkarılmıştır. Eserlerin bir bölümü de Osmanlı İmparatorluğu’nun valileri ve paşaları tarafından toplanarak gönderilmiştir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056934.gifMüze 1974 yılında yeniden ziyarete açılmıştır. İki katlı bir yapı olan müzenin üst kat sergi salonlarında Mezopotamya, Mısır ve Arap eserleri sergilenmektedir. Müzenin alt katı tablet arşivi, büro ve müze depolarına ayrılmıştır.
Müzenin 1 no.lu salonunda İslam öncesi Arap eserleri bulunmaktadır. Bunların çoğunluğunu Güney Arabistan’dan gelen eserler meydana getirmiştir. Burada çeşitli kitabeler, kabartma levhalar, mezar taşları ve adak heykelleri sergilenmektedir.
Müzenin 2 no.lu salonunda Mısır koleksiyonları bulunmaktadır. Bunların başında özel koleksiyonlardan gelenler ile kazı buluntuları yer almaktadır. Sfenksler, steller, sunaklar, lahitler, mezar ve mabet buluntuları bunların arasındadır. Mısır XII.-XIII. sülaleye ait lahitler, cenaze alayını gösteren renkli papirüs, Tanrı Horus heykeli, Ölüler Diyarı Tanrısı Osiris’in heykeli, Teb şehri nekropolünde bulunmuş mezar steli, arslan başlı Ateş Tanrıçası, Sekhmet’in heykeli bu bölümdeki önemli eserler arasındadır.
Müzenin 3–6 no.lu salonlarında Mezopotamya eserleri bulunmaktadır. Bunların büyük bölümünü Dicle ve Fırat nehirleri arasında, I.Dünya Savaşı’ndan önce yapılan kazılarda ortaya çıkarılan eserler oluşturmaktadır. Bunların başında Halaf, Nineve, Eski Sümer Çağı, Yeni Sümer Çağı, Akad, Eski ve Orta Babil Çağı eserleri, Orta Asur Çağı, Yeni Asur Çağı eserleri ile Babil Çağı eserleri gelmektedir. Ayrıca bu bölümde Mezopotamya mühürleri de sergilenmektedir. Bu bölümde Yeni Asur Devletinde vezirlik etmiş olan Bel-Harran-Beli-Ussur’un steli, Asur Banipal’in kabartması, İştar kapısına giden merasim yolu üzerindeki çini kabartmalar, Eski Akad Kralı Naramsin’in steli, Sümerlerin boğa başı, Lagaş Kralı Ur-Nanşe’nin adak kabartması bulunmaktadır.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056936.jpgMüzenin 4 no.lu salonu tamamen Urartu eserlerine ayrılmıştır. Bunlardan küçük bir grup Toprakkale kazılarında ortaya çıkarılmış, çoğunluğu da satın alma yolu ile müzeye kazandırılmıştır. Büyük çoğunluğunu keramikler, çanak-çömlek parçaları, kemerler, takılar, adak levhaları ve mühürler oluşturmaktadır.
Müzenin 7–9 no.lu salonlarında Anadolu’dan ele geçen tarih öncesi çağlara ait eserler bulunmaktadır. Zincirli ile Hattuşaş (Boğazköy) kazılarında ele geçen eserler bu bölümün başta gelen kültür varlıklarıdır. Zincirli şehir kapısı ortostatı, Yerkapı sfenksi, Teşup steli, Zincirli bazalt kapı arslanı, Maraş sfenksi, Zincirli sfenksli sütun altı da diğer eserler arasındadır.
İlk Tunç Çağı’na, Hatti kültürüne, Orta Tunç Çağı’na, Koloni Devri yerleşmelerine, Eski Hitit, Hitit ve Geç Hitit kralları dönemine ait eserler çoğunluktadır. Bunların arasında Kadeş Antlaşması bu bölümün en önemli eseridir.
Müzenin Çivi Yazılı Belgeler Arşivinde Mezopotamya’nın on, Anadolu’nun da iki eski yerleşme yerinden gelmiş tabletler, 12’si büyük, 8’i küçük olmak üzere dünyanın en zengin koleksiyonlarından birini oluşturmaktadır. Bunların büyük çoğunluğu Osman Hamdi Bey’in eski eserleri koruma amacı ile çıkarttığı Nizamname uyarınca yapılan kazılarda ele geçmiş, diğerleri de çeşitli tarihlerde satın alınmıştır. Bu tabletler tarih, hukuk, tıp, edebiyat, ekonomi ve dini konuları içermektedir. Ayrıca matematik, astronomi, sihir gibi konuların yanı sıra çeşitli mektuplar da bu arşivde yer almaktadır. Yaklaşık olarak 74.000 adet olan bu tabletler depolarda ve teşhirde bulunmaktadır. Müzede bu tabletlerin pek az bir bölümü sergilenebilmektedir.

Çinili Köşk Müzesi
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056899.jpgİstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin avlusunda bulunan Çinili Köşk, Topkapı Sarayı yapı topluluğunun bir bölümü olarak Fatih Sultan Mehmet tarafından 1472’de sur içerisinde, Sarayburnu’ndaki koruluk içerisinde yaptırılmıştır.
Çinili Köşk Osmanlı sivil mimarisinin Selçuklu etkisinde yapılmış İstanbul’daki tek örneğidir. Kaynaklarda yeterince isminden söz edilmeyen bu köşkün mimarı bilinmemektedir. Fatih Sultan Mehmet (1451–1481) dönemi tarihçilerinden Tursun Bey, Çinili Köşk’ü sırçadan yapılmış bir yer olarak nitelendirmiştir. Sultan IV. Murad (1623–1640) zamanında köşk içerisinde yeni düzenlemeler yapılmış ve bu arada ayna taşından bir tavus kuşu kabartmasının bulunduğu bir çeşme de buraya eklenmiştir. Çeşmenin iki tarafındaki kitabelerde de buradan Sırça Saray olarak söz edilmiştir.
Köşk 1737 yılında kısmen yanmış ve bu nedenle de onarım sonrasında, özellikle cephe mimarisi değişmiştir. XIX. yüzyılda Aya İrini’deki müzenin yetersiz kalmasından ötürü eserler buraya taşınmıştır. 1910 yılında restore edilmiş, II. Dünya Savaşı sırasında kapatılmış, 1942’de de yeniden onarılırken 1880 yılında ön kısmına eklenen merdivenler kaldırılmıştır. Daha sonra bu onarımlar 1948–1953 yıllarında da devam etmiştir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056900.jpgÇinili Köşk iki katlı taş bir yapıdır. Yapımında beyaz köfeki taşlar kullanılmış, yan ve arka cephelerinde de kırmızı tuğladan dolgulara yer verilmiştir. Köşkün Haliç’e bakan çıkmalı arka cephesinde tuğla dolguların alt katında kilim deseni biçiminde bezemeler olduğu biliniyorsa da bu kısım özelliğini yitirmiştir. Köşkün ön cephesinin ortasında bulunan çinilerle kaplı büyük bir eyvandan içeriye girilmektedir. Bu girişin yanlarında derinliği fazla olmayan kemerli nişler bulunmaktadır. Köşkün asıl katında orta mekâna açılan dört eyvanlı bir şema görülmektedir. Üzerleri kubbe ve tonozlarla örtülmüştür.
Çinili Köşk’ün en başta gelen özelliği dış cephesi ile büyük eyvanının iç yüzeyini ve içerdeki odaların bir bölümünü kaplayan çinilerdir. Mozaik tekniğinde yapılmış olan bu çiniler firuze renkli zemin üzerine kufi yazılar ve geometrik desenlerden meydana gelmiştir.
Çinili Köşk 1737 yangınından sonra bir süre saray ağalarına tahsis edilmiş, 1953 yılında İstanbul’un 500. Fetih yılı dolayısı ile Fatih Sultan Mehmet’e ait giysiler, silahlar ve fermanlar burada sergilenmiştir. Başlangıçta Fatih Müzesi olan köşk, daha sonra Türk-İslam ve Osmanlı çini keramiklerinin sergilendiği bir bölüme dönüşmüştür. Bu müze 1981 yılında Topkapı Sarayı’ndan alınarak İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne bağlanmış, 1990 yılında yenilenen sergileme ile İstanbul’un fethinin 539. yılında, 28 Mayıs 1992’de ziyarete açılmıştır.
Müzede Türk çağına ait çini ve keramiklerin ilk örnekleri, Selçuklu çini ve keramikleri, XIV. yüzyıla tarihlenen ve İznik çini atölyelerinde yapılan XIV.-XVI. yüzyıl çinileri, XIV.-XVI. yüzyıl Milet keramikleri, Milet işi mavi-beyaz kandiller, İznik’te yapılan Haliç işi keramikler burada sergilenmektedir. Ayrıca XVI. yüzyıl ortalarına doğru İznikli çini ustalarının kobalt mavisi ve firuzenin yanı sıra adaçayı yeşilinden zeytin yeşiline kadar değişen yeşilin çeşitli tonlarından oluşmuş mor ve eflatun ile birlikte kullanılan sert hamurlu Şam işi keramikler de burada bulunmaktadır. Bunların yanı sıra XVI.-XIX. yüzyıla kadar üretilmiş çeşitli keramikler, çiniler, Kütahya çinileri ve Çanakkale keramikleri de müzede bulunmaktadır.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056904.jpgMüzedeki eserlerin başında figürlü çini parçaları, yıldız çiniler, haç şeklinde çiniler, tabaklar, kâseler, mavi-beyaz tabaklar, mavi-beyaz bordür çinileri, firuzeli mavi-beyaz tabaklar, tepelikler, çok renkli kâseler, bardaklar, sürahiler, XIII. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen Anadolu Selçuklu mihrabı, Haseki Hürrem Sultan Medresesi’ne ait pencere alınlığı, Kütahya işi gülaptanlar, ibrikler, kapaklı kâseler gelmektedir.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri yeniden düzenlenerek açılmasından sonra 17 Avrupa Ülkesinden 46 müze arasında Avrupa’da Yılın Müzesi Ödülünü kazanmıştır.

Osman Hamdi Bey Yokuşu Sokak
Gülhane-Eminönü/İstanbul
Tel : (0212) 520 77 40–41–42
Faks : (0212) 527 43 00
e-posta : [Linkleri sadece kayıtlı üyelerimiz görebilir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN... (http://www.sekerclub.com/register.php)]

Ayasofya Müzesi (Eminönü)
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056910.jpgSultanahmet’te Sultan Ahmet Camii’nin karşısında yer alan Ayasofya, 916 yıl kilise, 481 yıl cami ve 1935’ten bu yana müze olarak tarihi işlevini sürdüren, mimarlık tarihinin en önemli eseridir.
Bizans tarihçilerinden Theophanes, Nikephoros ve Gramerci Leon Ayasofya`nın İmparator I. Constantinius (324-337) zamanında yapımına başlandığını, 360 yılında, II. Constantinius’un imparatorluğu döneminde tamamlandığını yazmışlardır. İlk ismi Megali Eklesia (Büyük kilise) olan yapı, V. yüzyıldan sonra Hagia Sophia (kutsal bilgelik) ismini almıştır. Bu ilk Ayasofya bazilika plânlı, ahşap çatılı, beş nefli bir yapı olup, çıkan bir isyan sonucu tamamen yanmış ve günümüze hiçbir kalıntısı gelememiştir. İmparator II. Theodosius, Ayasofya’yı Mimar Rufinos’a ikinci defa yaptırarak 415 yılında ibadete açmıştır. İkinci Ayasofya’nın da ilk Ayasofya gibi, bazilika plân düzeninde, taş duvarlı, ahşap çatı ile örtülü bir yapı olduğu bilinmektedir. Bu Ayasofya ile ilgili 1936 yılında Prof. A.M. Schneider tarafından yapılan kazılar sırasında bazı kalıntılar ortaya çıkmıştır. Bunlar mabete giriş basamakları, cephe taşları, sütunlar, sütun başlıkları, sütun kaideleri, bezemeleri ve frizleridir. Günümüzde bunlar Ayasofya’nın bahçesinde ve girişin hemen altında görülebilmektedir. Ancak, bu Ayasofya’nın da yazgısı diğerlerinden farklı olmamış, 532 yılında Hippodrom’da çıkan Nika İsyanı sırasında tamamen yanmıştır.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056911.jpgİmparator Iustinianus II (527-565) bu Ayasofya’lardan daha büyük, daha görkemli bir kilise yaptırmak istemiş, çağın ünlü mimarlarından Miletos`lu İsidoros ve Trallesli Anthemios`a günümüze ulaşan Ayasofya`yı yaptırmıştır. Mabedin yapımı için İmparator bütün eyaletlerine emirnâme göndererek bulundukları yerdeki mimari anıtlara ait parçaların, sütunların, başlıkların, mermerlerin ve renkli taşların Ayasofya`da kullanılmak üzere İstanbul`a gönderilmesini istemiştir. Ayasofya’nın yapımına 532 yılında başlanmış, bezemeler dışında çalışmalar beş yılda tamamlanmış ve 537’de ibadete açılmıştır.
Günümüzde bütün görkemiyle ayakta duran Ayasofya’da Erken Bizans mimarisinin ana hatlarının yanı sıra Roma mimari geleneğini ve Doğu sanatlarının izleri açıkça görülmektedir. Mimari yönden incelendiğinde Ayasofya’nın merkezi kubbe ile örtülü, büyük bir orta mekânı, iki yan nefi, dışarı taşkın apsidi, iç ve dış narteksi olduğu görülmektedir. Kubbeli bazilika olarak nitelenen bu yapıya, atriumun doğusundaki üç kapıdan dış narteksine girilmektedir. Üzeri uzun ve dar bir manastır tonozu ile örtülü dış narteksten de beş kapının aracılığıyla iç nartekse geçilir. Duvarları renkli mermer levhalar, mozaiklerle bezeli bu mekânın kuzey ve güneyinde de iki büyük kapı dikkati çekmektedir. Bunlardan kuzeydekinden üst galeriye çıkan rampalara, güneydeki horologion kapısından da avluya çıkılmaktadır. Bezemeleri ile son derece zengin olan iç narteksten dokuz kapının aracılığı ile Ayasofya’nın ana mekânına girilir. Bunlardan ortadaki bronz çerçeveli kapı İmparator kapısıdır. Mermer söveli kapının kanatları son derece kalın meşe ağacından yapılmış olup, üzeri tunç levhalarla kaplanmıştır.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056915.jpgAyasofya’nın ibadet mekânı olan naos, dört büyük paye ve bunların arasında yer alan sütunlarla iki yan nefe ayrılmıştır. Uzunlamasına klasik Bizans bazilika plânını açıkça ortaya koyan bu mekân 73.50x69.50 metre ölçüsünde olup, St.Pierre, Seville ve Milano katedrallerinden sonra dünyada ölçü olarak üçüncü sırada bulunmaktadır. Ana mekânı dört büyük payenin taşıdığı pandantifler üzerinde, kasnak üzerine oturan kubbe 55.60 metre yüksekliğindedir. Çeşitli onarımlar nedeniyle tam bir daire özelliğini yitiren kubbe, elips şeklindedir. Güney-kuzey çapı 31.87 metre, doğu-batı çapı 30.87 metre ölçüsündedir. Bizans kaynaklarından öğrenildiğine göre de bu kubbenin ortasından Ruhu Mukaddes’i canlandıran ve içerisinde Hz.İsa’nın vücudunu temsil eden Mukaddes Hamurun bulunduğu gümüş bir güvercin asılıydı. Yapımından 22 yıl sonra bir deprem sonucu kubbenin doğu yönü tamamen yıkılmış, onarımını Mimar İsidoros’un aynı ismi taşıyan yeğeni üstlenmiştir. Bu defa kubbe ilkinden 7 metre daha yükseltilmiş ve yanlara açılmasını önleyecek payandalar yapılmıştır. Böylece yeni kubbenin çapı doğu-batı yönünde biraz daha küçültülmüştür. İmparator Iustinianus Patrik Eulhyhus ile birlikte 24 Aralık 562’de Ayasofya’yı bir kez daha açmıştır. Ancak, Ayasofya’ya yine de sağlam bir kubbe oluşturulamamıştır. İmparator Basileius I zamanında (867 - 886) Ayasofya yeniden onarılmış, kubbedeki çatlaklar kapatılmıştır. İmparator II.Basileius (1025-1028) zamanında 869 depreminde batı yarım kubbesi yıkılma tehlikesi ile karşılaşmış Trinidat isimli bir mimar altı yılda Ayasofya’yı yeniden onarmıştır.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056917.jpgAyasofya mimarisinin yanı sıra mozaikleri ile de tanınmıştır. Ayasofya’nın mermerlerle kaplı duvarları dışında kalan tüm yüzeyleri, kemerleri, tonozları, yarım kubbeleri ve üst örtüleri birbirinden güzel mozaiklerle bezenmiştir. Bizans tarihinde İkonaklazm olarak nitelendirilen tasvir kırıcı akımdan ötürü Ayasofya’nın ilk figürlü mozaikleri tahrip edilmiş, yerine altın yaldızlı bitkisel motifli mozaikler yapılmıştır. İkonaklazm hareketinden sonra yapılan figürlü mozaiklerle anıt daha görkemli bir görünüm kazanmıştır. Bu figürlü mozaikler IX ve XII.yüzyıllarda yapılmış olup, İmparator Kapısı üzerinde, güney girişinde (Vestibul), absid yarım kubbesinde, kuzey Tympanon duvarlarında, güney galeride ve kuzey galeride görülmektedir. Kubbedeki Pantokrator İsa kompozisyonu ise Osmanlı döneminde yapılmış olan Kazasker Mustafa İzzet Efendi hattının altında kalmıştır. Ayrıca üst galeride papaz odaları denilen yerde de ikinci kalitede mozaikler bulunmaktadır.
İstanbul’un Latin istilâsı sırasında Ayasofya büyük zarara uğramış, buradaki bir çok kilise eşyası ya tahrip edilmiş veya Avrupa’ya götürülmüştür.
İstanbul’un fethinden sonra kentin en eski yapılarından olan Ayasofya’nın, harap ve perişan bir halde olduğunu tarihi kaynaklar belirtmiştir. Camiye çevrilen Ayasofya’nın batıdaki küçük kubbesinin üzerine ahşap bir minare yapılmış, daha sonra da Fatih Sultan Mehmet zamanında güneybatıdaki tuğla minare, Sultan Beyazıt II döneminde buna kuzeydoğudaki ince minare eklenmiştir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056918.jpgFatih Sultan Mehmet yapının kuzeyine bir de medrese yaptırmıştır. P.G.İnciciyan bu medresenin yapım tarihini 1453 olarak göstermektedir. Fatih Sultan Mahmet’in vakfıyesinde de değindiği medrese dış narteksin avluya açılan yan kapısıyla, Sultan III.Murat’ın minaresinden başlayarak Soğuk Çeşme Sokağı’na kadar uzanıyordu. G.Gurlit’in plânından anlaşıldığına göre 50x47x35 metre ölçüsünde dikdörtgen plânlı medresenin uzun tarafında on yedişerden 34 diğer yanında da 12 hücre bulunuyordu. Bu medrese Fatih Sultan Mehmet’in külliyesinin yapımından sonra kendi haline bırakılmış, sonraki yıllarda da yıkılmıştır. Ayasofya Müzesi’nce 1982 yılında yapılan kazılarda medresenin temelleri ortaya çıkarılmıştır.
Ayasofya’nın Osmanlı döneminde ibadet mekânı içerisine mihrap, minber, vaaz kürsüleri ve hünkâr mahfili eklenmiştir. Ayrıca Teknecizâde İbrahim Efendi’nin yazıları buraya konulmuşsa da bunlar günümüze gelememiştir. Onun yazılarının yerine Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin yazıları konulmuştur. Bunlardan Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin Nur Suresi’nden alınma ayeti kubbede bulunmaktadır. Ayrıca Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin büyük ölçüdeki yuvarlak levhaları da payandaların üzerinde bulunmaktadır.
Sultan Selim II (1566 - 1574)’in hükümdarlığının son yıllarında Ayasofya’nın duvarları dışa doğru açılmaya başlamış ve yapı, bütünüyle yıkılma tehlikesiyle karşılaşmış. Tarihçi Selanikli Mustafa Efendi, yapının bir buçuk zira (75 - 90 santim) yana meylettiğini kaydetmiştir. Bunun üzerine padişah, yanına devlet büyüklerini, Mimar Sinan başta olmak üzere hassa mimarlarını alarak Ayasofya’ya gelmiş, durumu yerinde görerek gerekli önlemleri aldırmıştır. Öte yandan Peçevi İbrahim Efendi de Sultan II Selim’in kubbeyi sağlamlaştırdığını, bazı koruyucu payeler ile iki minare yapılmasını emrettiğini belirtmiştir. Sultan II Selim’in emriyle Mimar Sinan, yapıya bitişik evleri kaldırtmış, caminin iki yanında otuz beşer arşınlık (24 metre) boşluk bırakarak yollar açmış, tahta minareyi yıkmış, kuzeybatı ile güneybatıya aynı zamanda payanda görevini üstlenecek iki minare daha eklemiştir. Ayrıca Ayasofya’nın kuzeyine, yıkılan evlerden kalan yerlere yine dayanak olmak üzere iki payanda daha yaptırmıştır. Sultan II. Selim’in Mimar Sinan’a başlattığı bu onarım oldukça uzun sürmüş, çalışmalar Sultan II. Murat’ın (1574 - 1595) saltanatının ilk yıllarında tamamlanmıştır. Sultan I. Mahmut, 1739-1740 yıllarında Osmanlı sanatının en güzel eserlerinden olan şadırvan, sıbyan mektebi, aşhane-imaret, kütüphane ve yeni bir hünkar mahfili ile mihrap yaptırmıştır. Ayasofya beş Osmanlı Padişahının aynı yerde gömülü oluşuyla da ayrı bir önem taşımaktadır. Bunlar Sultan II. Selim, Sultan III. Murad, Sultan III. Mehmed, Sultan I. Mustafa ve Sultan İbrahim’in türbeleridir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056941.jpgAyasofya’nın Osmanlı döneminde geçirdiği en önemli onarım, Abdülmecid’in isteğiyle gerçekleştirilmiş. Şeyhülislam Mekkizade Mustafa Asım Efendi’nin varis bırakmadan ölmesi ve vasiyeti üzerine 40 bin kese altına yaklaşan servetiyle (1846) Ayasofya’nın onarılması kararlaştırılmıştır. Onarımı yapmak üzere, İsviçre asıllı İtalyan Mimar Gaspare Fossati ile kardeşşi Guiseppe Fossati görevlendirilmiştir (1847 - 1849). G.I. Fossati’nin çalışmaları 1849 yılına kadar sürmüş, yapının iç ve dış sıvaları değiştirilmiş, mozaikleri meydana çıkarılarak temizlenmiş, sonra da üzerleri yeniden ince bir sıva ile örtülmüştür. Kubbeyi dıştan destekleyen kemerler de bu dönemde yapılmış, ayrıca çift demir çemberlerle kubbe takviye edilmiş, üst galeride dik durumlarını yitirmiş on üç sütun düzeltilmiş ve bazı kapılar yenilenmiştir. Ayasofya’nın müze oluşundan sonra onarımlar sürekli yapılmış, yapının üst örtü kurşunları, türbeleri, şadırvanı, muvakkithanesi, kütüphanesi, mihrabı ve hünkâr mahfili yenilenmiştir.
İstanbul'un yaşlı anıt yapılarından olan Ayasofya'nın cami veya müze işlevinden hangisinin daha etkin olabileceği zaman zaman tartışılmış, güncel basında her iki yöne ağırlık kazandıracak yayınlar yapılmıştır. Bu tartışmalar sürüp giderken akıl ve bilimin ışığı altında konunun boyutları, felsefede geçen neden ve niçin sorularının yanıtlanmaması olayı daha karmaşık bir duruma getirmiştir. Konuya dayanak olarak yalnızca Fatih Sultan Mehmet'in vakfıyesi ele alınmış, gerçeğe dayanmayan iddialar da ortaya atılmıştır. Düzenlendiği çağın koşulları içerisinde Vakıfların ve Vakfıyelerin büyük rolü ve önemi olmuştur. Bunların her biri ayrı ayrı insancıl görüşleri içermekte, toplum yararına uygun hükümler ortaya koymaktadır. Ne var ki çağın gelişen koşullarında bazı vakfiyeler güncelliğini ve uygulamasını yitirmiştir. Bu bakımdan bir konuda karar verirken öncelikle vakfiye hükümlerini ortaya koymak ve bunların arkasına sığınmak da çağdaş bir görüşten çok uzaktır. Bu arada bazı çevreler Ayasofya'nın müzeye dönüşmesine neden olan Bakanlar Kurulu kararnamesinin gerçek dışı olduğudur. Bu konuda araştırma yapan Erdem Yücel'in "Belgelerin Işığı Altında Ayasofya'nın Müze Oluşu ile İlgili Bazı Gerçekler" isimli makalesinde (Türk Dünyası Araştırmaları S.78) konuyu belgeleriyle açıklamış ve ortaya koymuştur:
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056920.jpg"Ayasofya Bakanlar Kurulunun 24 Kasım 1934 günlü kararı ile müzeye dönüştürülmüştür. Bu kararnamenin aslı, bugün Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nde olup, bir örneği de Ayasofya Müzesindedir. Bu kararnameyi Reisicumhur Kemal Atatürk, Başvekil İsmet İnönü, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, Maarif Vekili Abidin Özmen, İktisat Vekili Celal Bayar ve diğer bakanlar imzalamıştır.
Ayasofya İstanbul Vali Muavini, Evkaf Müdürü ve İstanbul Müzeler Genel Müdürü arasında yapılan bir protokol ile müze yönetimine devredilmiştir. Ayasofya Müzesinin kısa sürede ziyarete açılabilmesi için yoğun bir çalışma başlamış ve 1 Şubat 1935'te ziyarete açılmış ve ilk gün 463 yerli, 370 yabancı olmak üzere toplam 738 kişi gezmiştir.
Fatih Sultan Mehmet fetihten hemen sonra ibadet amacıyla Ayasofya'yı camiye çevirmiştir. Osmanlılarda uyulan bir teamüle göre ele geçirilen kentin en büyük dini yapısı camiye çevrilirdi. İstanbul'da da aynısı uygulanmıştır. Ayasofya'nın hemen yanı başındaki Hagia Eirene camiye dönüştürülmemiştir. Ayrıca İstanbul'u ziyaret eden yabancı devletlerin önde gelen kişileri ile yerli ve yabancı turistlerin ilk anda görmek istedikleri yer Ayasofya'dır.
Fatih Sultan Mehmet'in köhneleşmiş Bizans'ı yıkarak Ayasofya'yı camiye çevirdiği bilinen bir gerçektir. Öte yanda Atatürk'te çökmüş bir imparatorluktan yeni bir Cumhuriyet kurmuştur. Türklerin bu iki büyük dahisinden biri İstanbul'u fethetmiş, diğeri de günün koşullarını dikkate alarak Ayasofya'yı müzeye çevirmiştir. Ayrıca evrensel boyutlarda Dünya Kültür Mirasında Ayasofya'nın kendine özgü bir yeri bulunmaktadır. Bu bakımdan Ayasofya Cami mi? Yoksa müze mi? Tartışması günümüzde çağdışı bir düşünceden öteye gitmemektedir".

Ctrl
07.02.2010, 09:14
Aya Eireni (St. Irene) (Eminönü)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00057085.jpgİstanbul Eminönü ilçesinde, Topkapı Sarayı dış avlusunda Sur-ı Sultani içerisinde bulunan Aya Eireni (Aya İrini) Kilisesi, Ayasofya Müzesi’nin yönetimindedir. Başta İstanbul Kültür ve Sanat Festivali olmak üzere çeşitli etkinliklere açık olup, müzeden alınan izinle gezilebilmektedir.
Ayasofya’dan sonra Bizans’ın ikinci büyük kilisesi olan Aya İrini değişik zamanlarda yapılan onarımlarla günümüze iyi bir durumda gelebilmiştir. Bizans kaynaklarından öğrenildiğine göre, kilisenin bulunduğu yerde Roma dönemine ait Arthemis, Aphrodite mabetleri bulunuyordu. Kilisenin yapımı oldukça eski tarihlere inmektedir. I.Constantinius döneminde, IV. Yüzyılın başında Roma mabetlerinin kalıntılarından yararlanılarak yapılmıştır. Bizanslılar bu kilise için İlahi Selamet sözcüğünü kullanmışlardır.
Ayasofya ile aynı avlu duvarı içerisinde bulunan Aya İrini 532 yılında Nika Ayaklanması sırasında yanındaki Sempson Zenon (düşkünler evi) ile birlikte yanmıştır. İmparator I.Iustinianus (527–565) Ayasofya ile birlikte Aya İrini’yi de yeniden yaptırmıştır. Yapımına 532 yılında başlanmışsa da bitim tarihi kesinlik kazanamamıştır. Sanat tarihçiler İmparatoriçe Theodora’nin ölümünden (548) önce bitirilmiş olduğu konusunda birleşmişlerdir. Iustinianus’un son yıllarında Ayasofya’nın atriumu ile birlikte Aya İrini atriumu da yanındaki iki manastır ve Sempson Zenon ile birlikte yanmıştır. III. Lon (717–741), V.Constantinius (741–775), IV. Leon (775–780) zamanındaki depremler kiliseye büyük zarar vermiş, bunu IX. Yüzyıldaki deprem izlemiştir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00057091.jpgİstanbul’un fethinden sonra Sur-ı Sultani içerisinde kalan Aya İrini III. Ahmet’e (1703–1730) kadar iç cebehane (cephanelik) olarak kullanılmış, daha sonra Harbiye Nezaretinin silah ambarı olmuştur. Ahmet Fethi Paşa tarafından Osmanlı’nın ilk müzesi burada açılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli yerlerinden gönderilen eserler burada Mecma-i Esliha-i Atika (Eski Silahlar Koleksiyonu) ve Mecmia-i Asakir-i Atika (Eski Eserler Koleksiyonu) ismi altında iki bölümlü bir müze olmuştur.
Aya İrini’nin ilk yapısı ahşap çatılı, üç nefli bir bazilika planında idi. Günümüze ulaşan ve 738 depreminden sonra yapılan kilisenin zemini bazilika, üst örtüsü ise kapalı Yunan haçı planındadır. I.Iustinianus devrinin tüm mimari özelliklerini yansıtan bugünkü yapı üç nefli, 100.00x32.00 m. ölçüsündedir. Ana mekânın ortasını 15.00 m. çapında ve 35.00 m. yüksekliğinde dört büyük payenin taşıdığı bir kubbe örtmektedir. İçeriden küre, dışarıdan da yüksek kasnaklı kubbenin çevresinde 20 pencere bulunmaktadır. Ancak bunlardan 14’ü kubbenin yıkılmasını önlemek amacı ile tuğlayla örülmüştür. Ana kubbenin atrium yönünde, elips görünümünde dıştan basık ve yayvan ikinci bir kubbe daha vardır. Bunun dışında kalan üst örtü beşik tonozludur.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00057092.jpgİbadet mekânının iki yanında sütunların taşıdığı galeri bulunmaktadır. Bu sütunların başlıkları üzerinde İmparator Basileus ve eşi Theodora’nin monogramları bulunmaktadır. Apsis dıştan üç cepheli olup, her cephesine birer pencere yerleştirilmiştir. İçten yarım yuvarlak olan apsisin duvarları arasına bir metre genişliğinde kemerli bir dehliz yerleştirilmiştir. Apsisin merdiven basamağı şeklindeki kademeleri bu dehliz üzerine oturtulmuştur. Bunun iki yanına da pareglesion denilen hücreler yerleştirilmiştir.
I.Iustinianus zamanında yapılan kilisenin zengin bir bezemesi vardı. Ancak bunlardan günümüze yalnızca apsis yarım kubbesindeki altın yaldızlı haç mozaiği gelebilmiştir. Bunun da nedeni Bizans’ta 726–842 yıllarında hâkim olan İkonaklazm (tasvir kırıcılık) akımıdır. Apsis yarım kubbesindeki mozaikte dört kademeli bir kürsü ve bunun üzerinde de geniş kollu bir haç görülmektedir. Buradaki haç Hz. İsa’yı, kademeli kürsü de Onun çarmıha gerildiği Golgoto Tepesi’ni tanımlamaktadır. Ayrıca Mezmurlar kitabından alınan iki satırlık bir yazı da bu kompozisyonu tamamlamaktadır.
Aya İrini müze olarak kullanıldığı zaman bu mozaiğe dokunulmamış, üzeri yalnızca bir bayrakla örtülmüştür. Aya İrini’de bu mozaikten başka mozaik olup olmadığı kesinlik kazanamamakla beraber Dr.Firfield’in burada yaptığı araştırmalarda kubbe ve pandantiflerde İkonaklazm döneminden önceye tarihlenen mozaik izleri bulunmuştur. Ana mekânda yapılan araştırmalarda ise iki parça halinde döşeme mozaikleri bulunmuştur.
Aya İrini Kültür Bakanlığı’nca 1983 yılında açılan Anadolu Medeniyetleri Sergisi’ne ev sahipliği yapmıştır.
Topkapı Sarayı I.Avlusu Sultanahmet
Eminönü/İstanbul

Kariye (Khora Kilisesi) Müzesi (Fatih)
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00057123.jpgİstanbul Fatih ilçesinde, Edirnekapı’nın kuzeyinden Haliç’e inen yamaçta bulunan Kariye Müzesi, Khora (Hora) Manastırı’nın kilisesidir. Hz. İsa’ya adanmış olan bu kilisenin yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Kilisenin IV. Yüzyılda yapılmış olup olmadığı konusu da kesin değildir. Bizans kaynaklarında VI. Yüzyılın ilk yarısında Ayios Thedoros isimli bir kişi tarafından yapıldığı yazılıdır. Bizans kaynaklarına göre bu kişi İmparator I.Iustinianus’un eşi Theodora’nın dayısı olan bir komutandır. Sasanilere karşı savaşmış ve sonra Antakya’ya yerleşmiştir. Iustinianus onu bir dini toplantıya katılmak üzere İstanbul’a çağırmıştır. Edirnekapı’da yaşayan bu kişiden ötürü manastırın yapımına başlanmış ancak, 557 yılı depreminde manastır yıkılmıştır. Bunun üzerine imparator manastırı eskisinden daha büyük olarak yaptırmıştır. Manastır kilisesinin üç şapelinden birini Meryem’e adamıştır.
Kilisenin ilk yapımı bazilika planında idi ve mozaiklerle bezenmişti. Yanında hamam ve körler için de bir sığınma evi bulunuyordu. Günümüze gelen kilise kare planlı, üzeri kasnaklı kubbelidir. Kesme taş ve tuğla hatıllı olarak yapılan yapının dışarıya taşkın üç apsidi bulunmaktadır. Bunlardan ortadaki apsid yuvarlak olup, iki yanlardaki dışarıya çıkıntı yapmıştır. Kilisenin önünde iç ve dış narteks bulunmaktadır. Bu bölümler kubbe ve tonozlarla örtülüdür. Naos kısmının içerisi mermer kaplıdır. Bu nedenle de buradaki mozaiklerden çok azı günümüze gelebilmiştir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00057124.jpgVIII. yüzyılda bu manastırın var olduğu bilinmektedir. Patrik Germenos 740 yılında ölünce buraya gömülmüştür. Aynı şekilde V. Constantinius’a karşı 742 yılında ayaklanan Baktangios idam edildikten sonra onun da cesedi buraya gömülmüştür.
Khora Manastır ve Kilisesi’nin yeniden ün kazanması XI. Yüzyılın sonlarında İmparator I.Aleksios Komnenos (1081–1118) dönemine rastlamaktadır. O yıllarda çok harap bir durumda olan manastırı Aleksios’un kayınvalidesi Maria Dukaina restore ettirmiş ve kilisesini de farklı bir mimari üsluba göre yaptırmıştır. Kilise Hz. İsa’ya adanmıştır. Kısa bir süre sonra Aleksios’un küçük oğlu İsaakios Komnenos kiliseyi yeni baştan ve daha büyük ölçüde yaptırmış, kendisi için de bir mezar yeri hazırlamıştır. Sonraki yıllarda Meriç kıyısında Ferecik’te Kosmosoteria Manastırı’nı yaptırınca buradaki mezar yerini de oraya taşımıştır. Günümüzde kilisenin narteks bölümünün sağında bu mezar yerinin olduğu duvarda Hz. İsa’yı tasvir eden büyük bir mozaik pano bulunmaktadır. Bu panonun altında da İsaakios Komnenos’un mozaik bir panosu bulunmaktadır.
İstanbul’un Latin istilası sırasında (1204–1261) manastır ve kilisenin ne durumda olduğu bilinmemektedir. 1261 yılından sonra Bizans yeniden kurulduktan sonra saray ileri gelenlerinden Theodoros Metohites Kariye manastır ve kilisesini 1316–1321 yıllarında genişletmiş, içerisini mozaik ve freskolarla bezemiştir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00057125.jpgThedoros Metohites XIV. yüzyılın ilk yarısında bu yapının güney tarafına bitişik olarak tek nefli bir şapel eklemiştir. Parekklesion denilen bu ince uzun mekânın altında da aynı planda bir mahzen bulunmaktadır. Bir mezar şapeli olduğu sanılan bu ek binanın orta bölümüne yüksek kasnaklı, kasnağında pencereler olan bir kubbe oturtulmuştur. Bu şapel kilisenin batı cephesinin önünü kaplayan dış hol ile batı-güney köşesinde birleşmektedir.
Kariye’deki mozaik ve freskolar Avrupa’daki Rönesans akımına paralel olarak Bizans resim sanatında yeni bir anlayışın başladığını göstermektedir. Giriş kapısı üzerinde Hz. İsa’ya kilisenin bir modelini sunan Thedoros Metohites tasvir edilmiştir. Kilise içerisindeki mozaiklerde İsa’nın ve Meryem’in hayatı ile ilgili İncil’den alınmış sahneler resmedilmiştir. Bu resimlerde resme derinlik sağlayan arka planlar ve mimari yapılara, motiflere önem verilmiştir. Buradaki sahnelerde canlılık ve günlük hayattan alınma gerçekçilik açıkça görülmektedir. Figürlerin yüz ifadeleri, hareketleri özenle işlenmiştir. İç nartekste sağ tarafta bütün duvarı boydan boya kaplayan Halke İsa’sı panosu, Meryem ve İsa’nın önünde yere diz çökmüş bir figürün XII. Yüzyılda kiliseyi yeniden yaptıran İsaakios Komnenos’a ait olduğu anlaşılmaktadır.
Kilisenin ana mekânında çok az mozaik bulunmaktadır. Yalnızca kapının iç tarafında, kemerin üzerinde Hz.Meryem’in son uykusu ve ruhunun Hz. İsa tarafından göğe çıkarılışı (Koimesis) sahnesi tasvir edilmiştir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00057126.jpgİstanbul’un fethinden sonra bir süre boş kalan bu yapı, Sultan II. Beyazıt (1482–1512) döneminde Sadrazam Atik Ali Paşa tarafından camiye çevrilmiştir. Bu arada yanına yuvarlak gövdeli tek şerefeli bir minare eklenmiştir. Çemberlitaş’ta Atik Ali Paşa Camisi’ni yaptırdıktan sonra düzenlediği vakfiyesinde de Kenise Cami olarak bu yapıdan da söz etmiştir.
Caminin 1876–1877 yıllarında onarıldığı kaynaklardan öğrenilmektedir. Bu dönemde İstanbullu Rum mimar P.Kuppas burada restorasyon çalışması yapmış, içerisindeki mozaiklerden bazılarını temizlemiştir. Mozaiklerinden ötürü İstanbul’a gelen yabancı gezginler Kariye’yi mutlak görmüş, bunların arasında Alman İmparatoru II. Wilhelm de bulunmaktadır. Amerikan Bizans Enstitüsü 1948’den sonra içerisindeki mozaik ve freskoların temizlik ve onarımını yapmış, Th. Whittemore başkanlığında başlayan çalışmaları onun ölümünden sonra P.A. Underwood tarafından sürdürülmüştür. Son onarımları da J.W.Hawkins 1959 yılında yapmıştır. Kariye bundan sonra 1948 yılında cami işlevi sona erdirilerek müzeye dönüştürülmüştür. Günümüzde Ayasofya Müzesi’ne bağlı ayrı bir birimdir.

Edirnekapı, Fatih
Tel : (0212) 631 92 41
Faks : (0212) 512 54 74
E-posta: [Linkleri sadece kayıtlı üyelerimiz görebilir.[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN... (http://www.sekerclub.com/register.php)]

Fethiye (Pammakaristos Manastırı) Müzesi (Fatih)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057350.jpgİstanbul ili Fatih ilçesinde, Çarşamba’dan Haliç’e inen yamaçta bulunan Fethiye Cami ve Müzesi Teotokos Tis Pammakaristos Manastırı’nın kilisesidir. Bu kilisenin bulunduğu yerde günümüze gelemeyen bir kitabeden İoannes Komnenos ile karısı Anna Dukaina’nın yaptırdığı bir kilise olduğu öğrenilmektedir. Ancak bu iddia kitabe günümüze gelemediğinden ötürü kesinlik kazanamamıştır.
Günümüze gelen kilise XIII. yüzyılın sonlarında Bizans sarayının önde gelen kişilerinden Mihail Glabas Tarkaniotes tarafından yaptırılmıştır.
İstanbul’un fethinden sonra Fatih’in Ortodoksların başına patrik olarak atadığı Gennadios Skolarios Havarium Kilisesine yerleşmiş, 1455’te o sıralarda kadınlar manastırı olan Pammakaristos Manastırı’na Fatih Sultan Mehmet’in izni ile taşınmıştır. Bu manastırın kilisesi Ahmet Paşa tarafından mescide çevrilmiştir. Pammakaristos Manastır ve Kilisesi bir yüzyılı aşkın süre içerisinde patriklik merkezi olarak görev yapmış ve Fatih Sultan Mehmet de burayı ziyaret etmiştir.
Sultan III. Murat döneminde (1574–1595) Fethiye’nin çevresi Türk mahalleleri ile kaplanınca bu yapı Fethiye Camisi ismi ile 1590 yılında camiye dönüştürülmüştür. Patriklik makamı da Ayios Georgios Kilisesi’ne taşınmıştır.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057353.jpgKilise camiye dönüştürüldükten sonra apsis kısmı yıkılmış, buraya kıble yönüne uygun bir mihrap yerleştirilmiş üzeri de bir kubbe ile örtülmüştür. Yanındaki ek binada bulunan sütunlar kaldırılmış, kubbeler ve tonozlar büyük kemerler ile desteklenmiştir. Sadrazam Sinan Paşa da batı tarafına bir medrese eklemiştir. Bu medrese avluyu U biçiminde kuşatmıştır.
XX. yüzyılın başlarında medresenin üzerine Mimar Kemalettin Bey’in çizdiği projeye göre bir ilkokul yapılmıştır. Bu arada avlu duvarları kaldırılarak külliyenin bütünlüğü yok edilmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü, Y.Mimar Süreyya Yücel tarafından 1936–1938 yıllarında Fethiye Camisi restore edilmiştir. Bu arada Amerikan Bizans Enstitüsü mozaik araştırmaları ve mozaik restorasyonu yapmış, yan bölümündeki bugün müze olarak kullanılan kısımdaki mozaikler ortaya çıkarılmıştır. Cami 1960 yılında bir onarım daha geçirmiş, uzun süre kapalı kalan cami ibadete açılmıştır.
Fethiye Camisi kesme taş ve tuğla dizilerinden oluşan bir duvar işçiliği göstermektedir. Güney cephesindeki kapının üzerinde bulunan kitabeden anlaşıldığına göre 1845 yılında onarılmış, bu dönemde barok üslupta minare eski minarenin yerine yapılmıştır. Yapı dikdörtgen planlı olup, ibadet mekânının çevresini tonoz ve kubbeli bir galeri çevirmektedir. İbadet mekânı mihrap önünde iki kalın paye, ortada ikişer, yan kenarlarda da dörder paye ile üç nefe ayrılmıştır. Bunlardan mihrap önü ile onun önündeki bölüm kubbe ile geriye kalan mekânlar da çapraz tonozlarla örtülmüştür. Mihrap nişi alışılagelenin dışında sivri bir üçgen şeklinde dışarıya çıkıntılıdır.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057357.jpgYapının dış cephesi son dönem Bizans mimari üslubunu yansıtan biçimde olup, tüm cephe sağır nişler ve pencerelerle üç kuşak halinde hareketli bir görünümdedir. Buradaki sağır nişler alt katta olup, hepsi yuvarlak kemerlidir. Bunun üzerindeki pencere dizisi silmeler içerisine alınmış üçüz pencere şeklindedir. Bazı yerlerde simetriden kaçılmış, üçüz pencerenin yanına yuvarlak kemerli ayrı bir pencere yerleştirilmiştir. Pencereler arasındaki boşluklara da sağır nişler oturtulmuştur. Dış cephenin bitimi yer yer yuvarlak kemere dönüşen iki sıra halindeki diş kesimi bir silme ile sonuçlanmıştır.
Fethiye Camisi’nin sağ tarafına 1315 yılında kapalı Yunan haçı planında küçük bir ek kilise Parekklesion eklenmiştir. Bizans İmparatoru Mikhael Glabas 1315 yılında ölünce karısı Maria Dukena kocasının anısına kuzey kilisenin sağ tarafına bu ek yapıyı yaptırmıştır. Bu kilise bir narteks, galeri ve naos bölümünden meydana gelmiştir. Gerçekte mezar şapeli olan bu ek kilisede Maria ve Michael Ducas’ın mezarları bulunmaktadır.
Günümüzde Ayasofya Müzesine bağlı müze niteliğindeki narteks ve galeriden oluşan bu bölüm 2.30 m. çapında bir kubbe ile örtülüdür. Cephe görünümü son Bizans devri mimarisini yansıtmaktadır. Parekklesion’un kubbe ve duvarları XIV. yüzyıla tarihlenen mozaikler ile süslüdür. Apsiste Hz. İsa, Hz. Meryem ve Yuhannes’ten oluşan Deisis kompozisyonu, kubbede de ortada İsa, iç dilimlerde Tevrat peygamberleri, tonozlar, azizler ve bir de vaftiz sahnesi görülmektedir.
Fethiye Camisi’nin bu bölümü 1990’lı yıllarda onarım nedeni ile kapatılmış ve 2006 yılında yeniden ziyarete açılmıştır.

Büyük Saray Mozaikleri Müzesi (Eminönü)
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057436.jpgİstanbul ili Eminönü ilçesinde, Sultanahmet Camisi'nin güneyinde, caminin külliyesi olan arasta içerisinde yer almaktadır. Bu müze günümüzde Ayasofya Müzesi yönetimindedir.
İstanbul’da Bizans İmparatorluğu döneminde Bukaleon, Hormistas, Mangan, Dafne ve Tekfur sarayları yaptırılmıştır. Bunların arasında Hipodromdan Marmara’ya doğru uzanan 100.000 m2’lik alanı Büyük Saray kaplamıştır. Büyük Saray çeşitli yapılar, tören salonları, kiliseler, bahçeler ve oyun yerlerinden oluşan küçük bir şehir görünümünde idi. Bu saraya İmparatorun Evi, Saray, Mukaddes Saray, Bukaleon, Hipodrom Sarayı, Eski Saray ve Büyük Saray gibi isimler verilmiştir.
Sarayın çevresinde Ayasofya, Aya İrini, Hipodrom, Sergios Bakkhos (Küçük Ayasofya) gibi yapılar bulunuyordu. Kuzeydoğudan güneybatıya doğru eğimli bir arazide kurulan bu saray kompleksi geniş teraslar ve duvarlarla desteklenmiş, saray da meydana getirilen bu alanın üzerinde kurulmuştur. Böylesine geniş bir alana yayılan sarayın doğusunda Magnaura ile Khalke bölümleri, güneybatısında muhafız alayı kışlaları ve diğer yan kuruluşlar yer alıyordu. Sarayın batısında İmparatorun kabul salonu ile günlük yaşantısını sürdürdüğü bölümler vardı.
İmparator I.Constantinius’un (306–337) başlattığı bu yapı topluluğu, onu izleyen imparatorların yaptırdığı ilavelerle daha da genişletilmiştir. I.Iustinianus (527-565), II.Iustinos (565-578), V.Constantinos (741-775), Teophilos (829-842), I.Basileios (867-886) ve VI. Leon’un (886-912) sarayın genişletilmesinde büyük katkıları olmuştur. Sarayın kuzeybatısında Hipodrom, Zevk Siopos Hamamları, güneybatı ve güneydoğusunda deniz, kuzeyinde Ayasofya, Senato Binası ile Augusteion Meydanı bulunuyordu.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057437.jpgSarayın görkemli girişini I.Constantinius yaptırmıştır. Buradaki Khalke bölümünün altın yaldızlı kapısı ile Bizans kaynaklarından öğrenildiğine göre, ilginç bir kubbesi vardı. Daphe diye isimlendirilen oktogonal planlı yapının ortasında I.Constantinius’un salonu bulunuyordu. İmparatorun yabancı devlet elçilerini kabul ettiği Magnaura da yine bu dönemde yapılmıştır. II.Theodosius zamanında (408-450) saray alanındaki çalışmalar Marmara kıyılarına kadar yayılmıştı. Bu arada 409 yılında saray yakınlarında özel yapıların yapılması da yasaklanmıştı. Nika İhtilali sırasında, 532’de yakılan bu sarayı İmparator Iustinianus yeniden yaptırmıştır. Bu sırada Khalke kapısının içerisinde bulunan çeşitli heykeller, imparator tasvirleri ve mozaikler de bu bölümü çok daha zenginleştirmiştir.
Iustinianus’un saray topluluğuna eklediği en önemli yapılardan birisi de Çatladıkapı’daki Hormistas veya Bukaleon Sarayı diye isimlendirilen bölümlerdir. Pek az kalıntının günümüze ulaşan bu bölümün de imparatorun tahta çıkmadan önce tahta çıkmadan önce yaşadığı mekânlar olduğu sanılmaktadır. Sarayın bu bölümleri XX. yüzyılın başında buradan geçirilen Sirkeci demiryolunun yapımı sırasında yıkılmış ve büyük bir kısmı da çevredeki yeni yapılanmaların altında kalmıştır. Günümüzde sahil yolu üzerinde mermer söveli pencereleri ile bu sarayın mahzeni ve görkemli kapısı görülebilmektedir.
Saray II.Iustinianus zamanında batıya doğru genişletilmiş ve buradaki yapılara son derece görkemli bir taht salonu eklenmiştir. Oktogonal görünüşlü, küçük kubbeli bu taht salonu bir bakıma İtalya’daki St.Vitale ile Sergios Bacus’a benziyordu. İçerisi tümü ile mozaiklerle kaplanmıştı. Buradan Hipodroma geçişi sağlayan Triklinos denilen geçit de yine bu dönemde yapılmıştır. Bunun ardından V.Constantinius Hıristiyanlığın kutsal eşyalarının korunduğu Meryem Kilisesini, I.Basileus da Yunan haçı planlı Hagios Demetrius Kilisesini, hapishaneyi ve Taykanisterion denilen oyun sahnesini yaptırmıştır. VII. Constantinius Porphyrogennetos döneminde (913–959) eski sarayın tümünü yeni baştan restore ettirmiştir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057423.jpgBizans imparatorlarının IV.-IX. Yüzyıllar arasında yaşadıkları Büyük Saray X. yüzyıldan sonra önemini yitirmiştir. Komnenos sülalesinin imparatorları Ahırkapı ile Sarayburnu arasındaki Manganlar Sarayına ve Ayvansaray’daki Blakerna Sarayına önem vermişlerdir. Bu dönemde Büyük Saray yalnızca resmi toplantılara ayrılmıştır.
İstanbul’un Latin İstilası sırasında (1204–1261) kentin birçok yapıları gibi Büyük Saray’da yağmalanmış ve kısmen yıkılmıştır. İstanbul’u Latinlerden geri alan VII. Mikhael Palaiologos (1259–1282) Blakerna Sarayının onarımı tamamlanıncaya kadar Büyük Sarayda yaşamıştır. Bizans İmparatorluğu’nun son yıllarında Büyük Saray kendi haline bırakılmış, gereksinim duyuldukça yapı malzemeleri sökülmüş ve başka yerlerde kullanılmıştır.
İstanbul’un fethinden 30 yıl kadar önce buraya gelen Floransalı Buendelmonde Büyük Sarayın tamamen terk edildiğini ve bir taş yığını görünümünde olduğunu belirtmiştir.
İstanbul’un fethinden sonra Büyük Saray’ın bulunduğu alan, şehrin yeniden yapılması ile ele alınmıştır. Bunun sonucu olarak da sarayın kalıntıları çevrede yeni kurulan mahalleler arasında kalmıştır. XVII. yüzyılda Sultanahmet Camisi’nin arastası bu sarayın kalıntılarının üzerine yapılmıştır. Sultanahmet’deki 1865–1852 yıllarında çıkan yangınlar arasta ile birlikte Büyük Saray kalıntılarının daha da harap olmasına neden olmuştur.
İngiltere’nin Edinburg’taki St.Adrews Üniversitesi adına Dr.D.Russel’in mali ve ilmi yardımları ile 1933-1938 yıllarında Prof.Dr. J.H.Baxter’in burada yapmış olduğu kazılarda Büyük Saraya ait mozaiklerin büyük çoğunluğu ortaya çıkmıştır. Alman mimarlarından G.Martiny kazı alanının planını çıkarmış ve bu çalışmaları yaparken de mozaiklerle karşılaşmıştır. Mozaiklerin ortaya çıkışı ile birlikte alan genişletilmiş ve bunun yanı sıra da mimari elemanlar, çanak çömlek parçaları da bulunmuştur. Çalışmalar 3.500 m2’lik sütunlu bir avluyu ortaya çıkarmıştır. Çevresi 6 m2’lik sütunlu geçitlerle çevrili olan bu avlunun güneydoğu kesiminde 25 m. uzunluğunda, 16.50 m. genişliğinde bir yapı ile bağlantılı olduğu da görülmüştür.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057433.jpgII. Dünya Savaşı nedeniyle kazı çalışmaları yarıda kalmış, ortaya çıkan mozaiklerin üzeri ince beton bir tabaka ile kapatılmıştır. Prof.Dr.D.Talbot Rice 1951-1954 yıllarında Büyük Saray mozaikleri üzerindeki çalışmaları yeniden başlatmış, mozaikler temizlenmiş ve yeni parçalar da bulunmuştur. Bu arada revaklı avlunun güneybatı, kuzeybatı bölümlerinde döşeme parçaları bulunmuştur. Ayrıca bugün müze olarak açılan kuzeydoğu bölümünde de 170 m.lik oldukça sağlam, iyi durumda bir mozaik döşeme ile karşılaşılmıştır. Burada bulunan mozaik döşemenin Bizans İmparatorluk atölyesinin eseri olduğu anlaşılmaktadır. Bu atölyelerde imparatorluğun dört bir yanından gelen sanatçılar çalıştırılmıştır.
Büyük Saray Mozaikleri 3 Aralık 1953’te İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne bağlı bir bölüm olarak ziyarete açılmıştır. Açılan bu müze 26 Eylül 1979’da Ayasofya Müzesi yönetimine bırakılmıştır. Bundan sonra Büyük Saray taban ve mozaiklerinin etüt ve konservasyonu için Kültür Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile Avusturya Bilimler Akademisi arasında 4 Mayıs 1982 tarihinde bir protokol yapılmıştır. Konservasyon çalışmalarını Prof. Dr.Hermann Veters ile Prof. Dr.Werner Jopst üstlenmiştir. Avusturya Bilimler Akademisi’nin çalışmalarına Ayasofya Müzesi ile İstanbul Merkez Restorasyon Laboratuarı elemanları da katılmıştır.
Büyük Saraydan günümüze ulaşabilen mozaikler çok geniş bir mekân izlenimini verdiği gibi, çok renkli canlı bir resim galerisini andırmaktadır. Mozaiklerde kireç taşı, mermer küpler, cam, terakota ve bazen de değerli taşlar kullanılmıştır. Bu mozaiklerde renkli taşların son derece maharetle yerleştirilmesindeki mükemmellik bir ressamın tual üzerindeki çalışmalarına benzemektedir. Bu mozaiklerde Hıristiyan sanatının sevdiği sembollere yer verildiği gibi benzeri konular da görülmektedir. Çoğunluğunu çeşitli av sahnelerinin, hayvan mücadelelerinin ve köy yaşantısının gözler önüne serildiği bu mozaiklerde sanatçıların ustalığı açıkça görülmektedir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057431.jpgBeyaz renkli zeminlere balık pulu üslubunda ağaç ve kuşlar canlı renklerle resmedilmiştir. Hayvan mücadeleleri ise şiddet hareketleri ile resmedilmiştir. Bütün bu mozaikler zengin bordürlerle sınırlandırılmıştır. Buradaki başlıca sahneler arasında kertenkeleyi yiyen grifon, fil-aslan mücadelesi, tayını emziren kısrak, kaz güden çocuk çobanlar, keçi sağan adam, eşeğine yem veren çocuk, testi taşıtan genç kız, tarlada çalışan çiftçiler, ipe tırmanan maymun, vücuduna yılan dolanmış geyik, ellerindeki mızraklar ile kaplana saldıran avcılar, dere kenarında balık avlayan balıkçı, pazara giden köylüler, dansözler, koşan adamlar ve elma yiyen ayılar gelmektedir. Ayrıca ağaçlar, develer, haçlar, Ana Tanrıça, kentharos, dut ağaçları, keçiler, ceylanlar, ilkbahar ve kış figürleri de bu mozaiklerde yer almıştır.
Büyük Saray Mozaiklerinin tarihlendirilmesi konusunda çelişkili fikirler ileri sürülmüştür. J.H.Baxter figürlerin elbiseleri ile saç biçimlerine bakarak MS. V. yüzyılın ilk yarısında yapıldıklarını ileri sürmüştür. D.T.Rice mozaikleri 450–460 yılları arasına tarihlendirmiştir. Bunun ardından MS. VI. yüzyıl ve VII. Yüzyıl başlarından sonraya tarihlendirenler de olmuştur. Prof. Dr.Semavi Eyice ise 450–500 tarihleri üzerinde durmuştur.
Büyük Saray Mozaikleri Müzesi’nin restorasyonu yapılırken, arastanın ortasındaki koridorun iki yanında bulunan müze bölümü 1987 yılında demir konstrüksiyonlu bir çatı ile örtülmüş ve iç mekânda mozaikler çevresinde gezinti yerleri yapılmıştır. Müze içerisine cadde üzerindeki bahçeden geçilerek girilmekte, arastanın altından dolaşılarak arastada dükkânları birbirinden ayıran geçide çıkılmaktadır. Bu yapılanma Y.Mimar Alpaslan Koyunlu tarafından yapılmıştır.
Müzenin 25 Ağustos 1987 yılında açılışından sonra mozaik restorasyon ve konservasyon çalışmaları 1997 tarihine kadar devam etmiştir.
Sultanahmet, Eminönü /İstanbul
Faks : (0212) 512 54 74

Topkapı Sarayı Müzesi (Eminönü)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058239.jpgİstanbul ili Eminönü ilçesi, Sultanahmet’te bulunan Topkapı Sarayı Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim merkezi ve aynı zamanda Osmanlı hanedanının yaşamını geçirmek için Fatih Sultan Mehmet tarafından 1460–1478 yıllarında yaptırılmış ve çeşitli dönemlerde eklenen yapılarla geniş bir alana yayılmıştır. Aynı zamanda devlet yönetiminde görevlendirilecek çeşitli devlet adamlarının yetiştirildiği, eğitildiği bir merkezdir.
Topkapı Sarayı yerleşme düzeni olarak iyi korunmuş bir kent görünümündedir. Çevresi kısmen surlarla çevrilidir. Sarayın sürekli olarak genişlemesinden ötürü çeşitli mimari üsluplar buraya yansımıştır. Saray tümü ile belirli bir mimari plan düzenine göre değil, küçük pavyonlar halinde köşkler ve dairelerden oluşmuştur.
Saray dış teşkilat ile bölümleri oluşturan Birun denilen bir bölüm ile iç örgütlenmeyi oluşturan Enderun’dan meydana gelmiştir. Bu bölümler birbirleri ile üç ana avlunun çevresinde yapılanmıştır.
Sarayın Alay Meydanı denilen en dıştaki avlusuna kitabesinden h.883 (1478) tarihinde yapıldığı öğrenilen ve Bab-ı Hümayun (Saltanat Kapısı) adı verilen kapıdan girilmektedir. Birûn’u oluşturan bu avluda Aya İrini yanındaki Sempson Zenon denilen düşkünler evi, hastane, fırın, Ambar-i Amire, Saray Darphanesi ve sanatkâr atölyeleri bulunmaktadır. I.Avlu Babüs-Selam denilen kapı ile Divan Meydanı veya Adalet Meydanı denilen ikinci avluya bağlanmaktadır. Osmanlı padişahlarının tahta geçtiği Cülüs törenleri ile cenaze törenleri de yine bu avluda yapılırdı. Babüs-Selam’dan Babüs-Sade’ye Vezir Yolunun sağından, Divan binası XIX. yüzyılda yapılmış Adalet Kasrı bulunuyordu. Divan binasının bitişiğinde de hazine binası yer alıyordu. Avlunun Marmara Denizi’ne bakan kuzeydoğudaki revaklarının arkasında saray mutfakları ile hizmet binaları bulunuyordu. Sarayın Haliç’e yönelik kısmında ise Has Ahırlar ile Arabacılar Dairesi bulunuyor idi.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058240.jpgBabüs-Selam denilen orta kapı ve Divan Meydanından itibaren asıl saray başlamaktadır. Sultan dışında herkesin atlarından inip yaya olarak içeri girdikleri orta kapıdan sonra ikinci avluya geçilmektedir. Yaklaşık 110x170 m. ölçüsündeki iç avluda revaklar, kubbe altı ve iç hazine bulunmaktadır. Enderun Osmanlı padişahı ve yanındaki Akhadımlar ile İçoğlanlarının yaşadığı, eğitim gördüğü sarayın önemli bir bölümüdür. Enderun avlusunun karşısında Arz Odası, avlunun Marmara ve Boğaz’a yönelik köşesinde de Fatih Sultan Mehmet’in kendisi için yaptırdığı Fatih Köşkü, bunun karşısında Has Oda ve sultanların özel daireleri olan bölümler, Mukaddes Emanetler Dairesi bulunmaktadır. Ayrıca Enderun’da İçoğlan koğuşları, cami ve günümüze ulaşamayan bir de hamam vardı.
Has Oda’nın Haliç’e yönelik Divan yeri denilen iki sıra sütunlu, kubbeli geniş bir revakı Sofa-i Hümayun veya Mermer Sofa olarak isimlendirilen terasa açılırdı. Bu terasta XVII. yüzyılın ilk yarısında Sultan IV. Murat ve Sultan İbrahim dönemlerinde yapılmış Sünnet Odası, İftariye Kameriyesi, Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Sofa Köşkü ve Baş Lala Kulesi gibi köşkler yapılmıştır. Buradan Asma Çiçek Bahçesi denilen sarayın dördüncü bölümü olan alt bahçeye inilmektedir.

Bâb-üs Saade (Orta Kapı)
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058279.jpgSarayın en önemli kapısı olan Bab-üs Saade Divan meydanı ile Enderûn okulunun ve padişah dairelerinin yer aldığı III. Avluya geçişi sağlamaktadır. Bu kapı Birun ile Enderûn’un orta noktasında olduğundan culüs, bayram gibi törenlerde padişahın bu kapının önünde oturması nedeniyle sarayda birinci derece önemli bir yeridir.
Değişik dönemlerde bu kapı çeşitli adlar almıştır. Bunların en yaygın olarak kullanılanları Arz Kapısı, Akağalar Kapısı ve Bâb-üs Saade’dir. Enderûn ve Birun kavramlarını ve varlığını belirleyecek şekilde yeşil ve beyaz sütunlu bir revak ortasında, dışa doğru çıkıntı yapan bir kubbe ile kapı belirgin hale getirilmiştir. Önünde saray törenlerinin yapıldığı bu kapı ve revak bölümünün Fatih Sultan Mehmed döneminde (1451-1481) tasarlandığı ve oluştuğu, söz konusu törenlerin yüzyıllar boyunca aynı yerde sürdüğü bilinmektedir. Bu kapı kubbesi ve saçaklarıyla avluya doğru bir çıkma yapmış ve karşılıklı üçer sütunun üzerine oturtulmuştur. Bu mimari görüntü XVIII.yüzyın ikinci yarısında Sultan III. Mustafa döneminde yapılmıştır. Kapının üzerindeki 1774 tarihli talik hatla yazılmış manzum onarım kitabesi bunu açıklamaktadır. II. Mahmud’un hattıyla Besmele ve tuğrası vardır. Büyük bir olasılıkla kapı çevresinin bezemesi XIX.yüzyılda II. Mahmud zamanında (1808-1839) yenilenmiştir.
Bu revak ve kapının önünde padişahların cülus törenleri ve bayram törenleri yapılırdı. Savaşa gidecek olan sadrazama Sancak-ı Hümâyûn burada törenle teslim edilirdi. Divan’ın toplantı günlerinde saraya törenle giren sadrazam tarafından önüne gelinerek selamlanması da bu kubbeli kapının Sultanın varlığını ve kudretini ifade eden sembolik bir anlam taşıdığını gösteren en belirgin davranış örneğidir.

Sünnet Odası
Sünnet Odası tek odalı olup, arkasında da küçük bir müştemilatı bulunmaktadır. Sultan İbrahim döneminde (1840–1648) yapıldığı sanılan bu köşkün daha erken bir tarihlerde yapıldığı da iddia edilmiştir. Köşkün içi ve dışı çinilerle kaplanmıştır. Bu çinilerin büyük çoğunluğu XVII. yüzyıla tarihlenmişse de içlerinde XV.-XVI. yüzyıllara ait olanlar da görülmektedir. Duvarları süsleyen mavi-beyaz çinilerin yanı sıra pencere içlerine karşılıklı çeşmeler de yerleştirilmiştir.
Osmanlı padişahları namazların sünnetini çoğunlukla burada, farzlarını da Hırka-i Saadet’te kıldıklarından bu isim buraya verilmiştir.

İftariye Kameriyesi
Sünnet Odası ile Bağdat Köşkü arasında İftariye Kameriyesi bulunmaktadır. Bu kameriye Sultan İbrahim zamanında, 1640 yılında Sünnet Odası ile çevresinde yapılan değişiklikler sırasında dışarıya taşkın dört konsol üzerine oturtulmuştur. Üzeri tamamen maden kaplı olup, oluklu bakırdan dört ince sütunun taşıdığı ince uzun, ortaya doğru şişkin bir çatı ile örtülüdür. İçten ayna tonozlu olan bu çatının üzerine de oldukça gösterişli Allah yazılı bir alem yerleştirilmiştir. Kubbe içerisinde ise altın varakla yazılmış on altı mısralık bir kitabeye yer verilmiştir. Bu kameriye bayramlarda değerli kumaşlarla döşenir ve bayram namazından sonra saray erkânının bayramlaşması burada yapılırdı. Bunun dışındaki günlerde de sultan önünde havuzu olan bu kameriyede oturarak dinlenirdi.

Bağdat Köşkü
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058243.jpgTopkapı Sarayı’ndaki köşklerin en önemlilerinin başında gelen Bağdat Köşkü Sultan IV. Murat (1623–1640) tarafından h.1049 (1639) yılında yaptırılmıştır. Köşk sekizgen planlı olup, kenarları birer atlamak sureti ile dışarıya çıkıntılar meydana getirir.

Ctrl
07.02.2010, 09:14
Sofa Köşkü (Mustafa Paşa Köşkü-Merdivenbaşı Kasrı)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058272.jpgRevan Köşkü’nün bulunduğu havuzlu taşlıktan iki merdivenle Lale Bahçesi’ne inilir. Lale Devri’nde Sofa ismi verilen bu bölümde binaların bakım ve temizliğini sağlayan Sofa Ocağı kurulmuştur.
Revan ve Bağdat köşklerinin yakınında bulunan Sofa Köşkü aynı zamanda Mustafa Paşa Köşkü veya Merdivenbaşı Kasrı olarak tanınmıştır. Köşkün yapım tarihi bilinmemekle beraber Silahtar tarihinde Rus elçisinin 1682’de burada kabul edildiği yazılıdır. Köşk Lale Bahçesi’ni daha aşağı bahçeden ayıran bir duvarın üzerine yapılmıştır. Bu duvarın ortasında yuvarlak kemerli kapıdan girilen köşk bir divanhane, bir özel oda ve bir de ara bölümden meydana gelmiştir. Divanhanenin altlı üstlü geniş pencereleri bulunmaktadır. Duvarları ve tavanı ahşap kaplıdır. Duvarlara açılan oymalı nişler, kapılar ve tavanlar güzel bir ağaç işçiliğini yansıtmaktadır. Duvarlara talik yazı ile Hakani Mehmet Bey’in Hilye’sinden alınma beyitler yazılmıştır.

Mecidiye Köşkü

Dördüncü avlunun sağındaki alçak set üzerinde Mecidiye Köşkü bulunmaktadır. Bu köşk yanındaki Esvap Odası ve Sofa Camii ile birlikte ayrı bir bölüm oluşturmaktadır. Mecidiye Köşkü ve onunla birlikte Esvap Odası Sultan Abdülmecit (1839–1861) zamanında Avrupa rokoko üslubunda yapılmıştır. Ancak yapım tarihini belirten bir kitabe günümüze gelememiştir. Yanındaki Sofa Camisi’nin kitabesinden h.1275 (1859) tarihinde yapılmış olduğu belirtilmiştir. Buna göre Mecidiye Köşkü de aynı tarihte yapılmış olmalıdır.
Köşkün bulunduğu yerde daha önce yapılmış olan Çadır Köşkü ile Üçüncü Yeri Köşkü bulunuyordu. Çok harap olan bu köşkler yıkılmış ve yerine bugünkü Mecidiye Köşkü yapılmıştır. Buradaki arazide seviye farkı olduğundan köşk üst bahçe seviyesine ulaşabilmek için iki katlı yapılmıştır. Köşkün yapımı sırasında eski köşkün zemini korunmuş, yalnızca üst kısmı yıkılmıştır.
Mecidiye Köşkü beyaz köfeki taşından yapılmış dikdörtgen planlı bir yapıdır. Dış cephe duvarları XIX. yüzyıl Avrupa mimarisi etkisinde yarım paye sütun ve ince uzun pencerelerle hareketlendirilmiştir. Köşke cephedeki ahşap kanatlı üç büyük kapıdan girilmektedir. Bunlardan ortadaki kapı zemin katına inişi sağlamaktadır. Köşkün duvarları yabancı ressamların imzalarını taşıyan padişah portreleri, yaldızlı aynalar ve şömineler ile süslenmiştir. Tavanlarında 20–30 kollu kristal avizeler bulunmaktadır.

Harem Dairesi
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058245.jpgTopkapı Sarayı’nın Harem bölümü Babüs-Selam kapısından girilen ikinci avlunun (Birun) sol tarafından başlayarak üçüncü avlu (Enderun) içlerine kadar uzanmaktadır. Haremin yapımına 1578 yılında başlanmış, her padişahın döneminde yeni ilaveler yapılmış ve bu durum XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar devam etmiştir. Haremin yaklaşık 400 odası, avluları bulunmaktadır. Değişik zamanlarda yapıldığından ötürü de farklı bir bezeme ve mimarisi vardır.
Günümüzde Harem’e Arabalar Kapısı’ndan girilmektedir. Masif demirden ve iki kanatlı olan yay kemerli kapının üzerindeki kitabeden Sultan III. Murat’ın (1574–1595) bu kapıyı yaptırdığı anlaşılmaktadır. Arabalar Kapısı’ndan Harem’in asıl giriş kapısına kadar uzanan üzeri açık ince uzun bir avlu bulunmaktadır. Bu avlunun çevresinde Dolaplı Kubbe, Şadırvanlı Taşlık, Kule, Başhazinedar Ağa ve Başmuhasip Ağa daireleri, Meşhane Kapısı, Kara Ağalar Mescidi, Karaağalar Koğuşu ve Kızlar Ağası Dairesi bulunmaktadır. Bu avlunun karşısına gelen küçük bir holün arkasında da asıl Harem’in giriş kapısı bulunmaktadır. Bunun sağındaki tonozlu bir koridor ise üçüncü avluya (Enderun) açılan Kuşhane Kapısı’na uzanmaktadır.
Arabalar Kapısı’ndan kare planlı, pandantiflerin taşıdığı Dolaplı Kubbe denilen yere girilmektedir. Bu bölüm duvarlarındaki büyük gömme dolaplardan ötürü bu isimle tanınmıştır. Kubbe ve duvarlarında bezeme görülmemektedir. Buradaki dolaplarda Kızlar Ağası’nın evrakları korunurdu.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058246.jpgDolaplı Kubbe’den çift kanatlı bir kapı ile dikdörtgen planlı, üzeri ayna tonoz ve kubbe ile örtülü şadırvanlı taşlığa girilmektedir. Duvarları XVII. yüzyıl çinileri ile kaplı olan bu taşlıktaki şadırvan günümüze gelememiştir. Duvarların üst kısmını kaplayan çiniler üzerinde de madalyonlar halinde Peygamber’in cenneti müjdelediği on sahabenin isimleri yazılıdır. Bu bölümün sağındaki Meşkhane Kapısı oldukça dar ve dik bir yokuşa açılmaktadır. Osmanlı padişahlarının Eyüp Sultan’daki Kılıç Kuşanma Töreni’nden saraya döndüklerinde bu kapıdan hareme girdikleri bilinmektedir.
Meşkhane Kapısı’nın karşısında Kule Kapısı bulunmaktadır. Oldukça yüksek iki katlı kulenin birinci katında taş merdivenlerle pencereli bir bölüme ulaşılmaktadır. Kulenin ikinci katı XVIII. yüzyıl üslubunda yapılmıştır.
Şadırvanlı Taşlık’taki Meşkhane Kapısı’ndan üzeri mermer oyma ayet yazılı bir kapıdan Karaağalar Mescidi’nin holüne geçilmektedir. Mescidin duvarları XVII. yüzyıl çinileri ile bezenmiştir. Ayrıca tavanlarda kalem işleri görülmektedir. Mescidin mihrabının karşısına rastlayan üçüncü bir kapıdan cariyelerin eğitildiği Kalfa Mektebi’ne geçilmektedir. Ayrıca bu mescitten bir revak altından geçilerek Karaağalar Koğuşu’na girilmektedir. Her ikisi arasındaki duvar XVII. yüzyıl çinileri ile bezenmiştir.
Karaağalar Koğuşu uzun bir aralığın iki yanında sıralanan odalardan meydana gelmiştir. Bunlardan birinci kattaki odalar birer kapı ve pencere ile bu koridora açılmıştır. Sol taraftaki odaların duvarları XVII. yüzyıla ait çinilerle bezenmiştir. Bu aralığın sonunda çinilerle kaplı büyük bir ocak dikkati çekmektedir.
Üst kattaki mekânlar aralığa eyvan şeklinde açık balkon konumundadır. Bunların önüne mermer korkuluklar yerleştirilmiştir. Aralığın üzeri beşik tonozla örtülmüştür. Koğuşun birinci katının tümü Kızlar Ağasından sonra Harem’in ikinci konumdaki yöneticisi olan Karaağaların başı, Yeni Saray Başkapı Gulâm Ağa’ya aittir. Sol taraftaki çinili odalar, selamlık, yatak, misafir ve yemek odalarıdır. Yemek odasının duvarında üzerinde “sakihüm rabbihüm şaraben tahura” ayeti yazılıdır. Su ile bağlantılı olan bu ayet saraydaki hemen her çeşmenin üzerine yerleştirilmiştir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058248.jpgKaraağalar Koğuşu’nun ikinci katında orta sınıftaki Karaağalara, üçüncü katında Haslılara, dördüncü katı da Acemilere ayrılmıştır. Aralığın sonundaki büyük ocağın sonunda ise Karaağalar otururdu. Koğuşun üst katlara çıkan merdiven girişinin karşısından Kızlar Ağası dairesinin holüne ve Karaağaların tuvaletine geçilmektedir.
Bu koğuşta yaşayan Karaağaların görevleri Harem kapılarını kilitlemek, kapılarda nöbet tutmak, arabalara yardımcı olmak, dışardan içeriye hiç kimseyi sokmamaktı.
Karaağalar Koğuşu’nun hemen sağında Kızlar Ağası Koğuşu bulunmaktadır. Kızlar Ağası Harem’in baş yöneticisi olup, buradaki giriş çinilerle kaplı büyük bir niş şeklindedir. Kızlar Ağası dairesinin solundan Harem’in asıl giriş kapısına gelinir, çift kanatlı demir kapılardan duvarlarında büyük aynalar olan ve burada Karaağaların nöbet tuttuğu büyük taşlığa geçilir. Aslında bu taşlık Altın Yol’a, Valide Sultan Taşlığı’na ve Kadınefendiler Taşlığı’na giden koridora açılan kapıların bulunduğu bir geçit yeridir. Asıl Harem’e giriş de burasıdır. Buradaki sağ taraftaki kapıdan Altın Yol’a, soldakinden Kadınefendiler Taşlığı’na giden koridora açılmaktadır. Üçüncü kapı da doğrudan doğruya Valide Sultan Taşlığı’na geçişi sağlamaktadır.
Kadınefendiler Taşlığı’nın girişinde Kadınefendiler dairesi bulunmaktadır. Burada birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü Kadınefendiler’in daireleri bulunmaktadır. Bu daireler üç tarafı revaklı, üzeri açık bir avlunun çevresinde sıralanmışlardır. Bu daireler kendi aralarında plan olarak farklılık göstermektedir. Birinci Kadınefendi’nin dairesi diğerlerinden daha büyüktür. Dairelerde günlük yaşantı cereyan eder, bunun için de bir mangalın çevresinde alçak sedirlerin yer aldığı iç içe ikişer oda bulunmaktadır. Bu odaların duvarları XVII. yüzyıl çinileri ile kaplanmış, tavanları kalem işleri ile bezenmiştir. İkinci Kadıefendi dairesinin solundaki büyük bir kapıdan merdivenlerle revaklı bir avlu çevresinde sıralanmış dikdörtgen planlı iki katlı cariyeler hastanesine inilir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058252.jpgValide Sultan dairesinden dar bir koridorla Hünkâr Sofası’na geçilir. Buradaki koridorun sağında Hünkâr Hamamı bulunmaktadır. Hamam Klasik Osmanlı hamamlarının mimari düzeninde, soyunmalık, ılıklık ve sıcaklıktan meydana gelmiştir. Hamamın küçük ölçüdeki soğukluğundan ılıklığa ve sıcaklığa geçilir. Sıcaklığın ortasında dört çokgen kesitli sütunun taşıdığı kubbe bu bölümün üzerini örtmüş, bunun dışında kalan alanlar tonozlarla desteklenmiştir. Sol taraftaki yaldızlı, bronz parmaklıklı bölüm padişahın özel olarak yıkandığı yerdir. Bunun yanındaki diğer bölmelerde ise mermerden dört kurna bulunmaktadır. Hünkâr Hamamı’nın arkasındaki ikinci hamam Valide Sultan için yaptırılmıştır. Her iki hamamda da süsleme elemanına rastlanmamaktadır.
Hünkâr Hamamı içerisinden ayrı bir kapı ile Hünkâr Sofası’na geçilir. Hünkâr Sofası’nı XVI. yüzyılda Mimar Sinan yapmıştır. XVIII. yüzyılda Sultan III. Osman döneminde büyük bir onarım geçirmiştir. Bu bölüm kare planlı olup, dört sivri kemerin taşıdığı pandantifli büyük bir kubbe ile örtülüdür. Bunun girişinin soluna da tonozlu bir ek bölüm daha eklenmiş böylece Hünkâr Sofası genişletilmiştir. Ek bölüm iki katlı olup, ikinci kat balkon şeklinde Hünkâr Sofası’na açılmaktadır. Giriş kapısının karşısına baldaken tarzında hünkârın oturduğu yer yerleştirilmiştir. Onun sağında ve balkonun altına rastlayan yere de uzunca bir sedir yerleştirilmiştir. Sedirlerin arkasındaki duvarların alt kısımları büyük aynalarla çevrilidir. Bu aynalardan bir tanesi balkona çıkan kapıyı gizlemektedir.
Hünkâr Sofası’nın duvarları XVIII. yüzyılın barok ve rokoko üslubunda ağaç işçiliği ve duvar resimleri ile bezenmiştir. Yalnızca sağdaki duvarda Avrupa etkisinde yapılmış mavi-beyaz çiniler bulunmaktadır. Sofanın kemer ayaklarının bulunduğu bölümde balkon dışında kalan duvarlarda mavi-beyaz renkte çini Ayet-el Kürsi çepeçevre dolaşmaktadır. Duvarların üst kısmındaki bölümler çift vitrayla kaplanmıştır.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058257.jpgHünkâr Sofası’nda yapılan törenlerde balkonda müzisyenler yer alır, balkonun altındaki sedirlerde Valide Sultan, Kadınefendiler, Cariye ve Gözdeler konumlarına göre otururlardı. Diğer duvar diplerine de Kalfalar sıralanırdı. Padişah yerini alınca da buradaki eğlenceler başlardı.
Hünkâr Sofası’ndan Çeşmeli Sofa’ya, oradan da Ocaklı Sofa’ya geçilmektedir. Dikdörtgen planlı olan Ocaklı Sofa’dan büyük bir kapı Valide Sultan Taşlığı’na açılır. Bu kapının karşısına önü demir parmaklıklarla çevrili büyük bir ocak yerleştirilmiştir. Valide Sultan Taşlığı’na açılan bu kapının bir diğer ismi de Taht Kapısı’dır. Buradaki sedef kakmalı bir kapıdan Başkadınefendi Dairesi’ne geçilir. Buradaki sofa kubbe ve düz tavanla örtülmüş iki bölüm halindedir. Duvarları çinilerle kaplıdır ve duvarları mavi-beyaz bir çini kuşak çepeçevre dolaşmaktadır. Bu kuşakta Sultan IV. Mehmet’e övgüler yazılıdır. Sofaya ismini veren ocak Harem’in tüm odalarında bulunan mangallara ateş sağlardı.
Harem’in içerisinde en az değişikliğe uğrayan bölüm Sultan III. Murat Has Odası’dır. Has Oda’nın girişi XVI. yüzyıl Klasik Osmanlı çeşmelerinde olduğu gibi mermer bir portal şeklindedir. Kapının üzerinde Sultan III. Murat’ın h.986 (1578–1579) yılında yapıldığını belirten kitabe bulunmaktadır. Has Oda kare planlı olup, üzeri büyük bir kubbe ile örtülüdür. Buradan Sultan I. Ahmet’in kitaplığına geçilen ikinci bir kapı vardır. Has Oda’yı Mimar Sinan yapmıştır. Burada da baldaken tarzda büyük bir oturma yeri ile büyük ölçüde bir ocak bulunmaktadır. Girişin solunda da Bursa kemeri üslubunda, niş şeklinde bir çeşmeye yer verilmiştir. Has Oda’nın üzerini örten kubbe aşı boyalı bir zemin üzerine kabartma olarak lacivert ve altın yaldızlı palmetler, Rumiler ve geçmelerle bezenmiştir. Bu bezemelerin içerisine yerleştirilen küçük aynalarla da iç mekânda gölge-ışık oyunlarının yapılması sağlanmıştır. Duvarlar boş yer kalmamacasına çinilerle kaplanmıştır. Bu çinilerin üzerinde de Harem’in diğer bölümlerinde olduğu gibi mavi-beyaz çini ile Ayet-el Kürsi yazılıdır. Bu çinilerde mercan kırmızısının kullanıldığı görülmektedir. Çiniler, hatayiler, narçiçekleri, hançer yaprakları ile bezelidir.
Sultan III. Murat’ın Has Odası içerisinden Sultan I.Ahmet’in Okuma Odası’na geçilmektedir. Bu oda kare planlı olup, üzeri Türk üçgenlerinin taşıdığı küçük bir kubbe ile örtülüdür. Duvarlar kemerler yazıtlı çinilerle kaplanmıştır. Girişin sağında ve karşısında üçer pencere, solunda gömme dolaplar, padişahın yemek odasına açılan kapı bulunmaktadır. Girişin solunda ise yine üzerinde kitabesi olan niş içerisinde bir çeşme bulunmaktadır. Buradaki dolapların, pencere kapaklarının üzerleri sedef, bağ ve fildişi kakmalıdır.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058254.jpgSultan III. Murat’ın Has Odası’nın çıkışında ve sol tarafta Şehzadeler Dairesi bulunmaktadır. Birkaç basamakla çıkılan iç içe iki odadan meydana gelen bu dairedeki birinci oda kare, ikincisi de dikdörtgen planlıdır. Birinci odaya üzerinde kitabe yazılı bir kapıdan girilir. Bu bölümün duvarları çinilerle kaplı olup, üzeri ahşap bir kubbe ile örtülüdür. Girişin sağında büyük bir ocak ve Gözdeler Taşlığı’na açılan altlı üstlü iki sıra pencere bulunmaktadır. Üst sıra pencereler XVII. yüzyılın vitrayları ile bezenmiştir.
Birinci oda girişinin solundaki mermer söveli bir kapıdan ikinci odaya geçilir. Dikdörtgen planlı olan bu odanın üzeri düz bir tavanla örtülmüştür. Duvarlar, pencere araları mavi-beyaz çinilerle kaplıdır. Burada sülüs yazılı bir yazı frizi odayı çepeçevre dolaşmaktadır.
Şehzadeler Dairesi’nden çıkıldığında sol tarafta Gözdeler Taşlığı bulunmaktadır. Burada çerçeveler içerisine alınmış üç çini pano görülmektedir. Bu panoların arkasından Kutsal Emanetler Dairesi’ne geçilmektedir. Sonraki yıllarda Altın Yol’un bu bölümü üzerine Gözdeler Dairesi yapılmıştır. Çini panoların bulunduğu bu bölümün karşısından Altın Yol’a geçilir. Oldukça dar, yüksek tavanlı bir koridor halinde olan bu yolun sağında Valide Sultan Taşlığı revakı, solunda da Enderun’un bulunduğu üçüncü avlu yer almaktadır.

Kutsal Emanetler Dairesi (Hırka-i Saadet)
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058260.jpgYavuz Sultan Selim’in Mukaddes Emanetleri Mısır Memluklarının hazinesi ile birlikte İstanbul’a getirmesinden sonra sarayda Has Oda’da korunmuştur. Enderun’da bulunan Has Oda’nın Haliç tarafındaki Divan Yeri de denilen çift sıra sütunlu, kubbeli geniş revakı Sofayı Hümayun veya Mermer Sofa olarak isimlendirilen terasa açılmaktadır. Topkapı Sarayı’nın müze oluşundan sonra ayrı bir bölümü oluşturmuştur.
Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saadet Dairesi, XVI.-XVIII. yüzyıla tarihlendirilen değişik çinilerle bezenmiştir. Burada Türk çini sanatının en güzel örnekleri bir araya getirilmiştir. Hırka-i Saadet Dairesi her yıl Ramazan ayının 15. günü başta Osmanlı Padişahı olmak üzere sarayın önde gelen kişileri, devlet ricali tarafından ziyaret edilirdi. İlk defa Yavuz Sultan Selim zamanında başlayan bu gelenek, Sultan VI. Mehmet’e kadar devam etmiştir.
Ramazan’ın 15. günü padişah Hırka-i Saadet Dairesi’ne gelir, Tülbent Ağası süngerler ve gümüş taslar içerisinde gül suyu getirirdi. Silahtar Ağa süngerlerden bir kaçını alır gül suyunun içerisine batırdıktan sonra padişaha uzatırdı. Padişah da Hırka-i Saadet Dairesi içerisinde bulunan büyük gümüş şebekeyi gülsuyuna batırılmış süngerle temizlerdi. Bundan sonra Hırka-i Saadet’e ziyaret ertesi günü öğle namazından iki saat önce başlardı. Padişahın Hırka-i Saadet Dairesi’ne gelişinden sonra Has Odalılar gümüş şebeke içerisindeki Peygamber’in hırkasının bulunduğu sandığı altınla kaplı bir sehpa üzerine koyardı. Padişah Besmele ile sandığın altın anahtarını çevirerek çekmeceyi açardı. Hırkanın bulunduğu yedi bohçanın incili şeritleri teker teker açılır ve hırka meydana çıkarılırdı. Hırka-i Saadet’i ziyaret hırkanın sağ omuzu üzerine konan tülbendi öpmekten ibaretti. Tülbendi her öpen anı olarak tülbendi alır ve yerine yenisi konurdu. Başta padişah, devlet erkânı, saray erkânı, Harem Ağaları, Enderun-u Hümayun, Zülüflü Ağalar ayrı ayrı Hırka-i Saadet’i ziyaret ederdi. Padişah sağında Sadrazam, solunda Kızlar Ağası olmak üzere sandığın başında durur, bu sırada Has Odalı ağalar yüksek sesle Kuran okurdu. Ziyaretten sonra padişah hırkayı yine altın sandığa koyar ve kilitlerdi.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058264.jpgHırka-i Saadet diye isimlendirilen Hz. Muhammed’in hırkası 1.24 m. boyunda geniş kollu siyah yünlü bir kumaştan dokunmuştur. Ancak hırkanın üzerinde bazı eksiklikler bulunmaktadır. Hz. Muhammed bu hırkayı Mekkeli Şair Kâab bin Züher’e hediye etmiştir. Muaviye bin dirhem gümüş karşılığında bu hırkayı almak istemiş, Kâab buna razı olmamış, ölümünden sonra bin dirhem gümüş karşılığında veresesi tarafından satılmıştır. Hırka-i Saadet Emevilere, Abbasilere, Memlukluların eline geçmiş, sonra da Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra da İstanbul’a getirilmiştir.
Hırka-i Saadet Dairesi’nde Uhut Savaşı sırasında Hz. Muhammed’in kırılan dişinin bir parçası, Nakşi Kademi Şerif denilen Hz. Muhammed’in Miraç sırasında bastığı ve ayağının izinin çıktığı taş, Ukap diye isimlendirilen siyah renkli Sancağı Şerif, Kâbe suyunun akması için ahşap üzerine altın kaplanmış altın oluk, Bağdat’ta bulunan ve İstanbul’a gönderilen Mührü Saadet, Hz. Muhammed’in teyemmüm için kullandığı söylenen Teyemmüm Taşı, Name-i Saadet denilen İslâmiyet’in ilk yıllarında Hz. Muhammed’in başta İran, Mısır ve Bizans olmak üzere pek çok kişiye dine davet mektupları, Kuranların yanı sıra Mesahifi Şerifeler, Süyuf-u Mübareke diye isimlendirilen 20 adet kılıç bulunmaktadır. Bu kılıçların Hz. Muhammed’e, Hz. Davut’a, Hz. Ebubekir’e, Hz.Ömer’e, Hz. Osman’a, Hz. Zeynel Abidin’e, Hz. Zübeyr İlmi Al Avam’a, Ebül Hasan’a, Caferi Tayyar’a, Halid bin Velid’e, Ammar bin Vasr-ül Muays’e ve diğer kirama ait olduğu bilinmektedir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058265.jpgBunların yanı sıra Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra Mekke Şerifi Muhammed Ebu-l Berekât Harem-i Şerif’in anahtarı ve kilidi, Lihye-i Saadet denilen Sakal-ı Şerifler, Hz. Musa’nın budaklı ağaçtan asası, Hz. Muhammed’in altın yaldızlı muhafaza içerisindeki yayı, altın ve gümüş çerçeveli Hacer-i Esved, Hz. İbrahim’in mavi mermerden tenceresi, Bab-ü Tövbe kanadı, Hz. Muhammed’in gaslinde kullanılan suyun şişesi, üzerinde Ayet-el Kürsi yazılı nalınlar, Hz. Fatma’ya izafe edilen seccade bulunmaktadır.
Topkapı Sarayı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra 3 Nisan 1924’te müze haline getirilmiş ve müzenin ilk müdürü de Tahsin Öz olmuştur. Müzede geçici ve sürekli sergi mekânları, kubbe altı, Arz odası, Enderun Kütüphanesi, Sofa Köşkü, Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Sünnet Odası, Harem, Zülüflü Baltacılar Koğuşu gibi teşhir alanları bulunmaktadır. Bunun yanı sıra silahlar, İstanbul cam ve porselenleri, işlemeler, hazine, kaftanlar ve padişah portreleri gibi bölümler bulunmaktadır.

Hazine Bölümü
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058266.jpgİstanbul’un fethinden sonra Osmanlı hazinesi bir süre Yedikule Hisarı’nda korunmuş, Saray-ı Cedid-i Amire adı ile tanınan Topkapı Sarayı’na 1478 yılında taşınmıştır. Hazine Odası olarak kullanılan bir bölüm II. Avluda kubbe altının sağında korunmaktadır. Hazine Odası günümüzde dört odadan meydana gelmiştir. Bunlardan birinci odada Yavuz Sultan Selim’in İran seferi sırasında getirdiği eserler bulunmaktadır. Burada altın ve gümüş yaldızlı üzengiler, firuze zümrüt ve altın süslemeli taslar bulunmaktadır. İkinci oda zümrüt ve zümrütlü eserlere ayrılmıştır. Burada Sultan I.Ahmet’e (1603–1617) ait olan zümrütlü askılar, hançerler, mine ve altınlı kaplar bulunmaktadır.
Hazinenin üçüncü odasında en önemli eseri ve aynı zamanda Topkapı Sarayı’nın simgesi olan Kaşıkçı Elmasıdır. Bu elmasın ilginç bir öyküsü vardır:
Kaşıkçı Elmasının Osmanlı Saray hazinesine nasıl geldiğine açıklık getiren, saray arşivinde ve ne de başka yerlerde yeterli bir bilgi bulunmamaktadır. Elmasın saraya gelişi farklı biçimde yorumlanmış, ancak hiç birisinde gerçeği yansıtan bilimsel bir belge ortaya konulamamıştır.
Yerli ve yabancı kaynaklarda Pigot elması olarak isimlenen ve günümüzde nerede olduğu bilinmeyen bir elmastan söz edilmektedir. Pigot elmasının Kaşıkçı elması olduğunu iddia edenler de bulunmaktadır. Bunu ortaya atanların dayandığı tek nokta Pigot elmasının 85,5 kırat, Kaşıkçı Elmasının da 86 kırat oluşudur.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058270.jpgPigot elması ile ilgili öykülerden birine göre, elmas Madaras Mihracesinden satın almıştır. Bunun ardından birçok kez el değiştirmiş ve sonunda Napolyon Bonaparte’nin annesi tarafından satın alınmıştır. Napolyon’un annesi oğlunu Elbe adasındaki sürgünden kurtarabilmek için elması satışa çıkarmış, Mora Valisi Tepedelenli Ali Paşanın bir subayı tarafından 150.000 altına satın alınmış ve Paşaya hediye edilmiştir. Söylentiye göre de Ali Paşa elması kavuğunun ön kısmındaki sorgucunun ortasına koydurmuştur. Dr. Ülbercht Wirth isimli bir Alman yazarı “Der Balkan” isimli kitabında bunu gösteren bir resmi yayınlamıştır. Tepedelenli Ali Paşa gözden düştükten sonra padişah tarafından öldürüleceğini anlamış ve yakınlarına elmasın toz haline getirilmesini, karısının da öldürülmesini istemiştir. Ancak Onun bu vasiyeti yerine getirilmemiştir. Paşa öldürüldükten sonra hazinesi İstanbul’a getirilmiş ve Topkapı Sarayındaki devlet hazinesine konulmuştur.
Bir başka söylentiye göre de Kaşıkçı elması Ayvansaray yakınındaki bir çöplükte bulunmuştur. İstanbul’un Latinler tarafından soyulduğu günlerde Latinlerin arasında bulunan Robert Clari Bizanslıların hazinelerinden, altın taçlarından, mücevherlerinden söz etmiştir. Bizans hazinesine ait olan bu elmasın çöplüğe nasıl düştüğü bilinmemektedir. Tarihler bu konuda sessiz kalmıştır.
Ayvansaray’daki çöplükte rastlantı sonucu bulunan elmasın Osmanlı sarayına gelişini Raşit Tarihi ile Defterdar Sarı Mehmet Paşanın Zubde-i Vekaiyat isimli eserinde “Zuhur’u Elmas-ı Kıymet” olarak şöyle yazmışlardır:
“İstanbul’da Eğrikapı mezbelesinde bir müdevver taş bulunup bulan gafil-i bi-baht bir yaymacı kaşıkçı ile üç kaşığı mübadele. Ba’dehu kuyumculardan biri mezbur kaşıkçıdan ol taşı on akçeye mübayaa eylemiş ve yine kendü esnafından birine göterip elmas olduğu nümayan oldukta hisse talebi ile ol dahi şerik olmak isteyüp beyinlerinde niza vaki ve giderek bu ahval kuyumcubaşıya mün’akis oldu. Kuyumculara birer kese akçe verip taşı ellerinden aldığı Vezir-i Azam Mustafa paşa Hazretlerinin mesmuu oldukta kuyumcubaşıdan kendü için almak daiyesinde iken taraf-ı padişahiye aks olup talebini müş’ir hattı hümayun sadir olup. Hasılı taş meydana çıkarılıp işletildikte 84 kırat bir adım’ül misl elmas zuhur etmeğin Hazine-i Hümayun’a zapt olunup bu mukabelede kuyumcubaşıya kapucubaşılık tevcihi ile ikram ve birkaç kese akçe in’am olundu”
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058271.jpgBunun yanı sıra Eremya Çelebi Kömürcüyan da Eğrikapı’da “XVII. Yüzyıl sonlarında İstanbul’a gelen F.Genelli, bir gencin Tekfur Sarayı harabeleri içinde bulduğu elmasın Sultan IV. Mehmet’in eline geçtiğini ve değerinin 100.000 kuron olduğunu belirtmiştir. Sultan IV. Mehmet döneminde Rusya seferi için Hazine-i Hümayunda değerli eşyaların tespiti yapılırken düzenlenen hazine defterinde “ Kebir elmas yüzük adet l85 kırat “denilen iri bir elmas yüzükten söz edilmiştir. Büyük olasılıkla bu elmas yüzük Kaşıkçı Elmasıdır. Ayrıca Sultan I. Abdülhamit dönemine ait hazine defterinde de “Kaşıkçı” tabir olunan bir adet büyük bir elmas yüzükten söz edilmiştir.
Günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi Hazine Bölümünde özel bir vitrinde 7610 numaraya kayıtlı olarak sergilenen Kaşıkçı Elması 42x35x16 m/m; çevresindeki pırlantalarla birlikte 70x60 m/m ölçüsündedir. Pershape (armut) biçiminde ve Briolette kesimlidir. Çevresinde iki sıra halinde altın yuvalar içinde 49 pırlanta bulunmaktadır. Bu pırlantalar klasik kesimde ve en tepedeki Kaşıkçı Elmasına eş deş biçimde 11x8 m/m boyutundadır. Bu küçük pırlantanın iki yanından başlayarak elması çevreleyen diğer pırlantalar çeşitli ölçülerdedir. En küçükleri 5x5 m/m, en büyükleri de 8x8 m/m boyutlarındadır. Elmasın alt kısmı foya adı verilen ince bir gümüş varak ve onunda altı 12 ayar altın plaka ile kaplanmıştır.
Bu bölümde ayrıca bayram tahtı, Osmanlı nişanları, Sultan III. Selim’in avizesi, Sultan II. Mahmut’un pembe sarı mineli güller ve aralarında mavi çiçeklerin de bulunduğu resmi, altın şamdanlar, tuğlar bulunmaktadır.
Hazinenin dördüncü odasında İran Hükümdarı Şah İsmail’e ait olduğu üzerindeki yazılardan anlaşılan kemer, pazubent ve bir de kupa vardır. Ayrıca Kanuni Sultan Süleyman’a ait fildişi ayna, Nadir Şah’ın Sultan I. Mahmut’a (1730–1754) armağan ettiği taht, çeşitli altın yaldızlı Kuran muhafazaları, murassa bastonlar, murassa kupalar, mineli hançerler ve mücevherli sorguçlar bulunmaktadır.

Silah Seksiyonu (Dış Hazine)

Kubbealtı’nın yanında yer alan sekiz kubbeli hazine binası Kanuni döneminde yapılmıştır. Fatih döneminde II. Avludaki hazinenin yeri kesin olarak bilinmemektedir. Burada devlet gelirlerini oluşturan vergiler saklanırdı. Maliye Defterhanesi, Osmanlı padişahlarının elçilere ve saraylılara hediye ettikleri hilat denilen kaftanlarla bazı değerli eşyada burada saklanırdı.
XVI.- XVII. yüzyıllarda ve dış cephede geniş bir saçağının olduğu bilinen yapının bu bölümünde hazine görevlileri ve koruyucuları ulufe günlerinde paraları torbalara koyarak hazırlık yaparlardı. Yapının içinde ve girişin tam karşısında yer alan iki katlı iç hazine bölümü çok iyi korunmaktaydı. Defterdarın sorumluluğundaki Hazine, gerektiğinde açılır ve sadrazamda bulunan padişah mührü ile mühürlenirdi.
Bina günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi’ne ait içinde değişik dönemlere ait silahların sergilendiği Silahlar Seksiyonu olarak kullanılmaktadır. Topkapı Sarayı Müzesi dünyanın sayılı silah koleksiyonlarını bir araya getirmiştir. Bu bölümde VII. Yüzyıldan XX. yüzyıla kadar uzanan pek çok silah teşhir edilmektedir. Burada on binin üzerinde silah bulunmaktadır.
Osmanlı Devletinde ilk kez silahlar Cebehane ismi altında Edirne’de toplanmış, daha sonra İstanbul’da Aya İrini’de koruma altına alınmış ve bunların büyük bölümü de Topkapı Sarayı’na götürülmüştür. Topkapı Sarayı’nda silahlar iç hazinede saklanmaktadır. İç Hazine kalın duvarlarla çevrili dikdörtgen bir mekân olup, burası üç büyük payenin taşıdığı sekiz kubbe ile örtülüdür. Yapı üslubundan bu bölümün XV. yüzyılın sonlarında yapıldığı sanılmaktadır. Değişik zamanlarda onarılmış ve değişikliğe uğramıştır. Son olarak da XVIII. yüzyılda salonun kuzeyine bir bölüm eklenmiştir.
Topkapı Sarayı Silah Bölümünde Arap, Memluk, İran ve Osmanlı silahları önemli bir yer tutmaktadır. Burada koleksiyonun en eski örnekleri olan Arap kılıçları, Memluk kılıçları, Memluk zırhları, miğferleri, baltaları, topuzları, şeşperleri, mızrakları, alemleri; ganimet veya hediye yolu ile toplanan İran silahları arasında kılıçlar, baltalar, miğferler, zırhlar, topuzlar, şeşberler, mızraklar, ok ve yaylar, alemler bulunmaktadır.
Topkapı Sarayı’nda Türk dönemine ait silah koleksiyonu dünyanın en zengin koleksiyonlarındandır. İstanbul’un fethinden başlayarak Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar geçen süre içerisinde toplanan bu silahlar arasında, kılıçlar, yatağanlar, zırhlar, miğferler, tüfekler, tabancalar, baltalar, topuz ve şeşberler, ok ve yaylar, at başı zırhı, mızraklar, kalkanlar, alemler kronolojik bir sıra halinde sergilenmiştir.

Cam ve Porselen Bölümü

Topkapı Sarayı Müzesi’nde İstanbul’da yapılmış yerli porselenler ve Çin porselenleri ayrı bir bölümü meydana getirmiştir. Yıldız Sarayı’nda kurulan atölyede yapılmış olan eserler başta olmak üzere XVIII. yüzyıldan itibaren Galata, Beykoz, Eyüp ve Balat’taki çini ve çömlek atölyelerinde yapılan porselenler ve cam işleri burada bir araya getirilmiştir. Eser-i İstanbul damgalı eserlerin yanı sıra Beykoz imalathanesinde yapılan porselenler, Venedik işi camlar yine bu bölümdeki önemli eserler arasındadır. Ayrıca Hüseyin Zekai Paşa imzalı Yıldız porselen tabağı, Sultan II. Abdülhamit armalı porselen fincan ve tabaklar, çay takımları, tuğralı saatler, değişik tipte çeşmi bülbüller, çeşmi bülbül sürahiler, kristal leğen ve ibrikler, vazolar, aşure testileri, porselen levhalar, seledon kaplar, Çin Mink Çağı ibrik ve kâsesi, mavi-beyaz çini tabak, Mink Çağı’na ait tabak, Atam imzalı Yıldız porselen sürahisi, Yıldız işi Topkapı Sarayı’nın ikinci kapısının resmedildiği kapaklı kâse, padişah portreli fincan ve tabaklar, İsveç vazosu, Sevr porselenleri, Japon porselenlerinin çeşitli örnekleri bölümün başlıca eserleri arasındadır.

Kaftanlar Bölümü

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058274.jpgOsmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli imalathanelerinde yapılmış saray mensupları için özel olarak dokunmuş saray kumaşları bu bölümün başlıca eserleri arasındadır. Ünü Avrupa ülkelerine kadar yayılmış olan Bursa tezgâhlarında dokunan çatma, kadife, atlas, çuha, kemha kumaş örnekleri yine bu bölümde sergilenmektedir.
Enderun hazinesinden Topkapı Sarayı Müzesi’nin bu bölümüne geçen kumaşların bir kısmı hediye, savaş ganimeti, sipariş ve satın alma yolu ile elde edilmiştir. Bu eserler üzerinde yüzyılların birikimi, özellikle padişahın iç ve dış giysileri görülmektedir. Osmanlı geleneğine göre ölen padişahların tüm giysileri bohçalanır, mühürlenir ve Silahtar Hazinesinde saklanırdı. Bu nedenle de padişahlara özgü giyim eşyaları sarayın önemli bir koleksiyonunu oluşturmuştur. Bunların arasında Fatih Sultan Mehmet’in 21 kaftanı, Kanuni’nin 77 kaftanı, Sultan I. Ahmet’in 13 kaftanı, Sultan II. Osman’ın 30 kaftanı ve Sultan IV. Murat’ın 27 kaftanı bulunmaktadır.
Bunların yanı sıra Sultan II. Beyazıt’ın kaftanı, Kanuni Sultan Süleyman’ın ipek kaftanı, Kemha Kaftan denilen kaftanlar, Seraser kaftanlar, çatma kaftanlar ve Selimiye denilen kumaşlar bulunmaktadır. Bu bölümde Çatma, Çuha, Atlas, Gezi, Hatayi, Kadife, Kemha, Seraser, Sof, Serenk denilen örnekler de vardır.


İşlemeler Bölümü
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/05/00058545.jpgTopkapı Sarayı İşlemeler Bölümünde Selçuklular döneminden başlayan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun sonuna kadar süren zaman dilimi içerisinde Türk işlemeleri, motifleri ve düzenleri ile bir arada sergilenmiştir. Bu işlemelerin üzerinde çeşitli bitkiler, güller, narçiçekleri, sümbüller, laleler, karanfiller, çarkıfelekler, çeşitli meyveler, yapraklar, Çin bulutları, üç benekler ve çintemaniler bulunmaktadır.
Bu işlemelerdeki motiflerde peyzaja önem verilmiş, özellikle çiçeklere özen gösterilmiş, kıvrık dallar, meyveler, fiyonklar ve vazolar da onları tamamlamıştır.
Bu bölümde Buhara işi örtü, çeşitli makrameler, sedir yastıkları, bohçalar, nişan bohçaları, kadın giysileri, kaşbastılar, mendiller, çevreler, uçkurlar, ayna örtüleri, nihaliler, berber futası, yorgan yüzleri, yastık yüzleri, taht örtüsü, taht saçağı, deri üzerine altın simle işlenmiş kutu, üç etekler, XVII. yüzyıl çizmeleri, çeşitli yazmalar, peşkirler, hilatlar, kahve örtüleri sergilenmiştir.

Padişah Portreleri Bölümü
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/05/00058546.jpgTopkapı Sarayı Müzesi’nde Osmanlı padişahlarına ait portreler zaman zaman sergilenmektedir. Çoğunlukla Avrupalı ressamların yaptığı bu portrelerin sergilenmesini ilk kez Atatürk istemiştir. Çeşitli nedenlerle gerçekleşemeyen bu sergileme II. Dünya Savaşı’ndan sonra yapılmıştır. Saray-ı Enderun denilen üçüncü avluda ilk kez Osmanlı padişahlarının, sultanların ve devletin önde gelen kişilerinin tabloları sergilenmiştir. Daha sonra bu sergileme ayrı bir bölüm oluşturmuştur.
Bu portreler arasında Sultan Osman’ın XVII.-XVIII. yüzyıla tarihlenen, Dr.Marten tarafından 1929 yılında müzeye hediye edilen portresi, Baiazıtth’nin yapmış olduğu Yıldırım Beyazıt’ın portresi, XVII.-XVIII. yüzyılda resmedilmiş, 1943 yılında T.K.Koperler’den satın alınan Çelebi Mehmet’in, Sultan II. Murat’ın yağlı boya resimleri, Fatih Sultan Mehmet’in 1865’te Venedik’ten Sir Henry Layard’dan satın alınan ve Dolmabahçe Sarayı’ndan müzeye getirilen yağlı boya tablosu, Sultan II. Beyazıt’ın XIX. yüzyılda Fransa ekolünce yapılan tablosu, Yavuz Sultan Selim’in 1926 yılında Dolmabahçe Sarayı’ndan getirilen yağlı boya portresi, A.Ehrenfeld’den 1930 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından satın alınan Kanuni Sultan Süleyman’ın tuval üzerine yağlı boya tablosu, orijinali Münih’te bulunan bir sanatçının elinden kopya olarak çıkmış Kanuni Sultan Süleyman tablosu, Venedik ekolü bir ressamın XVI. yüzyılda yaptığı Yavuz Sultan Selim portresi, Sultan III. Murat’ın, Sultan III. Mehmet’in Fransız ekolü yağlı boya tabloları, Sultan I. Ahmet’in, Sultan IV. Murat’ın, Sultan İbrahim’in, Sultan IV. Mehmet’in, Sultan II. Süleyman’ın, Sultan II. Ahmet’in, Sultan II. Mustafa’nın, Sultan III. Ahmet’in, Sultan I.Mahmut’un, Sultan III. Osman’ın, Sultan III. Mustafa’nın, Sultan I.Abdülhamit’in, Sultan III. Selim, Sultan IV. Mustafa, Sultan II. Mahmut, Sultan Abdülmecit, Sultan Abdülaziz, Sultan V. Murat, Sultan II. Abdülhamit, Sultan V. Mehmet Reşat’ın tabloları bulunmaktadır.
Bu tablolar yabancı ressamlar tarafından XVI.-XIX. yüzyıllar arasında yapılmıştır. Bu resimler Osmanlı saray giysileri konusunda da ayrı bir bilgi vermektedir. Son Osmanlı hükümdarı IV. Mehmet Vahdettin’in duralit üzerine yağlı boya tablosu Antranik isimli bir sanatçı tarafından 1915–1916 yılında fildişi üzerine yapılmış olup, buradan Yaşar Çallı tarafından büyütülmüştür.

Saat Seksiyonu (Silahtar Hazinesi)

Saatler Enderun Avlusu’nda Hırka-i Saadet Dairesi’nin yanında Eski Silahlar Hazinesi’nin bulunduğu yerde teşhir edilmektedir. Bu bölümde çeşitli dönemlerde kullanılmış 350’ye yakın saat bulunmaktadır. XVIII.-XIX. yüzyıllara tarihlendirilen bu saatler içerisinde 30 kadarı Türk yapımıdır. Diğerleri Avrupa’dan satın alınmış ve Sultanlara hediye edilmiştir. Türk saatlerinin en eskisi 4 adet olup, XVII. yüzyıla tarihlendirilmektedir. Türk saatleri imzalı ve üzerlerinde yapan ustaların isimleri yazılıdır. Saatlerin muhafazaları, kadranları ince bir işçilik göstermektedir. Aynı zamanda Osmanlı kuyumculuk sanatı ağaç ve maden işçiliği ile birleşmiştir.
XIX. yüzyıldaki saatçi ustalarının büyük çoğunluğu Mevlevi olduğundan bazı saatler Mevlevi sikkesi biçiminde yapılmıştır. Arşiv belgelerinden öğrenildiğine göre padişahlar bu saatçi ustalarını himaye etmişlerdir.
Topkapı Sarayı’nda yabancı kökenli saatler çoğunluktadır. Bunların başında İngiliz, Alman, Avusturya, Fransız, İsviçre ve Rus saatleri gelmektedir. Büyük çoğunluğu yabancı devlet adamlarının elçiler vasıtası ile sultanlara hediye ettikleri saatlerdir. Bu saatler arasında ünlü Markwick-Markham, Le Roy markaları da bulunmaktadır. Saraya hediye edilen saatlerin çoğu Osmanlılar için özel olarak yapıldığından rakamlar Arapçadır. İçlerinde müzik kutulu olan saatler de bulunmaktadır.

Ctrl
07.02.2010, 09:14
Sultan III. Ahmet Kütüphanesi

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058277.jpgTopkapı Sarayı’nın III. Avlusunda, Enderun’da Arz Odası’nın arkasında bulunan kütüphaneyi Sultan III. Ahmet 1719 yılında yaptırmıştır. İlk yapılışında Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere 3.515 yazma eser burada bulunuyordu.
Kütüphane zemin kat üzerine tek katlı olarak yapılmıştır. Kitapların rutubetten korunması amaçlanmış, ön kısmına merdivenle çıkılan dar bir revak yerleştirilmiştir. Bunun önüne de aynı dönemde bir çeşme yapılmıştır. Kütüphane içerisinde okuma için gerekli aydınlatma iki sıra halindeki altlı üstlü pencerelerle sağlanmıştır. İç kısımda duvarlar XVI. yüzyıl çinileri ile bezenmiştir. Ayrıca kitap dolaplarının kapakları sedef, fildişi ve kakma olarak ağaç işçiliğinin en güzel örnekleridir. Duvarlarında da hattat padişahlardan olan Sultan III. Ahmet’in bir yazısı bulunmaktadır.
Kütüphane içerisinde Sultan III. Ahmet’in vakfiyesi, kitapların ilk envanter defteri ve kütüphane temelinin atıldığı bir kazma bulunmaktadır. Bu kazma aynı zamanda Sultan Ahmet Camisi’nin yapımında da kullanılmıştır. Kütüphanede Osmanlı Hat, Minyatür ve Tezhip sanatının en güzel eserleri bir araya getirilmiştir. Piri Reis Haritası da burada bulunmaktadır.


Saray Mutfakları

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058278.jpgTopkapı Sarayı II. Avlusunun girişinin sağında yer alan Saray Mutfaklarına üç ayrı kapıdan girilmektedir. Bu kapılardan biri Kiler-i Amire Kapısı, ortadaki Has Mutfak Kapısıdır. Bab-üs Sade Kapısına yakın olan üçüncü kapı Helvahane Kapısıdır.
Mutfaklar ayrı birimler halinde olup, iki taraftan saçaklı bir servis yolu üzerindedir. Birun ve Enderun için yemek pişirilen mutfakta on ayrı göz vardır. Ulufe dağıtımında ve şenliklerde de bu mutfaklarda yemekler hazırlanmaktadır.
Mutfaklar sarayda yaşayanlar ve çalışanlar için ayrı bir düzen içerisindedir. Padişah mutfağında yalnızca padişah için yemek pişirilir ve çeşitli yemekler özel olarak hazırlanırdı. Padişah mutfağında Serçini denilen bir baş aşçı ile 12 yardımcı aşçı görev yapardı. Serçini denilen baş aşçı aynı zamanda elçi kabullerinde ve padişahın kullandığı porselen takımların da sorumlusu idi.
Saray mutfağı için imparatorluğun değişik yerlerinden canlı hayvanlar, sebzeler, meyveler ve baharat getirilirdi. Oldukça kalabalık bir kadrosu olan mutfakların asıl sorumlusu Matbah-ı Âmire Emini olup, bu görev vezir rütbesine yakın derecede idi. Mutfaklarda tatlıların yapıldığı helvahanelerin yapıldığı Helvacıbaşı kalabalık bir ekiple tatlı yaparlardı. Kilercibaşı personelin yönetimini üstlenmiştir ve aynı zamanda mutfaklarda görev yapanların göreve getirilmeleri veya işlerine son verilmeleri ile ilgilenirdi.
Günümüzde Kiler-i Âmire’nin kapısından girince sağ tarafta bulunan vekilharç dairesi onarılmış ve müze atölyeleri haline getirilmiştir. Fotoğraf atölyesi ile konservasyon atölyesi de burada bulunmaktadır. Bunun karşısındaki kiler ve yağhane ise onarılmış ve Müze Saray Arşivi olarak kullanılmaktadır.
Yağhane binasının yanındaki iki katlı ahşap Aşçılar Mescidi bugün de korunmaktadır. Mescidin iki yanında aşçılar, helvacılar ve tablakârların koğuşları bulunuyordu. Günümüzde bu mekânlar müze teşhir salonu olarak kullanılmaktadır. Aşçılar koğuşunun bulunduğu yerde yapılan binada Gümüşler, Avrupa porselenleri ve Billûrlar teşhir edilmekteydi. 1999 depreminden sonra bu bölümlerden Gümüş seksiyonu dışındakiler ziyarete kapatılmıştır. Karşıda ayrı bölümler halinde müze teşhir salonları haline getirilmiş mutfaklarda, Çin ve Japon porselenleri teşhir edilmektedir.

Has Ahırlar (Istabl-ı Âmire)

Topkapı Sarayı’nın II. avlusunun Haliç yönünde, Silah Seksiyonu, Kubbealtı ve revakların arkasında kalan alanda Has Ahırlar bulunmaktadır. Buraya Babü’s-Selam’ın sol tarafındaki meyilli bir yolla ulaşılmaktadır. Yolun II. Avludan sonraki kısmında Has Ahırların kapısı, cenazelerin çıkarılmasında kullanıldığı için Meyyit Kapısı adıyla anılır.
Fatih Sultan Mehmed’in Has Ahırları, II. ve III. Avlu denilen Divan Meydanı ve Enderûn’daki binalardan sonra, Sûr-ı Sultâni’nin tamamlanması sırasında yaptırmıştır. II. Avlu’nun bu yönünü tamamı ile kaplayan Has Ahırlarda padişahın ve Enderun’daki yüksek rütbeli kişilerin bineceği seçme atlar bulunurdu.
Haz Ahırlar ince uzun bir yapı olup, kuzey ucunda üzeri kubbe ile örtülü bir mekân ve onunla bağlantılı odalar, Raht-ı Hümayun Hazinesi bulunuyordu. Burada padişah ve yüksek rütbeli kişilerin atlarında kullanılan değerli taşlarla süslenmiş koşum takımları, eğerler korunuyordu. Bu bölümde ayrıca, Ahır Emini ile diğer üst düzey yöneticilerin odaları da bulunuyordu. Istabl-ı Âmire’de (Has Ahır) Osmanlı kaynaklarından öğrenildiğine göre, 3.000’den fazla kişi görev yapıyordu. Ayrıca sarayın bahçelerinde ve İstanbul’un çeşitli yerlerinde bu kısma bağlı örgütlenme, tavla, atölye ve çeşitli binalar da bulunmakta idi.

Saray Camileri
Ağalar Camisi (Saray Kütüphanesi)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058276.jpgAğalar Camisi Enderun avlusunun Haliç tarafında, Has Oda’dan evvel yer almaktadır. Padişahlar, Akağalar ve İçoğlanların ibadeti için kullanılan bu caminin, Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451–1481) yapıldığı sanılmaktadır. Cami Mekke’ye yönelik olması için hafif diagonal biçimde yerleştirilmiştir.
Cami kesme taştan kare planlı ve tek kubbeli olup, yanında tek şerefeli taş gövdeli yuvarlak bir minaresi bulunmaktadır. Günümüzde Saray Kütüphanesi olarak kullanılmaktadır. Kütüphanede sultanların hazinelerinde sakladıkları el yazmaları ile sarayın çeşitli köşk ve koğuşlarından toplanan son derece kıymetli el yazma ve minyatürlü kitaplar bulunmaktadır.

Beşir Ağa Camisi

Istabl-ı Amire’nin güney ucunda Beşir Ağa Camisi vardı. XVI. yüzyılda yapılan bu caminin yanına bir de hamam yaptırılmıştır. Buradaki caminin yerine I. Mahmut döneminde(1730–1754) Harem ağası olan Beşir Ağa tarafından XVIII. yüzyılda bugünkü cami yeniden yaptırılmıştır. Bu nedenle de cami Beşir Ağa Camii olarak bilinmektedir.
Cami kesme taştan kare planlı olup, fevkani bir yapıdır. Üzeri merkezi bir kubbe ile örtülüdür.

Aşçılar Mescidi
Sarayın mutfaklar bölümünde, Yağhane binasının yanında Aşçılar Mescidi bulunmaktadır. Mescit, fevkâni ahşap bir yapı olup, üzeri kırma çatı ile örtülüdür.

Sofa Camisi

Sofa Ocağı denilen koğuşun ve Mecidiye Köşkü’nün yanında bulunan bu camiyi Sultan II. Mahmut yaptırmıştır. Kaynaklardan burada daha önce yapılmış bir mescidin olduğu öğrenilmektedir.
Cami kesme taştan kare planlı olup, üzeri merkezi bir kubbe ile örtülüdür. Küçük ölçüde bir camidir. Yanındaki minaresi kesme taş kaide üzerine yuvarlak gövdeli ve tek şerefelidir.

Haremağaları Mescidi

Harem’in içerisinde bulunan bu cami fevkani, kesme taş ve tuğladan yapılmıştır. Cami yuvarlak kemerli kesme taş bir koridorun üzerinde Harem’e bitişiktir. Kare planlı olup, üzeri pandantifli kasnaklı bir kubbe ile örtülmüştür.
Cephe görünümü bir sıra kesme taş, bir sıra tuğla dizisi ile hareketlendirilmiştir. İbadet mekânı iki yan kenarında altlı üstlü ikişer, mihrap yanında da altlı üstlü birer pencere ile aydınlatılmıştır. Bunlardan alt sıradakiler dikdörtgen mermer söveli olup, üzerleri tuğladan yuvarlak sahte kemerlidir. İkinci sıra pencereler sivri kemerli ve vitraylıdır.
Minare yer konumundan ötürü caminin kubbe ile birleştiği yerde, kesme taştan ve şerefesiz olarak sembolik yapılmıştır.


Türk ve İslâm Eserleri Müzesi (İbrahim Paşa Sarayı) (Eminönü)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/05/00058548.jpgİstanbul Eminönü ilçesi, Sultanahmet Meydanı’nda bulunan İbrahim Paşa Sarayı’ndaki Türk ve İslâm Eserleri Müzesi ilk defa Süleymaniye Camisi yapı topluluğunun Dar-ül Ziyafesi olarak tanımlanan imaretinde kurulmuştur. Süleymaniye Camisi ile birlikte 1550–1557 yıllarında yapılan imarette, Süleymaniye medreselerinde görevli hoca ve öğrencilerin yemek gereksinimleri karşılanıyordu.
XIX. yüzyılın ortalarında Türkiye’de başlayan müzecilik çalışmaları sırasında İslâm ve Osmanlı eserlerinin bir araya getirilmesi düşünülmüştü. O yıllarda imparatorluğun vakıf yapılarında müzelik eserler bulunuyordu. Dönemin Evkaf Nazırı Hayri Efendi’nin öncülüğünde bir komisyon kurularak bu eserlerin toplanması kararlaştırılmıştır. Bu komisyona Mehmet Ziya (İhtifalci), İbnülemin Mahmut Kemal (İnal), Reşat Fuat, İsmet, Armenak ve Ahmet Hakkı Bey’lerden kurulmuştu. Bu komisyon 1911–1914 yıllarında yoğun bir çalışma yaparak cami, mescit, medrese, dergâh ve türbe gibi yapılardaki teberrükât eşyalarını incelemiş ve imparatorluğun en uzak bölgeleri ile bağlantı kurmuştu. Bu çalışma sonunda yazma eserler, madeni eserler, çini kap kacak ve halılardan oluşan Evkaf-ı İslamiye Müzesi (bugünkü Türk ve İslâm Eserleri Müzesi) kurulmuştur.
Müze 14 Nisan 1914 tarihinde açılmış, açılışta veliaht Yusuf İzeddin Efendi başta olmak üzere Hamdi Bey, Besim Ömer Paşa, Sadrazam Sait Halim Paşa, Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Efendi ve Tarihçi Ahmet Rasim de bulunmuşlardı. Onların yanı sıra çeşitli devlet kuruluşlarının önde gelenleri, yabancı diplomatlar ve misafirler ile davetli sayısı 250’ye ulaşmıştı.
Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye’de müzeciliğe daha da önem verilmiş, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi ismini alan Evkaf-ı İslâmiye Müzesi Hars Müdürlüğü kanalı ile Maarif Vekâleti’ne bağlanmıştı. O yıllarda Topkapı Sarayı Müzesi’ne bağlı bir kuruluş olan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi 1964 yılında yeniden düzenlenmiş ve müstakil bir müdürlük haline getirilmiştir.
Süleymaniye Külliyesi’nin imaretinde 1983 yılına kadar işlevini sürdüren Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, Sultanahmet Meydanı’ndaki İbrahim Paşa Sarayı’nın restore edilerek düzenlenmesinden sonra oraya taşınmıştır.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/05/00058550.jpgİbrahim Paşa Sarayı XVI. yüzyıl Osmanlı mimarisinin önemli yapılarından biri olup, Hipodromun oturma kademeleri üzerinde bulunmaktadır. Yapım tarihi kesin olmamakla beraber, bu yapı Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1520 yılında on üç yıl sadrazamlık yapan İbrahim Paşa’ya hediye edilmiştir.
İbrahim Paşa Sarayı kaynaklardan ve minyatürlerden öğrenildiğine göre; At Meydanı’nda (Hipodrom) yapılan şenlik, düğün gibi olayların yanı sıra Osmanlı tarihindeki isyanlarda da ismi geçmiştir. İbrahim Paşa’nın 1536’da öldürülmesinin ardından ondan sonra gelen sadrazamlar tarafından kullanılmış, kışla, elçilik sarayı, defterhane, mehterhane, dikimevi, cezaevi olarak da kullanılmıştır. Bir ara avlusu içerisine evler yapılmış, bir bölümünden askerlik şubesi olarak yararlanılmıştır.
İbrahim Paşa Sarayı ilk yapılışında dört büyük iç avlu çevresinde yapılmış bir saray idi. Osmanlı sivil mimarisindeki ahşap yapıların aksine bu yapı kesme taştan yapılmıştır. Bugün müze olarak kullanılan bölümü dışında kalan yerlerine Adliye Sarayı ve Tapu Dairesi yapılmıştır. Günümüzde müze olarak kullanılan bölüm Osmanlı minyatürlerinde ve Batılı sanatçıların gravür ve tablolarında görülen ikinci avlu, merasim salonu ve onu çevreleyen kısımlardır.
Türk ve İslâm Eserleri Müzesi yazı ve yazma eserler; halı, kilim ve düz yaygılar; madeni eserler, çini ve keramik eserler, ağaç işleri, taş oymalar ve kitabeler ve etnoğrafik eserlerden meydana gelmiştir.

Yazma Eserler Bölümü

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/05/00058551.jpgOsmanlı yazı sanatının en güzel örneklerini bir araya getiren bu bölümdeki eserler tarihi gelişim içerisinde kronolojik olarak değerlendirilmiştir. İslâmiyet’in ilk yıllarından günümüze kadar kullanılan yazı örnekleri burada bulunmaktadır.
Hicretin ilk yıllarına tarihlendirilen ceylan derisi üzerine kufi yazı ile yazılmış kuranlar, Hz. Osman’a ait olduğu söylenen kuranlar, İbn-i Bevvab’ın, Yakut El-Mustasami’nin, Abdullah Seyrefi’nin yazıları, Abbasilerin tarihi belgeleri, Endülüs Memlüklularının, İlhanlıların, Muzafferilerin, Timurluların, Safevilerin, Selçukluların, Anadolu Beylikleri’nin ve Osmanlıların yazı örnekleri ile ciltleri burada bulunmaktadır. Minyatürlü ve minyatürsüz yazmaların yanı sıra XIX. yüzyılda yangından kurtarılan Beni Ümeyye Camisi’nden İstanbul’a getirilen Şam evrakı da bu bölümün koleksiyonlarını tamamlamaktadır.
Bu bölümde ayrıca XV.-XVI. yüzyıla ait minyatürlü Firdevzi Şeyhnamesi başta olmak üzere 600 İran yazması bulunmaktadır.
Türk yazı sanatının nesih, sülüs, rık’a, talik, mubari örneklerinin tezhip sanatı ile gelişimi yine burada sergilenmiştir. Osmanlı yazı sanatının ünlü hatalarından Şeyh Hamdullah, Ahmet Karahisari, Hafız Osman, Yesarizâde Mehmet İzzet, Mustafa Rakım, Hakkı Bey, Şefik Bey, Alaaddin Bey, Mehmet Ekrem Bey, Faik Efendi ve Halim Efendi’nin yazıları da yine burada görülmektedir. Bunların yanı sıra çeşitli devirlere tarihlendirilen ciltler, padişah tuğraları, fermanlar, beratlar, temliknameler, vakfiyeler, minyatürlü eserler, maktalar, mühürler, makaslar, divitler ve kalem traşlardan oluşan yazı takımları, dini ve özel yapıları süsleyen çeşitli levhalar yine bu bölümün önde gelen eserleri arasındadır.
Bu bölümde hat sanatının çeşitli tekniklerine yer verildiği gibi başta ceylan ve oğlak derilerinden yapılmış çeşitli kâğıt örnekleri, tezhipte kullanılan boyalar da değişik şekillerde bulunmaktadır.

Halı ve Kilim Bölümü

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/05/00058562.jpgTürk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde dünyanın en zengin halı, kilim ve düz yaygıları ayrı koleksiyonlar halinde bulunmaktadır.
Selçuklu sanatının XIII. yüzyılda meydana getirdiği, kendine özgü özellikleri olan, üstün renk anlayışını yansıtan sekiz halının yanı sıra Osmanlıların yıldızlı, madalyonlu, kuşlu, ejderli, taraklı, hayat ağaçlı Uşak halıları, XV. yüzyıl ejder motifli halılar bu bölümde bulunmaktadır. Ayrıca Bergama, Lâdik, Mucur, Kula, Gördes, Milas, Konya, Afgan, Kafkas ve İran halı ve kilimleri de onları tamamlamaktadır. Bunların yanı sıra XV.-XVII. yüzyıl arasında Anadolu’da dokunan, Holbein isimli bir ressamın eserlerinde görülen Holbein Halıları’ndan örnekler, Hereke fabrikalarında dokunan Osmanlı saray halıları da yine bu bölümde bulunmaktadır.
Evkaf-ı İslâmiye Müzesi’nin kuruluşu sırasında cami, dergâh ve türbe gibi yapılardan derlenen halılara 1970’li yıllardan sonra satın alma yolu ile yenileri eklenmiştir. Yakın tarihlerde ise çeşitli Anadolu kilimlerinin yanı sıra düz yaygılar da onlara eklenmiştir.

Madeni Eserler Bölümü

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/05/00058555.jpgTürk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde maden işçiliği yönünden oldukça zengin bir koleksiyon bulunmaktadır. Buradaki madeni eserlerin çeşitliliği, sanat nitelikleri müzeye çok daha zengin bir görünüm kazandırmıştır.
XIII. yüzyıllara tarihlendirilen Selçuklu maden işlerinden başlayarak günümüze kadar ulaşan süreç içerisinde yapılmış madeni eserler burada sergilenmektedir. Bu madeni eserlerin üzerindeki yazılardan İslâm sanatındaki emir ve sultanlar hakkında da bilgi edinilmektedir.
Büyük Selçukluların önemli maden yapım merkezlerinden Horasan ve Herat; Osmanlıların Sivas, Konya Erzurum, Diyarbakır, Tokat, Bursa ve Edirne’de yapılmış madeni eserleri değişik formları ile dikkati çekmektedir. Ayrıca Osmanlı sanatında uygulanan çeşitli maden tekniklerinde yapılmış tunç, gümüş, bakır ve tombak şamdanlar, tepsiler, ibrikler, leğenler, kazanlar, davullar, dirhemler, kapı tokmakları, usturlaplar, kandiller, gülaptanlar, buhurdanlar, değerli taşlarla süslü murassa madeni eserler ve kemerler bu bölüme zengin bir görünüm kazandırmıştır. Bunların yanı sıra Cizre Ulu Camisi’nden buraya getirilen ejder figürlü kapı tokmağı, burç ve gezegen sembolleri ile bezeli XIV. yüzyıl şamdanları, XII. Yüzyıl Selçuklu davulu, XIII.-XIV. yüzyıl Selçuklu kurşun kartalı, XIII. yüzyıl tunç havan, XV. yüzyıl Selçuklu Sultanı Kayıtbay’a ait badiye, XVI. yüzyıl Osmanlı gümüş ajur tekniğinde yapılmış gümüş fener, XVIII. yüzyıl tunç Osmanlı yangın musluğu, XVI.-XVIII. yüzyıl Osmanlı alemleri bu bölümün önemli eserleri arasındadır.

Ahşap Eserler Bölümü
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/05/00058554.jpgTürk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin ahşap eserler bölümünde İslâm ülkeleri, Selçuklu beylikler ve Osmanlı döneminde yapılmış ağaç işçiliğinin en güzel örnekleri bir araya toplanmıştır. İslâm, Selçuklu ve Osmanlı ağaç işlerinin tarihsel gelişimi, bezemeleri ve yapım tekniklerini gösteren bu koleksiyonun en erken örnekleri IX. Yüzyılda Abbasi döneminden başlayarak günümüze kadar gelmektedir.
XIII. yüzyıl Anadolu Selçuklu ağaç eserleri Karaman imaretinin pencere kanatları, XIV. yüzyıl Konya Sadreddin Konavi Türbesi’nin pencere kanadı, Sultan Keykavus’un XIII. yüzyıla tarihlendirilen rahlesi, Seyyid Mahmud Hayrani’ye ait XIII. yüzyıl Selçuklu sandukası bölümün başlıca eserleri arasındadır. Bunların yanı sıra Osmanlı sanatının ortaya koyduğu kündekâri, geçme, oyma, taklit kündekâri tekniğinde yapılmış çeşitli kapı, rahle, Kuran mahfazası ve çekmeceleri, kahve soğutucuları, XVIII. yüzyıl Edirne işi çekmece, Edirnekâri üslupta yapılmış çekmeceler ayrı bir yer tutmaktadır. Osmanlı sanatının ortaya koyduğu sedef, bağa, fildişi ve kemik kakmalı rahle ve Kuran mahfazaları da üzerinde durulacak eserler arasındadır.

Keramik ve Cam Eserler Bölümü
Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde İslâm öncesi, İslâm dönemi, Selçuklular, Beylikler ve Osmanlı dönemi çini ve keramikleri zengin bir koleksiyon halinde sergilenmiştir. XI. Yüzyıl Büyük Selçukluların önemli kültür merkezlerinden Nişabur, Rey, Keşan, Sultanabad gibi keramik yapım merkezlerinin yanı sıra Konya, İznik ve Kütahya’da yapılmış olan çini eserler bu bölüme zenginlik kazandırmıştır.
XIII. yüzyıl Samarra’da, XIII.-XIV. yüzyılda Rakka’da yapılmış perdahlı Keşan keramikleri, XIII. yüzyılda Anadolu’da mozaik ve minai, sıratlı ve sır üstü tekniğinde yapılmış çiniler, alçı örnekleri, ştuklar, freskler yine bu bölümün belli başlı eserleri arasındadır.
XIX.-XX. yüzyılda Çanakkale’de yapılmış Çanakkale seramikleri de değişik form ve teknikleri ile ayrı bir bölümü oluşturmuştur.
İslâm-Osmanlı kültüründe önemli bir yeri kapsayan cam işçiliğinin belli başlı örnekleri yine burada bulunmaktadır. Az sayıda olmalarına rağmen müzedeki cam eserler kronolojik olarak sıralanmış, onları Osmanlı cam işleri, Memluklu eserleri ile Venedik kandilleri tamamlamıştır.

Taş Eserler Bölümü
Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin taş eserler bölümünde İslâm ve Osmanlı döneminin özelliklerini yansıtan taş eserler, Mezopotamya, Suriye, Mısır ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinden toplanmıştır. İslâmiyet’in ilk yıllarına kadar inen bu eserler yazı ve tarihi bilgiler yönünden son derece önemlidir.
Kufi, sülüs, celi sülüs yazılı olan bu eserlerin hepsinde mükemmel bir taş işçiliği görülmektedir. Bu taş eserlerin büyük bir kısmı, özellikle kitabeler günümüze çeşitli nedenlerle ulaşamayan cami, mescit, medrese, dergâh, sebil ve çeşme gibi yapılara aittirler. Mezar taşları ise her biri kendine özgü ayrı birer tarihi belge niteliğinde olup, Türk mitolojisinde isimleri geçen ejder, sfenks, grifon gibi figürlüdür. Bu eserler arasında Halep Valisi Özdemir’in 1493 tarihli lahit mezarı, Mustafa Rakım’ın levhası, kufi yazılı Halife El Mehdi’nin yaptırdığı camiye ait VIII.-IX. Yüzyıl küfi yazılı kitabe, XII. Yüzyıl Selçuklu grifonlu kitabesi de bulunmaktadır.

Etnografya Bölümü
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/05/00058563.jpgTürk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin İbrahim Paşa Sarayı’na taşınmasından sonra yer darlığından Süleymaniye’de sergilenemeyen ve satın alma yolu ile müzeye kazandırılan etnografik eserler ayrı bir bölümde sergilenmiştir.
Bu bölümde Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden toplanmış halı-kilim tezgâhları, dokumalar, yün boyama teknikleri, halk dokuma ve işleme sanatı örnekleri, yöresel zenginlikleri içinde kostümler, ev eşyaları, el sanatları, el sanatı aygıtları, göçer çadırları kendilerine özgü mekânlar içinde sergilenmektedir.
Türk İslam Eserleri Müzesi 1984 yılında Avrupa Konseyi Yılın Müzesi Yarışması Jüri Özel Ödülü'nü, 1985 yılında da Avrupa Konseyi-UNESCO tarafından çocuklara kültür mirasını sevdirme konusundaki çalışmalarından ötürü verilen ödülü almıştır.
Süleymaniye'deki müzenin kuruluşunda Can Kerametli'nin; İbrahim Paşa Sarayı'ndaki müzenin yeniden düzenlenmesinde ve bugünkü durumuna gelmesinde Dr.Nazan Ölçer'in büyük payı olmuştur.


Adam Mickiewickz Müzesi (Beyoğlu)

İstanbul Beyoğlu ilçesi Kasımpaşa, Yenişehir’de bulunan Adam Mickiewickz Müzesi Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin yönetimindedir.
Adam Mickiewickz Polonya’nın ünlü şairlerinden olup, Polonya’nın işgale uğradığı 1795–1918 yıllarında birçok Polonyalı ile birlikte Polonya’nın siyasi bağımsızlığı için çaba sarfetmiştir. Bu arada 22 Eylül 1855’te Polonya asıllı Sadık Paşa komutasında kurulacak ve Kırım Savaşı’nda Ruslara karşı savaşacak olan Polonya taburunu toplamak üzere İstanbul’a gelmiştir. Hasta olarak geldiği İstanbul’da 26 Kasım 1955’te İstanbul’da ölmüştür. Adam Mickiewickz’in İstanbul’da öldüğü ev 1870 Büyük Beyoğlu yangınında yanmıştır. Bugünkü bina bir başka Polonyalı siyasi mülteci olan Jean Gorczynski tarafından yaptırılmıştır. 1955’te Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin yönetimine bırakılmıştır. Müze üç katlı evde yeni düzenlemelerden sonra 1984 yılında açılmıştır.
Müzede şairin yaşadığı dönemin kültürel ve siyasi özellikleri yansıtılmış, Polonya’nın tarihsel gelenek ve görenekleri, Polonya ile Avrupa halklarının kurtuluş mücadelesi, şairin çocukluk yılları ile ilgili ilk şiirleri burada sergilenmiştir. Ayrıca Polonyalı şairin Maryla Wereszczakowna’ya duyduğu aşk nedeni ile yazdığı eserler, Osmanlı İmparatorluğu’nda geçirdiği günler farklı bölümler halinde müzede bir araya getirilmiştir.
Adam Mickiewickz’in ölümünden sonra cesedi İstanbul’dan Paris’e götürülmüş ve Montmorency Mezarlığı’na gömülmüştür. Mezarı üzerine 1867 yılında aile dostu Fransız heykeltıraş A.Preault tarafından üzerinde madalya bulunan mezar taşı dikilmiştir. Polonyalı şairin sembolik kabri müzenin bodrum katında mermer bir lahit olarak bulunmaktadır. Bu bölümde Adam Mickiewickz’in 27 Kasım 1855’te alınmış maskının bir kopyası, mezarın önündeki odada da Polonya ve dünyada onunla ilgili yapılmış heykeller ile Xawery Dunikowski’nin yapmış olduğu iki bronz heykel de sergilenmektedir.



Divan Edebiyatı Müzesi (Galata Mevlevihanesi) (Beyoğlu)
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/05/00058580.jpgİstanbul Beyoğlu ilçesi’nde bulunan Divan Edebiyatı Müzesi (Galata Mevlevihanesi) Beyoğlu’ndan Yüksekkaldırım’a inen Galip Dede Caddesi’nin hemen başındadır. Bir diğer adı da Kulekapısı Mevlevihanesi’dir.
Ağaçlarla kaplı ıssız bu yeri, Sultan II. Beyazıt Bostancıbaşılık ve Beylerbeylik yapan İskender Paşa’ya vermiş, O da burada bir av çiftliği kurmuştu. Mevlana’nın torunlarından Sema-i Mehmet Dede, Paşa’dan Mevlevi dergâhı yapmak için arazisinin bir bölümünü istemişti. İskender Paşa da bu dileği kabul etmiş ve Galata Mevlevihanesi’nin 1491’de yapımına başlanmıştır. Galata Mevlevihanesi kuruluşundan kısa bir süre sonra halveti zaviyesine dönüşmüş, XVII. Yüzyıl başlarında Kasımpaşa Mevlevihanesi’nin kurucusu Sırrı Abdi Dede’nin çabasıyla yeniden Mevlevihane’ye dönüşmüştür. Galata Mevlevihanesi Sultan III. Mustafa zamanında 1765-1766’da Tophane yangını sırasında yanmışsa da padişahın emriyle o yıl yeniden yapılmıştır. Mevlevihane’yi Sultan III. Selim, Sultan II. Mahmut ve Sultan Abdülmecid birkaç kez onartmıştır. Ancak bunlardan Sultan III. Selim’in yaptırdığı onarım, diğerlerinden biraz farklı olmuş ve Divan Edebiyatında iz bırakmıştır. O yıllarda Galata Mevlevihanesi’nin post makamında Şeyh Galip bulunuyordu. Divan Edebiyatına yenilik getiren şeyh Galip harap olmaya başlayan, suyu akmayan Mevlevihane’nin onarımını devrin sadrazamına yazdığı ve buna eklediği bir kaside ile istemiştir. Sadrazam da bu durumu padişaha arz ederken Şeyh Galip’in kasidesini de ona eklemiştir. Sultan III. Selim bu kasideyi çok beğenmiş Mevlevihane’nin onarımının yanı sıra uzak bir kaynaktan suyunu da getirtmiştir. Bundan sonra padişah, Mevlevihane’nin açılışına katılmış, bu olaydan birkaç gün sonra da Kaptan Paşa Akdeniz seferinden başarı ile dönünce Mevlevihane’nin uğurlu geldiği düşünülmüştür.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/05/00058581.jpgGalata Mevlevihanesi mimari olarak ilgi çeken bir yapıdır. Avlu girişinin yuvarlak kemeri üzerinde Sultan II. Mahmut’un tuğrası ile şair Lebib’in talik yazılı onarım yazıtı yer alır. Kapının iç yüzünde ise Sultan III. Selim’in yapmış olduğu bu onarımı dile getiren Şeyh Galip’in dizeleri bulunmaktadır. Mevlevihane’nin girişinde XIX. Yüzyıla tarihlenen Halet Efendi’nin Kütüphanesi, Sultan Abdülmecit’in onardığı 1649 tarihli Hasan Ağa çeşme ve sebili yer almaktadır. Avluda, üzerinde Mevlevi sikkesinden ilginç bir âlemi olan Şeyh Galip’in türbesi vardır. Bu türbeyi Hüseyin Ayvansarayî’den öğrendiğimize göre, Bağdat seferi dönüşünde (1810) Halet Efendi yaptırmıştır.
Semahane, selamlık ve derviş hücrelerini bir araya getiren ahşap yapı avlunun sonundadır. Arazi konumundan ötürü, ön tarafı iki, arka tarafı da üç katlıdır. Semahanenin kapısı üzerine Sultan Abdülmecit’in tuğrası ile 1895 tarihli onarım yazıtı yerleştirilmiştir. Semahanenin içerisi sekiz ahşap sütunun ve bunların arasındaki korkulukların yardımıyla sekizgen plana dönüştürülmüştür. Girişin karşısında mihrap ile minber, ikinci katta kafeslerle ayrılmış mahfiller, şeyh dairesi, Konya Postnişini hücresi ile hünkâr mahfili yer almaktadır. Girişin üzerindeki balkon mıtrip heyetine ayrılmıştır. Sol taraftaki Bacılar Dairesinde de yabancı misafirler sema ayinini izlerlerdi. Mevlevihane’nin hamam, mutfak ve kilerleri avlunun ayrı bir köşesinde yapılmışlarsa da bunlar günümüze gelememiştir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/05/00058585.jpgDergâhların kapatılmasından sonra bir süre Mevlevihane kendi yazgısıyla baş başa kalmış; haziresinin bir bölümüne Beyoğlu Evlendirme Dairesi yapılmış, semahane Vakıflarca lojman olarak kullanılmış, Halet Efendi Kütüphanesi de polis karakoluna dönüşmüştür.
Mevlevihane’nin bu perişanlığını önleyebilmek için İstanbul’u Sevenler Cemiyeti 1947’de onarımını yaptırmış, ardından Milli Eğitim Bakanlığı’na, sonra da Kültür Bakanlığı’na devredilmiştir. Kültür Bakanlığı Mevlevihane’nin yeniden onarımını yapmış ve burada Mevlevi kültürü ile divan edebiyatı eserlerini bir araya getiren “Divan Edebiyatı Müzesi”ni açmıştır (26.Aralık.1975). Müzenin kuruluşunda Türk ve İslâm Eserleri Müzesi Müdürü Can Kerametli’nin ve Necati Ergin’in büyük emeği geçmiştir. Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ne bağlı bir birim olan bu müze açılışı ile birlikte Müdürlük haline getirilmiş ve müzenin ilk müdürlüğüne de Türk ve İslâm Eserleri Müzesi uzmanı Erdem Yücel getirilmiştir.
Divan Edebiyatı Müzesi’nin Semahane Bölümünde kös, rebab, kabak kemençe, baron kemençe, ud, halile, kanun, davul, zurna, tekke defi, növbe, kudüm gibi çeşitli Mevlevilikte kullanılan musiki aletleri sergilenmiştir. Ayrıca Mevlevilerin kullandığı dilli kaval, billur kaval, sibsi, gümüş telli zurna ve nefir gibi ney çeşitleri de onları tamamlamaktadır.
Semahanede çeşitli tombak, gülabdanlar, buhurdanlar, celi sülüs yazı ile sikke içerisinde istif edilmiş “Ya Hz.Mevlâna Celaleddin-i Rumi” yazılı levha, Hilye-i Şerif, keçe seccadeler, çeşitli mesneviler, Galata Mevlevihanesi’nin son şeyhi olan Ahmet Celaleddin Efendi’ye ait hırka, çeşitli Mevlevi sikkeleri, mestler, müttekalar, fermanlar ile tennure hırka ve sikkeden oluşan Mevlevi giysileri de sergilenmiştir.
http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/05/00058583.jpgMüzenin ikinci katı Bektaşi babası Ahmet Said’in camaltı tekniği ile yapılmış sembol resimleri, bu Mevlevihane’de yetişmiş olan Şeyh Galib, İsmail Ankaravi, Esrar Dede, Fasih Dede ve şair Leyla Hanım’ın el yazmaları; çeşitli işlemeli seccadeler, Mevlevi ve Bektaşi tespihleri, aşere seccadesi, rahleler, gümüş şamdanlar, çeşitli dönemlerde yazılmış Kuranlar, mesneviler, maktalar, makas, divit ve hokkadan meydana gelen yazı takımları, kalemler, Bektaşilerin boyunlarına astığı teslim taşları, Halveti Tarikatına ait değişik taşlar, mataralar, bakır sahanlar, İznik seramikleri, bakır kepçeler, Tophane işi lüleler, üzerlerinde Kelime-i Tevhit yazılı yaldızlı fincanlar, divan şairlerine ait divanlar ile fermanlar ile Sultan III.Selim’in tuğrası bulunmaktadır.
Mevlevihane’nin haziresi Mevlevi kültürü, hat sanatı, bezeme ve tarihi yönünden de son derece önemlidir. Burada Galata Mevlevihanesi’nde şeyhlik yapmış olanlar, kudümzenler, neyzenler, divan sahibi olan şairler gömülüdür. Ayrıca Humbaracı Ahmet paşa’nın, Türkiye’de ilk matbaayı kuran İbrahim Mütefferika’nın, ünlü bestekâr Vardakosta, Seyyid Ahmed Ağa’nın, Nayi Osman Dede’nin, Tepedelenli Ali Paşa’nın mezarları bulunmaktadır.